İkibinsekizin son ayı... Yaşamanın ağır geldiği, hayatın üzerime fena abandığı bir dönem. Depresyon otağ kurmuş bedenimde, gitmek bilmiyor... Kendime gelmem için ya dünya bana esaslı bir yumruk atacak ya da ben dünyaya esaslı bir yumruk atacağım. İkincisine gücüm yok, fersizim, ikinciden vazgeçmişim birincisine bile çoktan razıyım. Yeter ki, köklü bir değişiklik olsun hayatımda. Tek dostum Lustral olmuş, el atan, omuz çıkan da yok etrafımda. Hep sallantıda kalmaktansa, yere iki seksen yığılmak yeğdir diye düşünüyorum. Sallanan adamın kendini toparlaması zor, yere yığılmış adamın ise artık kaybedecek birşeyi yok, ayağa kalkmaya çabalamak dışında bir seçeneği kalmamıştır çünkü.
Allah da bana hak vermiş olacak ki, gönlümden geçeni aynen kaderime yazdı, sağolsun beni iki seksen yere uzattı, ikibinonun yirmisekiz Haziranında.
Oraya gelmeden, döneyim ikibinsekizin son ayına.
Elvankent'te bir Pazar sabahı... Geç yatıp, geç kalkmayı alışkanlık edindiğim bir günlerden bir gün... Sabahla öğle arası bir vakit yatakta gözümü açtığımda, henüz gördüğüm rüyanın tesiriyle yüzümde tarifsiz bir tebessüm. Eşim, elbise dolabının yanına diz çökmüş, yıkanmış çamaşırları katlayıp dolaba yerleştiriyor. Beni yatakta tebessüm eder vaziyette uyanmış görünce "hayırdır" dedi. Bir rüyanın ortasında uyandığımı söyledim. Bir kız çocuğu, küçük, 3-4 yaşlarında, türlü şirinlikler yaparak kendisini bana sevdirmeye çalışıyor rüyamda. O benim doğmamış kızım. Onu sevmiyor muyum ki, kendini bana sevdirmek için çabalıyor? İnsan olan, kızını sevmez mi? Hem de böylesi bir güzel cimcimeyi.
Elbise katlamayı bırakan eşim yanıma uzandı. "Bir çocuğumuz daha olsun ister miydin?" dedi biraz hüzünlü. Vereceğim cevabı çok iyi biliyor oysa. Bir çocuk sahibi olmak, o günlerde isteyebileceğim en son şey. Zaten bir kızım, bir oğlum var, bir yenisinin gereği yok. Hem türlü dertlerin ortasında cebelleşirken ve hiçbirini alt edemiyorken, yeni bir bebek neyimize? "Ben iki aylık hamileyim", dedi. Şaka sandım. Hamile kaldığını bir ay önce öğrenmiş ama bana söylememiş, ters bir tepki vereceğimden çekindiğinden. Sonra ağladı. Çok ağladı. Ne diyeceğimi bilemedim.
Yeniden baba olacağım için sevindim mi? O an, kısa bir an, rüyanın üzerine o haberi duyunca, şaşkınlığın verdiği bir sevinç hasıl oldu, olmadı değil. Ama sonraki birkaç gün... Daha doğmadan rüyama bile giren bu bebekten bir an önce kurtulmak isteği hiç aklımdan çıkmadı. İnançsız biri sayılmam, fakat, hiç olmadık bir vakit kapıyı çalan bu veledi içeri buyur etmemek için, günahı çoktan göze almıştım, geriye hastaneden randevu almak için eşimi ikna etmek kalmıştı. Elbette razı olmadı, hangi anne razı olur ki... Baskılarıma dayanamayınca razı olur gibi yapıp beni günlerce oyaladı, hastaneye gitme işini hep erteledi, sonrasında aile efradı hamilelik haberini alınca iş benim kontrolümden çıktı, veletten kurtulma ümidim tamamen suya düştü. İçindekini saklayabilen biri değilimdir. Sıkıntımı, mutsuzluğumu pek kolay yansıtırım. Maalesef, eşime hamilelik döneminde, doğacak çocuğu istemediğimi hep belli ettim. Bu da benim gerçekleşmeyen ama gerçekleşmesini istediğim birinci günahımdan sonraki ikinci günahımdır.
Ertesi yılın Ağustos ayında dünyaya geldi rüyamdaki kız çocuğu. Annemin adını verdik: Ayşe. Bir de yanına Naz'ı ekledik.
Sonra zaman aktı... O büyüdükçe, ben de onunla birlikte düştüğüm yerden ayağa kalkmak için çabaladım durdum. Hâlâ da çabalamaktayım. Bu kadar çaba niye? Prensesin gözlerindeki canlılık sönmesin diye, hayata hep böyle tutkulu bakabilsin diye.
Çabalarımı takdir edecek, günahlarımı bağışlayacak af makamı, Tanrı, belki de kızımın gözleridir.
Hüseyin Cem ÇÖL
28 Ekim 2013 - Pelitli