Nisan ayında bir yazı eklemiştim buraya. Çeyrek asır önce
öğrencisi olduğum Lütfü Kengeç’i ve onun şahsında benliğimde, kişiliğimde, en
önemlisi yüreğimde iz bırakan öğretmenlerimi birer birer yad etmiştim. Ve
yazıyı şöyle bağlamıştım: “İnsanın bu dünyada başına gelebilecek en büyük şans
nedir? Henüz sağını solunu bilmediği yeni yetmelik çağlarında, ona
davranışıyla, konuşmasıyla, bilgisiyle, görgüsüyle örnek olabilecek; hayatına
yön vermesinde elinden tutacak; sağduyulu, hoşgörülü, kendisini bilen
öğretmenlerle yolunun kesişmesidir.”
O yazı ilkin hiç beklemediğim yerden dalga verdi. Lütfü
Kengeç hocadan birlikte ders aldığımız, benim için hiç de sıradan olmayan bir sıra
arkadaşım, ta Edremit’ten selam sarkıttı. Doğrusu ne çok şaşırmış ve ne çok
sevinmiştim. Bir çocukluk arkadaşımla, çeyrek asır sonra, nette bile olsa,
karşılıklı bir-iki kelam edebilmek ender yaşanacak mutluluklardandı.
O yazının ikinci dalgası, üç gün önce, Perşembe günü
sahilime vurdu. Perşembe sabahı dersimi bitirdikten sonra odama çekilmiştim. Oda
telefonu çaldı. Açtım. Karşımda ağır ve oturaklı bir ses. “Hüseyin Cem Çöl’le
görüşebilir miyim?” dedi. “Benim, buyurun” dedim. “Ben” dedi, “Tahsin Özener…” Daha
ön adını söyler söylemez tanıdım öğretmenimi, gayrıihtiyari “aaaa…” nidası
koptu ağzımdan. Nasıl şaşırdım, nasıl sevindim o an anlatamam. Tahsin Özener
bu, nam-ı diğer Baba Tahsin, benim 22 sene önceki Edebiyat öğretmenim.
Memleketi Adana olmasına rağmen, uzun yıllar Sivas’ta çalıştığı için eh artık
biraz da Sivaslı sayılabilecek, Sivas Lisesi’nin babacan, halden bilir, sıcakkanlı,
sert gözüken ama aslında yumuşacık kalbe sahip hocası. Sivas Lisesi deyince
aklıma gelen ilk kişi.
Nisan ayında yazdığım yazıyı okumuş. Adını zikrettiğimi
görünce mutlu olmuş, bana ulaşmaya çalışmış ancak yaz tatili olduğundan okullar
açılınca ararım diye düşünmüş. Neler konuştuk, neler söyledi o anın heyecanına
karıştı. Aklımda kalan emekli olduğu, Çeşme’de emekli öğretmen eşiyle birlikte hayatını
sürdürdüğü, çocuklarını büyüttüğü, evlendirdiği, hayata kazandırdığı… Dahası…
Dahası biraz şaşkınlık, çokça mutluluk… Geçmiş ve bugün arasında salınan kırık
cümlecikler…
Tahsin Hocamın sadece bir yıl öğrencisi olabilmiştim. Lise 1
ve 2’yi Divriği’de okuduktan sonra, üniversite sınavına daha iyi hazırlanmak
için lise son sınıfı (92’de liseler üç sınıftı) Sivas’ta Sivas Lisesinde okumuştum.
O sene, şimdi rahmetli olan babaannemin yanında kalmıştım. Lise, benim için
sıkıntılıydı. Hiç de tembel bir öğrenci değildim, fakat ders notlarım berbat
ötesiydi. Velim, Sivas Lisesi memurlarından, birkaç sene önce acı bir şekilde
vefat eden (Allah rahmet eylesin), babamın da yakın arkadaşı olan Kartalcı
namıyla bilinen sert, dediğim dedikçi biriydi. Üniversite sınavında sözel
tercih yapacağımdan “Edebiyat sınıfına beni yazdırın” demiş idim, fakat kimseye
derdimi dinletemedim. Kartalcı ne dediyse o oldu: “Edebiyat sınıfları yaramaz
olur, oraya yazdırırsak okumaz, en iyisi Matematik sınıfı” dedi. Ve ben bir
sene boyunca, hiç anlamadığım ve ÖSS-ÖYS’de hiç işime yaramayacak olan Kimya,
Fizik, Biyoloji gibi derslerle boğuşmak zorunda kaldım. Bu derslerin her sınavından
da büyük bir istikrarla 0 (yazıyla sıfır) alıyordum. Okul bittiğinde karnemde
üç zayıf vardı sözün kısası. Aslında deli gibi çalışkan bir öğrenciydim. Fakat
benim ilgim tarih ve edebiyat derslerine idi. Diğer dersleri “almıyordu” kafam.
Allahtan o sene Ankara Hukuk gibi kalburüstü bir fakülteyi kazanmayı becerdim
de, onun hatırına, o üç dersten bütünlemede geçirip beni mezun ettiler. O
mezuniyetin müsebbibi de çok iyi biliyorum ki Tahsin Hocam idi.
Lise, benim için sıkıntılıydı dedim. O üç belalı dersten (Kimya,
Fizik, Biyoloji) başka okula gelip gitmek de ayrı bir dertti. Sivasın kıyısında
bir mahalledeydi babaannemlerin evi. Sivas Lisesi ise şehrin tam göbeğinde. O
yolu, Sivas’ın insanı yürürken donduran ayazında, sabahın altı buçuğunda her gün
yürümek ölümden beterdi. Devamsızlık hakkımı itinayla doldurmuştum o sebepten.
Sınıf da ayrı bir dertti. Daracık yerde 54 kişi, her sırada
3 kişi. Ders dinlemeyi hiç sevmezdim. Derslerde hiçbir şey öğrenemezdim. Zaten
hayatım boyunca da “dinleyerek” öğrenen biri olmadım. Hep, yalnız başıma kendim
okuyarak öğrendim her ne öğrendimse hayatta.
O sene kendimi huzurlu hissettiğim, sınıfta olmaktan haz
aldığım tek dersti Edebiyat. Sadece dersin hocasına duyduğum sevgi ve saygıydı
bunun sebebi. Edebiyat zaten, hayatıma damardan girmişti lisenin ilk iki
senesinde. Tahsin Hocadan Edebiyat dersi aldığım o sene ise, edebiyat sevgisi adeta
kök salmıştı benliğimde. Hocamın, beni yazmaya teşvik edici sözleri, yazdığım
kompozisyon ödevlerine yüksek not vermesi de, edebiyat sevgimi ateşliyordu. Sadece
edebiyat değildi elbette. İnsana, insanlığa, vatana, milletle dair Hocanın o
ağır üslubuyla ağzından çıkan her söz, yüreğime işliyordu.
Lise bitip üniversite hayatına başladıktan sonra da Tahsin
Hocamı unutmadım. Her yıl, hiç değilse bir kez bile olsa, Sivas Lisesine gidip
kendisini ziyaret ettim. Ne zaman ki fakülte bitti, hayat derdi başladı, bir
daha irtibat kuramadım hocamla.
Bu yazıyı burada noktalamak isterdim. Fakat içimdeki “keşke”
kendisini yazdırmak istiyor. Belki yanlış yapıyorum ama o “keşke”yi yazmazsam
bu yazı çok eksik kalacak.
*
Hayatımın hiçbir döneminde unvan delisi olmadım. İsmimin
önüne konulabilecek unvanlarla itibar kazanmak yerine kişiliğimle itibar
kazanmayı yeğledim. Aziz Nesin’in “insan, hak etmediği şeyin sahibi olamaz”
sözünü kendime şiar edindiğimden, 28 Haziran 2010 felaketine rağmen, hak
etmediğimi düşündüğüm unvanlara sahip olmadığım için kendimi yenik ve mutsuz da
hissetmedim. Kibir kokan hal ve tavırlarına maruz kaldığım, tüm cakalarının
unvanlarından ileri geldiğini sezdiğim, unvanları adlarının önünden alınınca
tüyleri yolunmuş kazlara döneceklerini pekala bildiğim çakma firavunlarla
zorunlu karşılaşma ve aynı ortamda bulunma anlarında bile, “her ne pahasına
olursa olsun, köprüyü geçerken her ne yapılması gerekiyorsa yapsaydım da, keşke
ben de şimdi unvan sahibi olsaydım” duygusuna asla kapılmadım. Ben böyle
güzeldim çünkü, hem de çok güzeldim.
Ama ilk kez, bunu tüm samimiyetimle söylüyorum, hayatımda ilk
kez, Perşembe günü hocamla konuşurken, ismimin önünde, her ne pahasına olursa
olsun, ister hak edilerek, ister hak edilmeyerek alınsın, en azından Dr. unvanı
olmasını çok ama çok istedim. Gerçi hocam, beni bu halimle bile çok övdü, çok
methetti, blogdaki yazıları okuduğunu, benim iyi bir eğitimci ve iyi bir baba olduğuma
inandığını, öğrencilerimin ve çocuklarımın çok şanslı olduğunu, benimle gurur
duyduğunu söyledi. Onun övgülerine mazhar olmak benim için nice unvanlardan çok
daha değerli ama yine de 22 sene sonra onun karşısına çıktığımda, adımın önünde
kalabalık bir unvan ordusu sıralansın isterdim.
Sırf, hocama “işte benim yetiştirdiğim öğrenci bak nerelere
gelmiş, onun geldiği mevkilerde, makamlarda benim de payım, benim de emeğim var”
dedirtebilmek için.
Ah keşke.
Hüseyin Cem ÇÖL
7 Ekim 2013 – Pelitli