5 Haziran 2013 Çarşamba

Duyuru


Başlığa "DUYURU" yazınca kendi kendime öyle bir GERİLİYORUM Kİ, gülsem mi yoksa psikiyatr'dan randevu mu alsam bilemiyorum. Sanki kendi kendime sarı zarfta celp kağıdı göndermiş gibi ruhuma sıkıntı giriyor.

Neyse diyeceğimi diyeyim de, eve gidip yatayım, uykum geldi.

Şey diyecektim, girdiğim derslerin final sınav sonuçları var ya... İşte onları bu Cuma günü sabah saatlerinde okutacağım bir engel olmazsa. Tam olarak söylemek gerekirse, 7 Haziran 2013 Cuma günü saat 15:00'de notlar sisteme girilmiş olur. Banka hesabımın aktiflerine gözle görülür bir katkıda bulunursanız, sizin için şartları zorlayabilir, ifşa anını 14:00'e bile çekebilirim.        

Sınıf ortalaması hangi rakamda sabitlendi, geçmek için asgari not nedir, standart sapma en son kaç olur, çan eğrisi düzelecek mi, o kız bana yüz verecek mi gibi sorularınızın cevabını maalesef bilmemekteyim. Çok değil 12 Haziran 2013 Çarşamba günü bütün sorularınızın cevabını bulacak, muradınıza ereceksiniz.

Azcık sabır, çokça neşe...

Hüseyin Cem ÇÖL
5 Haziran 2013 - H 309   

4 Haziran 2013 Salı

ANILARA MEKTUPLAR – III



Saygıdeğer hanımefendi,

Bilirsiniz, insan hayatında belli dönemler vardır; çocukluk, ergenlik, gençlik, orta yaşlılık ve yaşlılık gibi. Bu dönemler arasında geçişler çoğunlukla fark edilmez. Bir bakarsınız, çocukken ergen olmuşsunuz, ergenken genç, gençken orta yaşlı ve orta yaşlıyken yaşlı. Dönemden döneme geçerken bir “ara dönem” yaşanır hülasa. Aynı anda, hem çocuk hem ergen olunan, hem ergen hem genç olunan, hem genç hem orta yaşlı olunan, hem orta yaşlı hem yaşlı olunan bir “ara dönem” sessiz sedasız bizi içine alır, ne olduğunu anlamamıza fırsat vermeden, bir sonraki döneme bizi fırlatır. Bir şeylerin değişmekte olduğunu anladığımızda kendimizi bambaşka yerde, bambaşka biçimde buluveririz.

Merak etmeyin, acemi ve beceriksiz bir psikolog ağzıyla yazdığım bu cümleleri niçin size anlattığımı izah edeceğim. Efendim, ben halen orta yaşlı bir insanım. Çocukluktan ergenliğe, ergenlikten gençliğe nasıl geçtiğimi bilmiyorum. İçine girdiğim ara dönemlerden habersiz, bir dönemden başka bir döneme atlayarak bugüne geldim muhtemelen. Fakaaaaaattt!... Gençlikten, orta yaşlılığa geçerken “ara dönem” yaşamadığımdan eminim. Efendim ben, gençlikten orta yaşlılığa, saniyenin binde birinde vücudumu saran “olgunlaşma ışınıyla” geçiverdim. Yani, gençlikten orta yaşlılığa kısa bile olsa “ara dönem” yaşamadan geçiverdim. Her şey bir anda oldu. Bir anda gençlik gömleğini çıkardım ve orta yaşlılık gömleğini giyiverdim.

“Sen deli misin, tüm bunlardan banane, sen ara dönem yaşamışsın, yaşamamışsın beni ne alakadar eder, işin gücün yok mu be adam, ne diye beni rahatsız ediyorsun?” demeyin. Hemen şimdi, meselenin sizle alakalı olan kısmına geçeceğim. Çünkü, gençlik dönemimi noktaladığım ve orta yaşlılığa atladığım anın MÜSEBBİBİ SİZSİNİZ. Siz olmasaydınız, belki ben birkaç yıl daha, kendimi genç zannetmeye devam edecektim.

2002 yılının Mayıs ayıydı. Kaynım, eşi ve 2 yaşındaki ikiz çocuklarıyla birlikte Ankara’ya gelmişti. İkizlerden birinde “sara” hastalığı emareleri görülmüştü ve teşhis-tedavi için Hacettepe Hastanesine sevk yaptırmışlardı. Teşhis konabilmesi için EKG testinin yapılması gerekiyordu. Yanlış hatırlamıyorsam, kalp atışlarının düzenli olup olmadığını ölçen bir testti bu. Hastaneye ben de onlarla birlikte gitmiştim. Test için birkaç gün sonraya randevu vermişlerdi ve çocuğu gece uyutmamamızı sıkı sıkı tembih etmişlerdi. Çünkü, EKG testinin yapılması sırasında mutlaka çocuğun uyuması gerekiyordu.

Kaynım ve eşi, test yapılacağı günün gecesi çocuğu uyutmadılar, türlü oyunlar oynayarak sabaha kadar oyaladılar. Sabah olunca, otomobile atlayıp hastaneye gittik. Sabaha kadar uyumayan çocuk yolda daldı haliyle. Uyandırmaya kıyamadık. Uyanmadan test işi olup bitsin diye alelacele hastanenin ilgili odasına koşturduk. Aksilik bu ya, tam odaya girerken çocuk uyandı ve ağlamaya başladı. Sabaha kadar uyumamış olan kaynımın ve eşinin canı hayli sıkıldı. Hem uykusuz kalmışlar, hem de test yaptıramamışlardı. Çocuğu yeniden uyutmayı denedik ama nafile. Randevuyu bir gün sonraya erteledik mecburen.

O gece kaynım ve eşim, yine çocukla birlikte sabahladılar. Bu kez olup biter umuduyla sabahleyin hastaneye doğru yola çıktık. Yolda yine uyudu bizimki. Yine uyandırmadık. Kaynım, hastane önünde bizi indirdi, “siz gidin, ben arabayı park edip gelirim” dedi. Kaynımın eşiyle, çocuğu uyandırmamaya çalışarak 3. kata çıktık. Şükürler olsun, koridorda kimse yoktu ve gayet sessizdi. Hemen test odasına girdik. Çocuğu ölçüm cihazına yatırdık. Kaynımın eşi yanında kaldı. Ben dışarı çıktım.

Kapının önünde bekliyorum. Densizin biri gürültü yapar da, çocuğun uyanmasına sebep olur düşüncesiyle, sessizliği temin etmek adına kapıda dikilmekteyim. Asayiş görevlisi edasıyla sağa sola bakınmaktayken koridorun sonunda SİZ görünüverdiniz. Nicole Kidman’ı andıran bir zarifliğiniz, duru bir güzelliğiniz vardı. Koridorun soluk ışığında salınan beyaz bir kuğu gibi göründünüz gözüme. Zayıftınız, saçınız kısaydı ve sarıydı, üzerinizde size çok yakışan açık renkte bir ceket-etek vardı. (Döpiyes mi deniyordu buna?) Sonra, koridorda bana doğru yürümeye başladınız. Zaten benden başka kimse yoktu. Çok ince, narin bir sesle EKG testinin nerede yapıldığını sordunuz. Kendimi toparlayarak “burada” dedim “ama şimdi içeride çocuk var, uyanmaması lazım, biraz daha sessiz olalım”. Uyarımı gayet olgunca karşıladınız ve sesinizi iyice alçalttınız. Bir meleği dinler gibi sizi dinledim beş dakika boyunca. Küçük bir oğlunuz varmış. Saradan şüpheleniyormuşsunuz. EKG testi yaptırmanızı salık vermişler. Önbilgi almak için hastaneye gelmişsiniz. Bildiklerimi anlattım ayaküstü. Başka neler konuştuk, başka neler konuştunuz bilmiyorum. Çünkü ben sizi dinlerken aslında sizi dinlemiyordum. Gözüm sizin gözlerinize odaklanmıştı ama aklım başka yerlerdeydi. Sizinle konuştuğumuz o birkaç dakika içinde ben, başrolünde sizinle benim oynadığımız iki saatlik bir film çektim beynimde. Filmde neler neler olmuyordu ki? Türk filmlerinde gördüğümüz tüm romantik sahneler, çam ağaçları arasında dolaşmalar, dalgalar arasında çıplak ayakla yürümeler, ılık bir yaz akşamında balkonda otururken omuz omuza hayale dalmalar vs. Akla gelebilecek her çeşit romantik sahneyi, büyük bir hızla beynimin süzgecinden geçiriyor, bir yandan da size laf yetiştiriyordum.

Sonra film bitti. İşte O ANDA, filmin bittiği saniyenin binde biri denilebilecek o kısa anda, HERŞEY OLDU. BEN ARTIK ESKİ BEN DEĞİLDİM. Rüya görürken rüya gördüğünüzün bilincine vardığınız oldu mu hiç? İşte ben o gün orada uyanıkken bir rüya gördüğümün bilincime vardım ve birden ayaklarımın yere başka türlü bastığını hissetim. Çünkü, gördüğüm rüya asla gerçekleşemezdi, ne sizinle, ne de başkasıyla. Çünkü ben, evli ve çocuk sahibi bir insandım, sorumlulukları olan bir insandım, sorumluluklarımı bir yana itip, hayallere kapılabilecek vaziyette değildim. Belki, genç olsam, olmayacak şeyler değildi sizle benim aramda hayal ettiklerim… Genç olsam, olabilirdi bir şeyler… İŞTE O AN, OKKALI BİR TOKAT YEMİŞ GİBİ ARTIK GENÇ OLMADIĞIMI ANLADIM. Bana helal olmayan bir kadını hayallerde bile sevemeyeceğimi ANLADIM. Kabuk değiştirdiğimi, başkalaştığımı, olgunlaştığımı, artık başka biri olduğumu ANLADIM. Hayatın, benim avuçlarımda olmadığını; her aklıma geleni yapmak imkanının bulunmadığını; kaderimi değiştirebilecek güçten tamamen yoksun olduğumu ANLADIM. Şairin dediği gibi, “artık serbest düşünme zamanlarım geçmişti.” Hülasa, artık GENÇ olmadığımı, ORTA YAŞLI biri olduğumu ANLADIM.

Kısa sohbetimiz bitmiş, sıcak bir “iyi günler” sözcüğünün ardından koridordan merdivenlere doğru kuğu misali yürümüştünüz. Arkanızdan bakakalırken, sadece sizin değil, gençliğimin de bana “iyi günler dostum” dediğini bir kez daha tüm zerrelerimde hissetmiştim.

(Aradan üç yıl daha geçti. Ben, iyice kendimi orta yaşlılığa alıştırmışken, birdenbire bir ay süren “dejavu” yaşadım. Sonra o da geçti. Yine orta yaşlılığa döndüm. Bu bahsin sizle bir ilgisi yok. Ama bu mektupta yeri geçsin istedim.)

Hanımefendi,

Bu mektubu size neden yazdığımı anladınız işte. Rahatsızlık verdiysem özür dilerim. Sizin hayatınızda belki nokta kadar iz bırakmadım. Belki de, daha o gün merdivenden inerken beni unuttunuz. Gam değil! Ama ben sizi unutamadım işte. Unutabileceğimi de sanmıyorum. Beni, gençlik yıllarımdan koparıp, orta yaşlılığa savuran bir kadını nasıl unutabilirim?

Uzun bir mektup oldu. Noktalasam iyi olacak. Oğlunuz, şu an anaokuluna gidiyor olmalı. Dilerim, sağlığı, sıhhati yerindedir. Size ve ailenize, mutlu, güler yüzlü bir hayat diliyorum. Sevgiyle kalın.

İmza : Adıdeğmez

Nam-ı Diğer Salavin
8 Eylül 2006 - ANKARA 

Eren'den Mektup - Eren'e Mektup



Merhabalar,

Benim sizinle tanışmam geçen sene Roma Hukuku sınavında oldu.Derste konuları irdelemeniz diğer hocalardan çok farklı idi.Hatta öyle ki öğrencilerinizin hakimlik savcılık sınavında başarılı olmaları için şimdiden ders notlarını takip edeceğinizi söyleyip isimlerini almanız beni etkilemişti.Kendi kendime dedim ki "işte Türkiye'nin ihtiyacı olan idealist insan modeli.Başarı için ter döken,azimli bir insan.O kişinin yetiştireceği nesiller de eminim onun gibi olacak."

Şimdi bir yaş daha büyüdük ikinci sınıf olduk.Bu süreçte zorluklarla karşılaşmaya devam ediyoruz..Keza sadece biz değil siz de.Başınıza gelen talihsiz bir sınav hatası yüzünden moralinizin ne kadar bozulduğunun farkındayım.Size inanıyorum,bilerek isteyerek böyle bir şey yapmadınız ama olan oldu moralleri toplamak lazım diye düşünüyorum.

Üniversitelerin çoğunda öğrenci asla konuşamaz.Öğretim üyeleri doçlar proflar ne derse o olur.Hele ki onları eleştirmek imkansızdır.Aslında bu, gelecekte (hatta şimdi bile) susmaması gereken adaletin sesi olacak insanlar açısından büyük bir ironidir.Yapılan haksızlıklara sınıfta kalma korkusuyla mezun olamama korkusuyla boyun eğen öğrenciler sanmıyorum ki gelecek hayatlarında da insiyatif sahibi olup başarılı olsunlar.Velhasıl-ı kelam izninizle size bir eleştiri de bulunmak istiyorum.Bu eleştiriyi sizin anlayışla karşılayacağınızı bildiğim ve babacan tavırlarınıza güvendiğim için yapmaktayım.

Değerli hocam,

Sizce de yapılan bu son Borçlar Hukuku GH finalinde bir abartı yok muydu ? 100 soru.17 sayfa.150 dakika..Öğrencilik sıralarından sizler de geçtiniz.Gecesini gündüzüne katıp ders çalışmak nedir bilirsiniz.Çalışmanın karşılığını almayı istemek nedir bilirsiniz.Sınav sonunda konuştuğum arkadaşlarımın çoğu yetiştiremediklerinden dert yanıyorlardı.Bu farazi şeyleri geçelim ben kendi yaşadıklarımdan bahsedeyim.Soruları ben de yetiştiremedim ama asıl kötüsü çözdüğüm sorular üzerinde düşünemedim.Tartışıp daha doğru nedir bulamadım.Sınav sonuna doğru başıma saplanmış olan ağrı yarınki sınavıma çalışmamı etkileyecektir heralde.Sizce de bu kadarı abartı olmadı mı ? Sözlerimi lütfen yanlış anlamayın.Siz de bu soruları hazırlarken büyük emek sarfettiniz; ama hepimizin istediği emeklerinin karşılığını alabilmekse ne siz bu şekilde alabilirsiniz ne de biz öğrenciler..

Sabırla okuduğunuz için teşekkür eder, çalışmalarınızda başarılar dilerim.

Saygılarımla

Eren Dikyol
KTÜ HUKUK -2-




Sevgili Eren,

Uzun bir mail yazmışsın, eğer okuma zahmetine katlanırsan ben de sana daha da uzun bir mail yazacağım.

Öncelikle şunu ifadeyim. Beni eleştirdiğin için sana asla kızmadım ya da darılmadım. Ders işleyişimle ya da sınav tarzımla ilgili eleştiriler beni asla rahatsız etmez. Eleştirilerini yüzüme karşı söylesen hatta sınıf ortamında söylesen de durum değişmezdi. Öğrencilerin kendilerini ifade etmesini, en az öğretmeye çalıştığım bilgiler kadar önemsiyorum. Zaten eğitimin ana amaçlarından biri de, sizlerin kendinizi cesur, düzgün ve sağlıklı ifade yeteneğinizi kazandırmaktır. Bu nedenle, bana karşı yönelttiğin eleştirileri, eğitiminizin bir parçası olarak da gördüğümü bilmeni isterim. Ve doğru bildiğin gerçekleri, bundan sonraki hayatında, özellikle meslek hayatında ürkmeden savunmaya devam etmeni de dilerim.

Sevgili Eren,

Bugün girmiş olduğun sınavdaki soru sayısını abartılı buluyorsun. Peşinen “yanlış düşünüyorsun” demeyeceğim. Hatta bir parça haklılık da buluyorum bu düşüncende. İstersen “neden final sınavında test yaptım, neden 100 soru sordum?” sorusunun cevabını yazayım, ondan sonra sınavda abartı var mı, varsa eğer abartmanın haklılığı, haksızlığı üzerine beraber düşünelim.

Eren, sen de bilirsin ki, hukuk eğitimi almak isteyen ve almakta olan gençlerin pek çoğunun gönlünde hakim-savcı olmak emeli yatar. Senin gönlünde de bu aslan yatıyor mu bilemem. Belki 5 öğrencinin 4’ü hakim-savcı olmak için Hukuk Fakültesi’ne girmiştir. İstersen etrafındaki öğrenci arkadaşlarına bir soruver. Pek çoğu hakim-savcılık mesleğini diğer mesleklerden üstün tutacaktır.

Ve biliyorsun ki, hakim-savcı olmak için, sadece Hukuk Fakültesini bitirmek yetmiyor. ÖSYM tarafından yapılan hakim-savcı sınavını kazanmak da gerekiyor. Bu sınavlarda 40 genel yetenek ve genel kültür, 100 alan bilgisi sorusu soruluyor. Sınav süresi ise 150 dakika.

Şimdi senden bardağın dolu tarafını görmeni isteyeceğim. Bir an için, “alan bilgisi” derslerinin tüm final sınavlarının 100 soruluk test olduğunu düşün. Bu seni ve senin gibi hakim-savcı olmak isteyen tüm arkadaşlarını çok zorlayacaktır ancak fakülte sonrası gireceğin asıl hakim-savcı sınavı öncesinde defalarca esaslı prova yapmış olmayacak mısın? “Ağır sınavlardan” geçmeden bu fakülteden mezun olduğunda ve “hayatın ağırlığı” karşısında bunaldığında, keşke daha sıkı bir eğitim alsaydım diye yazıklanmayacak mısın? (Salt final sınavında 100 test sorusu sormakla iyi bir eğitim verdiğimizi iddia ediyor değilim, o konuya da geleceğim.) Acaba iki sene sonra girdiğin hakim-savcı sınavından çıktıktan; anayasasından idaresine, borçlarından icrasına kadar 100 alan bilgisi sorusu içinde bocaladıktan, kafan allak-bullak olduktan sonra Adalet Bakanlığına mail atıp “bu sınavınızda abartı yok muydu? 100 + 40 soru, 36 sayfa, 150 dakika.” diyecek misin? Yoksa, keşke fakültedeki tüm sınavlarımız böyle ağır olsaydı deyip, “hafif” sınavlarla sizleri mezun eden bizleri yine saygıyla anacak mısın?

“Soruları ben de yetiştiremedim ama asıl kötüsü çözdüğüm sorular üzerinde düşünemedim” diyorsun. Sen hiç ALES’e girdin mi? ALES’te en büyük sorun, sürenin yetmemesidir. Çünkü sadece bilgi sorulmuyor bu sınavda, aynı zamanda süreyi kullanma yeteneği de ölçülüyor. ÖSYM’nin yaptığı tüm sınavlar da öyle. Yani salt bilmek değil ölçülen, sana verilen süre içinde daha çok doğruyu işaretlemek ve birilerini geride bırakmak. Yarışı herkes bitiriyor ama malum sadece ilk üçe girene madalya veriliyor. Farkındayım, bu sınav sitemi, tamamen rekabet kültürünün bir ürünü. Kardeş, beğenelim beğenmeyelim bizler rekabetçi bir dünyanın çocuklarıyız. Bu çağda ayakta kalmak, birilerini geride bırakmaya dayalı. “Ben bu yarışta yokum, içimdeki barış yüzüme yansısın, vicdanım benden razı olsun yeter, ben böyle de güzelim” diyen birini tanıyorum, her gün onunla aynada yüz yüze geliyorum ama sana onun gibi olmanı tavsiye ve telkin edemem. Çünkü yıllardır olduğu yerde sayıyor.    

Ha bir de, ben, sınavda ÖSYM’nin size asla yapmayacağı bir lütufda bulundum: Mevzuatı serbest bıraktım. Mevzuat dediğin araçlardaki navigasyon cihazı gibidir. Kullanmayı bilirsen, kestirmeden hedefe ulaşırsın, süreyi de iktisatlı kullanmış olursun; kullanmayı bilmezsen aynı güzergahta hedefe varamadan dolanır durursun.

Şimdi tüm bu yazdıklarımla çelişkiye düştüğüm intibaını verecek şu lafı da edeyim: Aslında test yöntemi, gelmiş geçmiş en boktan öğrenmeyi ölçme yöntemi. Ben de, çok gönüllü olarak sınavlarda test yöntemini uyguluyor değilim. Sizde de, biliyorsun, ilk defa yaptım, çünkü yapmak zorunda kaldım. Bu dönem, beş farklı dersi (Borçlar Hukuku, Roma Hukuku, Şirketler Hukuku, İcra ve İflas Hukuku, Ticaret Hukuku), bini aşkın öğrenciye anlatmaya gayret ettim. Tüm bu derslerin sınavlarını test yapmamayı inan ben de isterdim. Fakat, pratiğinden klasiğine kadar öğrenmeyi gerçekten ölçen adam gibi bir yazılı sınav yapsam, acaba sınav kağıtlarını “tek başıma” ne zamana kadar okuyabilirdim dersin? Adil not dağıtacağım, kimseye haksızlık yapmayacağım kaygısıyla, sadece “bir” kağıda yarım saat ayırmanın ne demek olduğunu bilir misin? İstersen yarım saati binle çarp ve bu fakir tüm kağıtları ne zaman okumayı bitirir hesapla. “Kağıt Okuma Savaşları”nın okuru isen zaten ne dediğimi çok iyi anlayacaksın.  

Şimdi tüm yazdıklarımla bir kez daha çelişkiye düşme pahasına bir adım daha fazlasını yazayım: Aslolan sınav da değildir sevgili Eren. Dünyanın öğrenmeyi en iyi ölçen sınav yöntemini bulup uygulasan bile, eğer adam gibi “ders” yapmamışsan, kaldır at gitsin.  “Ders” deyince, vicdanımda ağır bir sızı başlıyor. Çünkü size karşı bu konuda çok çok mahcubum. Şu biten yılın benim açımdan en acı gerçeği de burada saklı. En çok önem verdiğim sınıf sizdiniz, fakat gel gör ki en az verimli olduğum sınıf da siz oldunuz. Geçen yaz, o Ramazan sıcağında, hem Kılıçoğlu’nun hem Akıncı’nın Borçlar kitaplarını iki kez baştan sona okumuş ve slayta aktarmıştım. Nasıl bir ders yapacağım kafam da epey şekillenmişti. Bu yıl, anlatmayı en çok istediğim ders Borçlar dersiydi ve en önemsediğim sınıf da sizinkiydi. Ve bu bir yıl içinde pek çok bölümde, pek çok ders anlattım. İyinin daha iyisi elbette vardır ama girdiğim her ders gayet verimli ve keyifli geçti. 
Öğrencilerimden de beni çok mutlu eden geri dönüşler aldım. Tek siz hariç. Konu siz olunca görmezden gelmeye çabaladığım bir sızı var içimde. Neden sizinle iyi bir ders dönemi geçiremedik? Buraya türlü bahaneler yazmak benim için çok zor değil. Ama kalsın. Sebebi benim kifâyetsizliğimdir diyelim. Belki size olan borcumu, seneye alt sınıflara bu dersi daha iyi anlatmakla öderim.      

Sevgili Eren,

Cesaret edip tek sen mail attın ama senin düşüncelerini paylaşan başka öğrencilerin olduğunu da seziyorum ve senin hoşgörüne sığınarak, sana hitaben yazdığım bu maili başkalarının da nazarlarına sunuyorum. Umarım bana darılmazsın.

Yazdığım mektubu yeniden okudum da, biraz karamsar bir havanın hakim olduğunu fark ettim. Karamsarlık hiç sevmediğim bir şeydir. Ben, her zaman umudu, gayreti ve neşeyi önde tutarım.

Peki tamam. Seneye Ticaret Hukuku finalinde, ihtiyaç molası, uyku molası ve yemek molası olmak üzere üç mola verdireceğim. Tamam, sınav kağıdıyla birlikte, kumanya ve ayran da dağıtılacak. Ayranı üzerine dökmeden içenlerin yanlışları doğruları götürmeyecek. Sınav salonundan sağ-salim çıkabilen öğrenciye de kapıda gazilik plaketi takdim edilecek. E hadi barışalım artık, olmuyor böyle.

Yarınki sınavında başarılar... 

Hüseyin Cem ÇÖL
4 Haziran 2013 – Pelitli

Kâfi


"... sırf hocanın emeklerini düşünerek sınavlara çalışmayı zorunluluk olarak gören arkadaşlarıma şahit oldum."

Bu cümleyi okumuş olmak, yılın bütün yorgunluğunu üzerimden aldı. Hani derler ya, artık ölsem de gam yemem.

Hüseyin Cem ÇÖL
4 Haziran 2013 - Pelitli 

ANILARA MEKTUPLAR - V



Canım kardeşim,

Bu mektubu ne zorluklarla yazdığımı tahmin edemezsin. Gözyaşlarıma hakim olamadığım için, kaç defa klavyenin başından kalktım. Şimdiye kadar yazdığım hiçbir mektup beni bu kadar zorlamamış, bu kadar hüzünlendirmemişti.

Sana havadislerim var sevgili kardeşim: “Fransa” finale çıktı. Hani şu Platinili Fransa. Gerçi şu an Platini yok kadroda. Zidane diye Cezayir asıllı biri var, Fransa’yı sürükleyen de O. Zaten Platini de İtalyan asıllı değil miydi? Başka milletler olmasa Fransa’nın bir şey yapacağı yok gerçekten.

Hatırlıyorsun değil mi 84 yazını? İkimiz de futbol delisiydik. Evimizin yanındaki küçük alanda kıran kırana maçlar yapardık hani. O yıl Avrupa Şampiyonası maçları vardı. Ev sahibi Fransa’ydı. Ne büyük hayranlıkla izlerdik maçları. Hele o final maçı! Platini’nin attığı gol saniyesi saniyesine ezberimizdeydi.

: Fransa, ceza sahası dışından serbest vuruş yapacak. Platini topun başında. Geliyor, geliyor ve topa vuruyor… İspanya kalecisi, topu tutmayı başarıyor ve tuttuğu topu karnına bastırıyor. Fakat o da ne? Karnına bastırdığı top, kollarının arasından kayıyor ve yavaşça kale çizgisine doğru yol alıyor. Kaleci şaşkın şaşkın kollarının arasından kayıp kaleye giden topu izliyor. Son bir çabayla kollarını uzatıyor topu çelmek için… Ama top çizgiyi geçip filelerle kucaklaşıyor… 

O yaz, seninle bu golün taklidini ne çok yapmıştık değil mi? Ben Platini olurdum, sen kaleci… Vururdum topa, sen yakalardın, sonra yavaşça koltuğunun altından topu bırakırdın… Tıpkı İspanyol kaleci gibi…

Aradan 22 koca yıl geçmiş. Yaşasan şimdi 29 yaşında tığ gibi delikanlı olacaktın. Evlenirdin muhtemelen. Çoluk-çocuğun olurdu; benim gibi, ablalarımız gibi, küçük kardeşimiz gibi. Ha unutmadan, tüm kardeşlerin evlendi. Hepimizin erkek çocukları oldu ama sadece en küçüğümüz oğluna senin adını verdi. İçimizde en vefalısı en küçüğümüz çıktı senin anlayacağın. Adını yaşatan yeğenini bir görsen. Öyle neşeli, öyle hareketli, öyle cıvıl cıvıl ki.

Ne kadar arkadaş canlısı, ne kadar fedakar bir insandın kardeşim. Gözlerin aklıma geliyor bazen, kendi oğlumda seni görüyor gibi oluyorum.

Neden öldün, nasıl öldün bilemedik. 84’ün soğuk bir Kasım günü, birden şiddetli baş ağrılarıyla kendini kaybettin, apar-topar hastaneye götürüldün ve bir daha dönmedin. Bir vardın, bir yoktun…

Bilmem ki ölmekle iyi mi ettin? Hayat bazen öylesine zor, öylesine çekilmez ki güzel kardeşim. Hayat, bir yandan “yaşamak”, hem de “iyi yaşamak” için çabalayıp durmakla geçiyor; bir yandan da “neden yaşadığımız” sorusuna aklı başından cevaplar aramakla. Neden yaşadığımız sorusunun cevabını bulduğumuzda hayat ellerimizin altından kayıp gitmiş oluyor. Bu soruyu sormadan bir böcek, bir ot rahatlığında yaşamak da mümkün. Ki böyle yapanlar da var. Kendine yedirebiliyorsan istersen böyle yaşa.

Hepsi bir yana, ortada bir gerçek var. Sen yıllar önce aramızdan ayrıldın. Sen öldün ve ben büyüdüm. Okudum, evlendim, çoluk-çocuk sahibi oldum, adam yerine konuldum. Fakat, güzel gözlü kardeşim, seni, hep içimde bir yerde özlemle uyuttum. İçimde bir yerde, Platini hep o golü attı, kaleci hep şaşkınlıkla baktı ağlara giden topa…

Hayatın hakkını verebilirsem belki cennette buluşuruz sevgili kardeşim. Verebilirsem…

Ağabeyin

Nam-ı Diğer Salavin
8 Eylül 2006 - ANKARA 

3 Haziran 2013 Pazartesi

ANILARA MEKTUPLAR - VI


Sevgili Iraklılar,

Sevgili Iraklı çocuklar, gençler, analar,

Bu mektup size. Fakat sanmayın ki bir "ağıt" yazacağım. “Acınızı paylaşıyorum” diyerek, örtülü olarak kendi vicdanımı rahatlatma girişiminde de bulunmayacağım. Bu mektup, acılarınızı paylaştığımı belli etmek için yazılmadı. Bu mektup, blog kamuoyunun dikkatini Irak’a çekmek için de yazılmadı. Bu mektup, sizden “özür” dilemek için yazıldı. Özrü çoktan gerektiren bir itirafım olacak size.

Nicedir yazmak istedim aslında bu mektubu. Nedense hep bir engel çıktı önüme, yazamadım bir türlü. Engel derken, vakit yokluğu falan değil. Klavyenin başına geçmek için hamdolsun vaktim çok. Daha çok vicdani engeller bunlar. Acaba, iç dünyamda olup biteni olduğu gibi anlatırsam, kimilerinin vicdansız, insanlıktan yoksun biri olduğumu sanmaları endişesi beni yazmaktan alıkoydu. Fakat, artık bu endişelere de kulaklarımı tıkıyorum. Başkalarının vereceği hükme saygı duyuyorum ama bunu kendimle yeniden savaşacak kadar önemli bulmuyorum. Çünkü, kendi içimde, yaşadığım anın muhasebesini çokça yaptım ben. Bu andan itibaren başkalarının söyleyecekleri ya da düşünecekleri, vizyona girmiş bir film üzerine edilen kelam hükmündedir. Benim açımdan olay kapanmıştır. Başkaları istediği gibi meseleyi tahlil eder ve hükmünü verir.

Sevgili Iraklılar,

Size anlatacağım olay bir gecede oldu ve bitti. O gece sizin için kabus dolu günlerin başladığı bir geceydi. Benim içinse…

Tarih 20 Mart 2003. Saat 24. Evde herkes yataklara çekildi. Bir ben kaldım ayakta. Bilgisayarımın başındayım. Masamda kağıt yığınları… Makaleler, kitaplar, fotokopiler, müsveddeler vs. Hazırlamam gereken bir ödev var ve kendimi tüm zerremle işime vermiş durumdayım. Manyaklar gibi çalıştığım, işime sıkı sıkı bağlı olduğum günler.

Televizyon açık. NTV, CNN, TRT arasında zap yapıyorum bir yandan da. Ekranda, bildik gazeteci yüzleri: Mehmet Barlas, Cengiz Çandar vs. Bir de emekli hariciyeciler var… Konu: ABD, Irak’a saldıracak mı? O günlerde, ABD, Irak’ta kimyasal silah bulunduğu bahanesiyle Irak’a saldırmaya karar vermişti. En sonunda Irak’a 48 saat süre tanınmıştı. 48 saatin sonunda savaş başlayacaktı. Ve işte bu 48 saat o gece saat 3’te dolacaktı. Ekrana çıkan herkes, olası bir savaşın etkilerini değerlendiriyordu.

Aklım önümdeki kağıt yığınlarında, bir yandan işimle meşgul oluyordum; bir yandan da göz ucuyla ekrana bakıyor, konuşmalara dinlemeye gayret ediyordum.

Her insanın “alıcılarının” açık olduğu saatler vardır. Galiba benim alıcılar gece yarısı daha faal. Saat 12 oldu, ev sessizleşti ve ben kendimi iyice işime verdim. Hazırlamam gereken bir ödevim var. Halletmem gereken ana konu “çekte vade olur mu?” Bütün hukuk kitaplarında çekte vade olmayacağı yazılıdır. Bunun istisnası yok. Fakat hoca konuyu bana “vadeli çek” diye verdi ve benim bu konuyu yazabilmem için öncelikle “çekte vade olur mu?” sorusunu “çekte vade olur” diye cevaplamam ve buna mantıklı gerekçeler bulmam lazım. Tüm zerremle bu soruna odaklandım. Çok bunaldığım anlarda başımı masadan kaldırıp ekrana bakıyorum ve “acaba bu gece ABD Irak’a bomba atacak mı?” diye de düşünüyorum. Sanki bu soru “çekte vade olur mu, olmaz mı?” diye kara kara düşünen bana soluk aldırıyor, adeta yorgunluğumu alıyor!!!

Bir yandan okuyor, bir yandan düşünüyor, bir yandan da bulduğum parlak fikirleri hemen not alıyorum. Çekte neden vade olmaz? Çünkü çek “para gibi” bir ödeme aracı. Parada vade olur mu? Olmaz. Düşünsenize, markete gidiyorsunuz, iki ekmek, bir gazete alıyorsunuz ve karşılığında 1 YTL veriyorsunuz. Fakat, paranın üzerine 1 ay sonrasının tarihini yazıyor, market sahibine de “bu parayı ancak bir ay sonra kullanabilirsin, çünkü bu vadeli” diyorsunuz. Olur mu? Olmaz tabi. Çek de, para gibi bir ödeme aracı olduğuna göre, çekte vade olmaması akla ve hukuka yatkın. Çek, imzalandıktan hemen sonra bankaya götürülüp nakte çevrilebilir. Fakat, uygulamada, çekin üzerine sonraki bir tarih yazılıyor ve o tarihe kadar çek sahibinin bankadan çeki bozdurmasının önüne geçiliyor. Şimdi, çek üzerine yazılan bu tarihe “vade” denilebilir mi? Bir açıdan evet, bir açıdan hayır. Evet vadedir çünkü, ödeme belli bir tarihe ertelenmektedir, vadenin esprisi de budur zaten. “Hayır değildir çünkü, çek sahibi çek üzerinde yazılı tarihten önce, bankada borçlunun parası olmadığını bile bile, bankaya gider ve borçlunun “karşılıksız çek” suçu işlemiş sayılmasına sebep olabilir. Çek sahibinin, çek üzerinde yazılı tarihten önce, bankaya gitmesinde ve çeki bozdurmaya kalkması hukuken mümkündür. Hesapta para olup olmaması çeki yazanın sorunudur.

İşte bu düşüncelerle, “çekte vade var mı yok mu, varsa nasıl var, vadeli çek bilimsel bir kavram mıdır” falan diye düşünerek saati 2 ettim. Kafam iyice yoruldu. Epeyce bir notta çıkarmıştım. Ödevin iskeletini kurmuş gibiydim. Geriye, bu iskelete bir kas giydirme işi kalıyordu ki, işin o kısmı nisbeten daha kolaydı. Fakat kas giydirme işine o gece başlamamın imkanı da yoktu, çünkü beynimi epey yormuştum.

Bilgisayarı kapattım, masamdaki kağıt yığınlarını toparladım ve koltuğa iyice yaslandım. Kumandayı elime alıp, yine NTV, CNN ve TRT arasında gidip geldim. Vakit yaklaşıyordu. ABD’nin Irak’a tanıdığı süre dolmak üzereydi. Acaba ABD Irak’ı bu gece bombalayacak mıydı? Bir süre, gazetecilerin ve hariciyecilerin ukalalılarını dinleyerek, kafamı dinlendirdim ve yorgunluğumu iyice üzerimden attım. O ana kadar, ekranda konuşulanlar, benim için “beyin çeşnisi” fonksiyonuna sahipken, birden durumun vahametini kavramaya başladım. Yahu SAVAŞ başlayacaktı bu gece!... Birileri başka birilerinin üzerine bomba yağdıracaktı. Bu gece birileri ÖLECEKTİ yani. Bense, ekranda olup bitenleri ağrıyan başım dinlensin kabilinden seyrediyordum.

Saat 3’e yaklaşıyordu. ABD’nin Irak’a verdiği süre dolmak üzereydi. İşim bittiği halde ekranın karşısından kalkmadım. Ne olacağını merak ediyordum ve şu iş olsun bitsin de öyle yatarım diye düşünüyordum. O an içinde bulunduğum insanlık-dışı durum iyice anlaşılsın diye cümlemi tekrar yazayım: “İşim bittiği halde ekranın karşısından kalkmadım. Ne olacağını merak ediyordum ve şu iş olsun bitsin de öyle yatarım diye düşünüyordum.” Şu iş dediğim, Bağdat’a bombaların atılması, yani insanların ölmesiydi. Evet, aynen böyle düşündüm o an.

Saat 3 oldu. Mühlet doldu. Herkeste bir beklenti. Acaba ABD Irak’ı bombalayacak mı? Haber spikerleri, topu yorumculara atıyorlar. Onlar da, bir gözleri Bağdat semalarını gösteren ekranlarda, ilk bombanın atılmasını bekliyorlar.

Saat 3 çeyrek oldu. Hala bomba atılmış değil. Beklenti artıyor. Kendi kendime sormaktan çekindiğim bir soru var. Sen neyi bekliyorsun? Git yatsana. Bombaların atılmasını önleyecek bir gücün mü var? Yok. O halde? Ve yavaş yavaş acı gerçeğin farkına vardım. Ben, o gece, o koltukta, gözüm ekranda, bombaların atılmasını bekliyordum. Evet, bombaların atılmasını. O an, atılacak bombalarla insanların öleceklerini pekala biliyordum ama vicdanımı ele geçiren bir kuvvet, ekranda karanlığa gömülmüş Bağdat’ın kırmızı alevlere boyanmasını arzuluyordu.

Saat 3 otuz oldu. İçimdeki Mr. Hyde uyanmış ve ruhumu tamamen ele geçirmişti. Nerdeyse “atın artık şu bombayı da gidip uyuyalım, sabah işimiz gücümüz var” diye ekrana bağıracaktım. O denli insanlıktan çıkmıştım.

Saat 3 kırkbeş oldu. Beklenti, artık kabak tadı vermeye başlamıştı. Uyku iyice bastırmıştı ama halâ Bağdat semalarında kırmızı alevler görünmüyordu. Sinirlenmiştim. Sanki vaktinde başlamayan bir konserde gibiydim ve en kötüsü konser hala başlamamıştı.

Saat 4 oldu. “Nihayet” evet “nihayet” Bağdat’ı gösteren ekranlardaki siyah rengin hakimiyeti kırıldı. Binalara çarpan bombalar, kırmızı alevlerle ve gri dumanlarla ekranı kapladı. Bombaların isabet ettiği yani SAVAŞIN başladığı o ilk an, ne acıdır ki, içimde insani bir üzüntü, insani bir isyan, insani bir yürek burkulması yaşanmadı.

Oysa, bilen bilir, ben pek yufka yürekli bir insanımdır. Türk filmlerinde yürekten çıkan bir söz, beni dakikalarca ağlatabilir, ağlatmıştır da. Toyluk zamanlarında kıldığım namazlarda da, başım secdeye koyduğum anlarda gözyaşlarına boğulduğum çok olmuştur. Hayatımda şiddet hiç olmadı, şiddete yatkın biri de değilim. Şu yaşıma gelene dek, elime hiç silah almadım. (Askere de henüz gitmedim.) Silaha ilgi de duymadım. Çocukken arkadaşlarım atari salonlarında vurdulu-kırdılı oyunlar oynarlardı. Bir defa bile atari salonuna gidip o oyunlardan oynamadım. Aksiyon filmlerini de pek sevmem. Ben daha durgun, daha insani yanımızı ortaya koyan filmlere ilgi duyarım.

Peki o halde, o gece içine düştüğüm insanlık-dışı hal neyin nesiydi? Şüphesiz ki, o kişi de bendim ve o vaziyetim de benden, yani beni ben yapan her şeyden (kişiliğimden, geçmişimden, hayallerimden, okumalarımdan, öğrendiklerimen, eğitimimden) bir parçaydı. O gece içine düştüğüm hali anlamak için çok uğraştım, vicdanımla yüzleştim. Sonunda “en ufak bir kendimi aklama çabası olmaksızın” şu yargıya ulaştım:

İnsanoğlu, doğrunun ne olduğunu, yapılması gerekenin ne olduğunu genelde çok iyi biliyor. Fakat, bazı nedenlerden ötürü doğruyu, yapılması gerekeni yapmıyor, yapamıyor. O gece, bende, düşündüklerimin, hissettiklerimin yanlış olduğunu bildiğim halde, kendime engel olamadım. Benimki belki de, bir gecelik yabancılaşma idi. İnsanın ruhuna yabancılaşması. Kimisi bu yabancılaşmayı bir ömür boyu yaşar ve hayat imtihanında kaybedenlerden olur; kimisi anlık yabancılaşmalar yaşar ve ancak adam-akıllı tevbe ederek ruhundaki siyah lekeleri temizleyebilir. Sanırım benimki anlık yabancılaşmalardandı.

Sabah olunca sadece tevbe etmekle yetinmedim, evveliyatında kelime-i şehadet de getirdim. Çünkü, o geceye kadar dinden çıkmadıysam, o gece dinden çıkmıştım.

Şimdi aradan üç buçuk yıl geçti. Irak her geçen gün karışıklığa ve felakete sürükleniyor. Ölü sayısı elliden aşağı düşmüyor. Artık öylesine kanıksadık ki “Bağdat’ta bugün şu kadar kişi hayatını kaybetti” türünden haberleri işittiğimizde, “şaşırmıyoruz” bile.

Sevgili Iraklılar,

Acılarınız yürekten paylaşıyorum gibi samimiyetsiz sözler sarf etmek istemiyorum. İçim dışım işte bu benim, gördünüz. Tek dileğim özrümü kabul etmeniz. Bu kadar…

Nam-ı Diğer Salavin
8 Eylül 2006 - ANKARA 

Empati


"... Edebiyat sayesinde başka insanları anlayan, kimseyi yargılamayan, günahlarından, hatalarından dolayı kimseyi mahkum etmeyen kişiler oluruz."

MURAT MENTEŞ

2 Haziran 2013 Pazar

ANILARA MEKTUPLAR - VII


Sevgili Tarih Dede,

Seninle birlikte çocukluğuma iniyorum. Belki ilk vurgunum, ilk hayal kırıklığım, ilk hüsranım sende gizlidir. Sen, bilinçaltımın en dip köşesindesin. Seni çıkarabilirsem oradan, ötekileri çıkarmak daha kolay olacak. Seni çıkarırsam oradan, belki yıllardır beni örseleyen, beni zincirleyen bir bağı atmış olacağım zihnimden. Bir denemekte fayda var. Bakarsın, olur.

Yıl kaçtı? 85 mi, 86 mı? Dördüncü sınıfta mıydım, beşinci mi? Hatırlamıyorum. Hatırladıklarım; uzun bir koridor, koridora dizilen sıralar, gür sesle söylenen İstiklal Marşları, siyah önlükler, gözlüklü ve sert bir müdür, babacan bir müdür yardımcısı, anaç bir öğretmen ve fakir ama çalışkan bir öğrenci…

Bir bayramdı işte. Hangisiydi unuttum. Bir tiyatro oyunu sergilenecekti. Kim seçti, niye seçti, neye göre seçti bilmiyorum ama beni “tarih dedeliğe” uygun gördüler. Tiyatro oyununu gösterime koyma vazifesini üstlenen öğretmenimiz, bana bir sayfalık metin verdi ve “bu ezberlenecek” dedi. Hayda ki ne hayda!.. Ezberlemek de bir şey değil de, iş onunla bitmiyor ki… Ya bir ya da iki prova yaptık, o kadar. Benim kızım geçen sene 23 Nisan’daki oyunlarda görev almıştı. Provalar Aralık ayında başlamıştı ve haftada iki gün toplanıyorlardı. Oysa biz, ya bir, ya iki defa prova yaptık. Yeterli deneyimimiz olmadan, birden bayram günü geliverdi ve hop diye sahneye salındık.

Tarih Dedeyim ya hani… Yaşlı olmam lazım. Yanaklarıma pamuktan uzun bir sakal yapıştırdılar. Sırtımda da galiba uzun bir kaftan vardı. Tarih Dede’den çok gölü maya çalmaya hazırlanan Nasrettin Hoca gibiydim.

Metni zorla da olsa ezberlemiştim. Evde yüksek sesle birkaç defa da okumuştum. Fakat, fazla prova yapmadığımızdan ötürü “ya başaramazsam” korkusu benliğimi iyice sarmıştı.

Sanırım, bir defada okunacak bir repliğim vardı. Ama uzun bir replik. Takdim gibi bir şey. O repliği okuyacak ve sahneden çekilecektim. Bütün rolüm bu yani.

Oyun başladı. Başladım, gür sesle ezberlediklerimi bağırmaya. İlk 5-6 cümle sanırım gayet iyiydi. Sonra hafızam bana nankörlük etti. Sağ olsun hemen yanı başımdaki öğretmenimiz açık açık suflörlük görevi de üstlenmişti. Benim teklediğim, takıldığım yerleri o tamamlıyordu. Sonlara doğru iyice çuvalladım; sesim çatalladı. Yüzüm kıpkırmızı oldu ama Allahtan beyaz pamuklar kırmızılığı kamufle ediyordu. Güç bela on dakika süren repliğin hakkından geldim ve hemen giyinme salonu olarak kullanılan öğretmenler odasına koştum. Tek başınaydım ve kendimi çok kötü hissediyordum. Asıl rolü o odada tek başınayken sergiledim ama kimse görmedi tabi. Masayı yumruklamalar, çöp kutusuna tekme atmalar, pamuktan sakalı yolmalar vs.

Sözün kısası, ilk rolüm, aynı zamanda hayatımda son rolüm oldu. Cesaret edip de, bir daha sahneye çıkıp oyunlarda görev almadım. Ama hayatımın her anında, tiyatroya saygı duydum ve en meşhurundan, en tanınmamışına kadar tüm tiyatro oyuncularına hep hayranlıkla dolu sevgi besledim. Ankara’da gittiğim oyunlarda da, sahneyi ulaşılmaz yüce bir mevki, oyuncuları da bizden çok farklı ve üstün insanlar olarak düşündüm. Ama sadece tiyatroda oynarken üstün insanlardı. Aynı oyuncuya televizyon ekranında rastladığımda nazarımda değerleri kalmıyordu. Ekranda böcek gibiydiler, sahnede ise dev gibi.

İşte böyle Tarih Dede. İlk ve son göz ağrım. Belki o gün rolümün hakkını verebilseydim, seni güzelce canlandırabilseydim, bana “ilk oyununuz hangisiydi, tiyatroya nasıl başladınız?” diye soranlara, seni anlatacaktım. Fakat, talihe bak ki, kimse bana bu soruyu sormadı, ben de kimseye o hayatta başarılı olmuş insanlara özgü kibirle karışık tatlı bir tebessümle, şöyle gevrek gevrek “ilk rolüm Tarih Dede’ydi” diyemedim.

Bana bu duyguyu yaşatamamış da olsan, yine de senin güzel yanaklarından öperim Dedeciğim.

Seni bilinçaltımdan çıkardım artık. Bundan sonra kalbimde tatlı bir hatıra olarak yaşayacaksın.

Belki bir gün bir oyunda görürüm seni ve seni oynayan çocukta kendi çocukluğumu.

Selametle dedeciğim.

Namı-ı Diğer Salavin
  8 Eylül 2006 - ANKARA 

101. Soru


Kağıt okuma savaşlarından yorgun ve yenik ayrıldığı için, final sınavını test yapmaya karar veren Hüseyin Ç. isimli Ankara artığının, 17 sayfadan ve 100 sorudan oluşan sınav kağıdına dair aşağıdakilerden hangisi söylenirse, vaki tecavüze karşı meşru müdafaa hükümlerinden medet umma imkanı doğabilir?

a)    17 sayfa derken arkalı önlü mü?
b)      Büt büt atıyor kalbim!
c)      Yazık valla kimin çocuğuysa.
d)     Seviyorsa gitsin konuşsun, bize niye zulmediyor ki?
e)      Hoca işin afedersiniz neyse yazmayayım çıkarmış işte.

Genşler haydi hayırlı traşlar!

Hüseyin Cem ÇÖL
2 Haziran 2013 – H 309 

“Söz Sizde” Demiştim…


Hayat aslında mutlu anılardan, umutlu gelecekten ve mutlulukla umudun içiçe girdiği şimdiden ibaret.  Kutucuklara yazdığınız "son" notlardan doyumluk değil "tadımlık" numuneler demeti hazırladım. Geçmişi tebessümle hatırlamamız dileğiyle... 

Aşk ile buyrun : 

Peyniri son soruda açık tabakta sunduğunuz için sağolun Hocam. Bunu da beraber katık etmiş olalım. Hep doğru cevabı bulabilenin mi karnı doyacak? (Görkem Azizoğlu-İktisat)

Ankara’ya gelince çay içmeye beklerim. Demetevler 2.caddede sahafçınız var biliyorum J (Mustafa Aksöz-İktisat)

Son soruda bahsettiğiniz gibi neşeyi her halükarda muhafaza hayatın idamesi için tek çaredir. Bir kez daha hatırlattığınız için teşekkürler. (Kübra İslamoğlu-İktisat)

Bu nota “Youtube”dan bir NEŞET ERTAŞ türküsü eklemek isterdim ama malum teknoloji o kadar gelişmedi. Hayatta hep altı çizili doğru seçeneklerle karşılaşmanız dileğiyle. (Caner Turan-İktisat)

Hocam siz bizi güldürdünüz. Allah da sizi güldürsün. (Betül Albayrak-İktisat)

Bütte görüşmek üzere Hocam J (Serdar Yıldız-İktisat)

Bütlerde görüşmemek üzere, hoşçakalın J (Esra Barutçu-İkitsat)

Teşekkürler hocam, yardımcı olursanız yolumuz açık olacak inşallah. (Zeynep Suiçmez-İktisat)

4. sınıfın sonunda hukuk dersini sevdirdiğiniz için teşekkür ederim. (Fatma Çetin-İktisat)

Yaptığım sorulardan emin değilim. Bütünleme sınavını zor sormayın lütfen Hocam… (Yasemin Ataseven-İktisat)

Hayatta inancınızı asla, hevesinizi asla kaybetmeyin Hocam. Sizi seviyoruz. (İlknur Tokmak-İktisat)  

Sizi ve sorularınızı unutmama imkan yok. Sağlıcakla kalın… (Şükran Öztürk-İktisat)

Web sitenizi sık kullanılanlar bölümüne aldım. Canım sıkılınca facebook’a değil önce sizin sitenize giriyorum. Paylaşımlarınızı çok beğeniyorum. Hakkınızı helal edin. (Gökmen Günaydın-İktisat)

Dersinize fazla giremedim, pek konuşamadım sizinle ama der ya Neşet Emmi mayasından anlaşılır insan. (Erdi Keskin-İktisat)

Sizin gibi sevgi dolu ve komplekssiz bir insan yetiştirdikleri için anne ve babanızın ellerinden öperim. Umarım içinizdeki sevgiyi kaybetmezsiniz. (Ahmet Gökbayrak-İktisat)

İnşallah uyku problemini başarıyla atlatırsınız hocam. Bu tavırla öğretmeye inatla devam etmeniz dileğiyle. (Hülya Kalmış-İktisat)

Sınav şıklarını hazırlayan bilgenin de dediği gibi “Her ne olursa olsun neşeyi hayatın temeline koymalı”. (Okan Ekşi-İktisat)

Hocam biz sizin hocalığınızdan, arkadaşlığınızdan, ağabeyliğinizden çok memnun kaldık, umarım siz de bizim öğrenciliğimizden memnun kalmışsınızdır. (Şengül Bayrak-İktisat)

Hayatımdaki en eğlenceli sınav kağıdı bu ve bundan sonraki hayatımda bu kadar eğlenceli sınavlara gireceğimi hiç düşünmüyorum J (Gamze Üstünay-İktisat)

Ticaret hukuku, icra-iflas hukuku bunlar okul dersleri… Biz sizden çok daha önemli şeyler öğrendik. Hakkınızı helal edin. (Hatice Şenel-İktisat)

Hocam beni unutmayın J (Pelin Durmuş-İktisat)

Tamam yaşlı sayılmam ama bana bu yaştan sonra kimsenin rol model olacağını düşünmezdim. Mezun olduktan sonra da sürekli blogunuzu takip edeceğim ki sizden ve fikirlerinizden ilham alıp kendi hayatıma empoze edebileyim. (Uygar Şahin-İktisat)

Kötü anıları unutarak, yaşattığınız güzellikler için minnet duyuyorum. “İdeal öğretici” profilimi güncellediğiniz için de teşekkür ediyorum. (Emel Türker-İktisat)

Hayat serüveninizde hep başarılar, size eşlik edecek iyi yoldaşlar ve fısıltı gibi eşlik eden Neşet Ertaş sesleri dilerim hocam. (Burcu Küçük-İktisat)

Sizi seviyorum hocam bakın altını da çiziyorum J (Emre Canıtez-İktisat)

Issız bir adaya düşsem okeye dördüncü sizi götürürdüm. (Emre Akçay-İktisat)

Hey! Teacher you’r soo cool. (Alper Perdecioğlu-İktisat)

Bu sınavınıza adam gibi çalışamadım. Bütün soruları kafadan salladım. Bütünlemeye kaldım anlayacağınız. Böyle durumlarda aklıma bir söz geliyor. “Vitam cum morte mutavit” (Ölümle hayatı takas etti.) Ben de sınavdan geçmekle geçmemeyi takas ettim. (Ziya Kars-İktisat)

Hocam gözlerim doldu şu anda. (Meltem Özçelik-İktisat)

Mesaj gönderilemedi, bütünlemede tekrar denenecek. (Alperen Karaman-İktisat)

Umarım şu an olduğu gibi, hayatta hep temiz kalırsınız. (Fatma Demir-Maliye)

Hocam keşke bütün soruları siz hazırlasanız. (Hayrettin Demirci-Maliye)

“Yeri, göğü aradım. Hiç mekanda bulamadım. Buldum insan içinde (Aynı sizin içiniz gibi)-YUNUS EMRE” (Aynur Ayçilek-Maliye)

Hukuk dersi bu kadar sıkıcıyken sizin bu dersi bu kadar keyifli hale getirmeniz gerçekten çok güzel. (Burcu Uçar-Maliye)

Bir iki soruda peyniri bulamadım hocam. (Bekir Can Karaca-Maliye)

Yüreğindeki güzellik sınav kağıtlarına yansımış birisiniz. (Derya Üstev-Maliye)

Doğru cevabın altı çizili diye itiraz eden olmadı çok şükür J (Volkan Duman-Maliye)

Son soruyu E şıkkı işaretlemeyi çok isterdim. (Tolga Dağ-Maliye)

58 Sivas ilinden Hüseyin hocam… Trabzon’da üç senedir bulunuyorsunuz burayı sevdim alıştım demenize hala aklım ermiyor. (Mustafa Turun-Maliye)

Canlar size kurban olsun… (Haşim Bulut-Maliye)

Vega’nın da söylediği gibi “Bu sabahların bir anlamı olmalı”. Doğan her güneşle kavuştuğumuz sabahlar var oldukça umudumuz da var olacaktır. Adına hayat denen bu yolda umutlarıma ışık olduğunuz için teşekkür ederim. (Fehime Öztunç-Maliye)

Yanlışlar da doğruları götürmeyeymiş iyiymiş… (Murat Yiğiter-Maliye)

Sizin bizi sevdiğiniz gibi biz de sizi seviyoruz hocam... (Tuğba Yücel-Maliye)

f-2010-2011 şampiyonu Trabzonspor’dur! J (A.Özkan Bolat-Maliye)

J ” (Seçkin Eren-Maliye)

Keşke hepsinin altı çizili olsa idi… (Semra Aytaş-Maliye)

Ayrılık vakti gelince kalemden kelam dökülmüyor hocam. İçi sızlıyor insanın. Daha da büyüdüğümüzün kanıtı olacak olan diplomalarımızda sonsuz hakkınız var, HAKKINIZI HELAL EDİN. (Hasret Çeküç-Maliye)

Hüseyin Cem ÇÖL
2 Haziran 2013 – H 309