9 Kasım 2013 Cumartesi

Avcı


Nurettin Topçu (1909-1975)
“Bugün talebelik, artık ilim yolculuğu değil, diploma avcılığıdır” demiş merhum Nurettin Topçu. “Ömür boyu talebelik” diyebileceğimiz akademisyenlik için de benzer bir söz söylemek yanlış olmaz:

“Bugün akademisyenlik, artık ilim yolculuğu değil, unvan avcılığıdır.”


Hüseyin Cem ÇÖL
9 Kasım 2013 – H 309

"Noviembre" : Devrim Bir Hayaldir Oğlum



Sanat, hele de tiyatro dünyayı, kurulu düzeni, para merkezli hayat döngüsünü değiştirebilir mi?

İnsan, bu soruya evet demek istiyor ama hayalci görünmemek için gerçekçilik limanına sığınmayı daha akıllıca buluyor. Gönül “keşke” diyor, akıl ise “boş hayal…”

Alfredo, keşkeyle yetinmedi, bir adım ötesine geçti, “evet” diye yanıtladı sorunun cevabını ve cevabını eylemiyle bütünledi. Lafta kalmadı.

Alfredo, bir gaye uğruna hayatını feda etti.

Alfredo, ne çok ağlattı beni bu gece.  

Beni ağlatan filmler var olduğuna göre, bende de, dünyada da, sanatta da hala umut var demektir. 

Umut varsa demek oluyor ki evet, sanat dünyayı değiştirebilir. Belki bir devrim keskinliğiyle bıçak gibi olmayacak bu değişim ama evrim sakinliğinde yavaş yavaş, adım adım, azar azar…

Devrim bir hayaldir oğlum, evrimdir gerçek olan.

Hüseyin Cem ÇÖL
9 Kasım 2013 – Pelitli

7 Kasım 2013 Perşembe

Beyinde Olup Bitiyor Her Şey


15 Şubat 1988 : Hiç üşümedim, hani o sömestir tatilinde, Sivas’ın ayazında, üzerimde ince kabanla, yolu da uzatmak pahasına, senin evinin önünden geçip amcamın dükkanına çalışmak için giderken. İlk ergence yanış. 21 Haziran 1992 : Yorgun ama huzur dolu bir beden iniyor Nalbantlarbaşı’ndaki o lisenin merdivenlerinden. Tebessüm etmiyorum, tebessümün kendisi olmuşum. Yürüyen yorgun bir neşeyim. Hep o halimi aradım hayatım boyunca. Geride bıraktığım zirve noktası. 3 Şubat 2003 : O kitabı da almayıver. 4 Şubat 2003 : Hadi aldın, o kitabı da okumayıver. 25 Eylül 1979 : Küçük bir baş, duvara kollarını dayamış, sokağa bakmakta. İlk bakış değil belki ama ilk hatırlayış. Hayat ona ne katacak, o hayata ne katacak? Göreceğiz. 6 Kasım 2013: Görülmüştür. 23 Haziran 2012 : O surata tükürmeliydim. 18 Eylül 2006 : İçimizde bir yara. 24 Ekim 2011 : Ölü bir beden kışlanın ortasında, başı yana düşmüş, çene altından giren kurşun deliği, miğferi delerek çıkmış. İlk taşlaşma. Ne kadar duyarsızsan, o kadar rahatsın bu dünyada. Hayat, soğuk bir eşek şakası Tanrının insana sunduğu. 28 Haziran 2010 : “Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır.” 15 Aralık 2010 : Göz anjiyosu oldum. Tamam, çıkabilirsin Nesibe. 15 Kasım 2005 : Kafesin içinde ancak aynada gördüğün aksinle kavga edersin. 7 Mart 2007 : “Yaşanmayan bir hayatın cürmünü sorma benden”. 20 Temmuz 1996 : İyi mi yaptım, kötü mü yaptım bilmiyorum ama yaptım işte. Sorgulamak anlamsız. 21 Aralık 2011 : Sarıkamış kayak merkezinin tepe noktası. Bir ben, bir beyaz dağlar, bir de Allah. Hayata ve dünyaya haşyetle bakış. Dibine kadar Allah var ve dibine kadar Allah yok düşünceleri sarmalında zonklayan bir beyin. 15 Eylül 1980 : Cami tuvaletlerinin üstünde eli silahlı askerler. Bir çocuk darbeye bakıyor. 4 Aralık 2006 : Ay parçasının rüzgarına kapılınacak ve bir müddet savrulunacak. Alın yazısı. 19 Aralık 2010 : Sis dağıldı.

7 Kasım 2013 : Sis dağıldı mı?

Hüseyin Cem ÇÖL
7 Kasım 2013 - Pelitli 

1 Kasım 2013 Cuma

"Kasım'da Aşk Başkadır": Kasım Ayında Bir Numara Yok, Boşuna Umutlanmayın!



Geçen yıl Kasım ayı girince, hatta girmeden Ekim’in son haftasında, tweet aleminde “Kasımda Aşk Başkadır” geyiğinin döndüğüne tanık olmuştum. Dün akşam, bilhassa baktım, yine aynı geyik gırla gidiyor. Charlize Theron’la Keanü Reeves’in başrolde oynadıkları bu filmi hep duyardım da, şöyle baştan sona izlemişliğim yoktu. Gece, saatler Kasım’a yuvarlandıktan on dakika kadar sonra nette buldum filmi ve başladım izlemeye. Açıkçası film beni pek sarmadı, zaten izlerken daha yarısına gelmeden uyuyakaldım. Kalan kısmı da, gün ortasında izledim, yine fikrim değişmedi.  

Gerçi bu işlerden pek anlamam, aşk mevzubahis olduğunda görüşü dikkate alınacak en son kişiyim. Ancak hepten de cahil sayılmam, benim de kendimce bildiklerim var. O da şu: Aşk dediğin hesapsız ve kendiliğinden yaşanırsa bir anlam taşır. Bu filmde ise Nelson ile Sara arasındaki ilişki dibine kadar hesap kitap işi ve asla kendiliğinden değil. Hatta ortada aşk da yok, olup biten bir terapi. Filmin ilk yarısında hasta Nelson, doktor ise Sara. Filmin ikinci yarısında ise anlıyoruz ki, aslında doktorumuz hastaymış ve asıl terapiye ihtiyacı olan da kendisiymiş. Senaryoyu bizim İncir Reçeli’nden araklamışlar ya da iyiniyetli konuşalım biraz esinlenmişler. İncir Reçeli’nin sonraki tarihte çekildiği bilgisini unutalım gitsin. Özetle, kendini tedavi etmek amacıyla hastasını tedavi eden bir doktor var karşımızda. Aşk bunun neresinde? Kıyısında. Aşk sadece bir araç. Aşk araçsa, aşk yok demektir. Dolayısıyla Kasım’da “başka” olan da, aşk değil, sadece terapi.

Biraz sert bir yorum oldu, kabul. Baştan demiştim, gönül işlerinden pek anlamam diye.

Hüseyin Cem ÇÖL
1 Kasım 2013 - H 309

30 Ekim 2013 Çarşamba

Lüzumsuz Adam ve Hoca


Lüzumsuz Adam - Hocam şu kız başını örtmüyor/mini etek giyiyor/başını örtüyor/başını örtüyor ama kot pantolon giyiyor/başını örtüyor ama makyaj yapıyor/başını açıyor/başını örtüyor ama saçı görünüyor/tesettüre tam uymuyor/tesettüre hiç uymuyor/başını örtüyor ama dinin emri diye değil kendine yakıştırdığı için/başını örtüyor ama dinin emri diye değil siyasi simge olsun diye/başını örtüyor ama dinin emri diye değil iktidara yaranmak için...

Hoca - Bana ne!

Lüzumsuz Adam - Ama hocam, o kız senin kızın?

Hoca - O zaman sana ne!

Hüseyin Cem ÇÖL
30 Ekim 2013 - Pelitli

28 Ekim 2013 Pazartesi

Küçük Prensesim




İkibinsekizin son ayı... Yaşamanın ağır geldiği, hayatın üzerime fena abandığı bir dönem. Depresyon otağ kurmuş bedenimde, gitmek bilmiyor... Kendime gelmem için ya dünya bana esaslı bir yumruk atacak ya da ben dünyaya esaslı bir yumruk atacağım. İkincisine gücüm yok, fersizim, ikinciden vazgeçmişim birincisine bile çoktan razıyım. Yeter ki, köklü bir değişiklik olsun hayatımda. Tek dostum Lustral olmuş, el atan, omuz çıkan da yok etrafımda. Hep sallantıda kalmaktansa, yere iki seksen yığılmak yeğdir diye düşünüyorum. Sallanan adamın kendini toparlaması zor, yere yığılmış adamın ise artık kaybedecek birşeyi yok, ayağa kalkmaya çabalamak dışında bir seçeneği kalmamıştır çünkü.

Allah da bana hak vermiş olacak ki, gönlümden geçeni aynen kaderime yazdı, sağolsun beni iki seksen yere uzattı, ikibinonun yirmisekiz Haziranında.

Oraya gelmeden, döneyim ikibinsekizin son ayına.

Elvankent'te bir Pazar sabahı... Geç yatıp, geç kalkmayı alışkanlık edindiğim bir günlerden bir gün... Sabahla öğle arası bir vakit yatakta gözümü açtığımda, henüz gördüğüm rüyanın tesiriyle yüzümde tarifsiz bir tebessüm. Eşim, elbise dolabının yanına diz çökmüş, yıkanmış çamaşırları katlayıp dolaba yerleştiriyor. Beni yatakta tebessüm eder vaziyette uyanmış görünce "hayırdır" dedi. Bir rüyanın ortasında uyandığımı söyledim. Bir kız çocuğu, küçük, 3-4 yaşlarında, türlü şirinlikler yaparak kendisini bana sevdirmeye çalışıyor rüyamda. O benim doğmamış kızım. Onu sevmiyor muyum ki, kendini bana sevdirmek için çabalıyor? İnsan olan, kızını sevmez mi? Hem de böylesi bir güzel cimcimeyi.

Elbise katlamayı bırakan eşim yanıma uzandı. "Bir çocuğumuz daha olsun ister miydin?" dedi biraz hüzünlü. Vereceğim cevabı çok iyi biliyor oysa. Bir çocuk sahibi olmak, o günlerde isteyebileceğim en son şey. Zaten bir kızım, bir oğlum var, bir yenisinin gereği yok. Hem türlü dertlerin ortasında cebelleşirken ve hiçbirini alt edemiyorken, yeni bir bebek neyimize? "Ben iki aylık hamileyim", dedi. Şaka sandım. Hamile kaldığını bir ay önce öğrenmiş ama bana söylememiş, ters bir tepki vereceğimden çekindiğinden. Sonra ağladı. Çok ağladı. Ne diyeceğimi bilemedim.

Yeniden baba olacağım için sevindim mi? O an, kısa bir an, rüyanın üzerine o haberi duyunca, şaşkınlığın verdiği bir sevinç hasıl oldu, olmadı değil. Ama sonraki birkaç gün... Daha doğmadan rüyama bile giren bu bebekten bir an önce kurtulmak isteği hiç aklımdan çıkmadı. İnançsız biri sayılmam, fakat, hiç olmadık bir vakit kapıyı çalan bu veledi içeri buyur etmemek için, günahı çoktan göze almıştım, geriye hastaneden randevu almak için eşimi ikna etmek kalmıştı. Elbette razı olmadı, hangi anne razı olur ki... Baskılarıma dayanamayınca razı olur gibi yapıp beni günlerce oyaladı, hastaneye gitme işini hep erteledi, sonrasında aile efradı hamilelik haberini alınca iş benim kontrolümden çıktı, veletten kurtulma ümidim tamamen suya düştü. İçindekini saklayabilen biri değilimdir. Sıkıntımı, mutsuzluğumu pek kolay yansıtırım. Maalesef, eşime hamilelik döneminde, doğacak çocuğu istemediğimi hep belli ettim. Bu da benim gerçekleşmeyen ama gerçekleşmesini istediğim birinci günahımdan sonraki ikinci günahımdır.

Ertesi yılın Ağustos ayında dünyaya geldi rüyamdaki kız çocuğu. Annemin adını verdik: Ayşe. Bir de yanına Naz'ı ekledik.

Sonra zaman aktı... O büyüdükçe, ben de onunla birlikte düştüğüm yerden ayağa kalkmak için çabaladım durdum. Hâlâ da çabalamaktayım. Bu kadar çaba niye? Prensesin gözlerindeki canlılık sönmesin diye, hayata hep böyle tutkulu bakabilsin diye.

Çabalarımı takdir edecek, günahlarımı bağışlayacak af makamı, Tanrı, belki de kızımın gözleridir.

Hüseyin Cem ÇÖL
28 Ekim 2013 - Pelitli 

27 Ekim 2013 Pazar

Rabia'nın İzinde


Başlangıcını ve sonunu bildiğim uçsuz bucaksız bir yolun başında gibiyim. Başlangıç belli ve çok yalın: Sadece Tanrı var. Yolun sonu da belli: O’na döneceğiz, O’na yürümekteyiz. Arada kalan her ne varsa boşlukları doldurmak biz insanların elinde. Bir yönüyle heyecan verici bir süreç bu. Tanıdıkça, öğrendikçe, merak ettikçe, çoğaldıkça yakınlaşacağız O’na. Öğrenmeyi öğrenciye bırakan bir süreç bu. Öğretici sadece bunun için gerekli bir araç bahşetmiş öğrencisine: Akıl. Bu işin sonunda bir mükafat ya da ödül var mı belli değil. Fakat bu önemli de değil. Çünkü öğrenmenin kendisi mükafat, yolda yürümek mükafat, keşfetmek mükafat. Ve tüm bu sürecin temelinde korku ve çıkar yok. Bir çıkar umarak yolda yürümüyorum, tökezlersem cezalandırılacağım diye bir korkum da yok. Ceza varsa eğer aklımı kullanmayı bırakıp, hayatın, yaşamanın güzelliğini keşfedememek olsa gerek. Yolun sonunda beni neyin beklediğini de bilmiyorum. Ama umuyorum ki, yolun sonu da, yol kadar güzel olacak. Çünkü yolun sonunda da O var, yolda da O olduğu gibi.

Hüseyin Cem ÇÖL
6 Nisan 2013 - Pelitli

24 Ekim 2013 Perşembe

İhvan


Thomas Paine de benim kardeşimdir.
Hüseyin Cem ÇÖL
  24 Ekim 2013 - H 309

23 Ekim 2013 Çarşamba

Tuhaf Yaza Gecikmiş Bir Requiem


"Sen emeğin fotoğrafını çekebilir misin Abidin?" 

Lafı uzatmayacağım.

“İnsan, sevdiği işi yapıyorsa, çalışıyor sayılmaz” demiş adamın biri. Bu sözün doğruluğunun yaşayan kanıtı işte şu üstteki fotoğraf. Koskoca bir yaz mevsimini; farklı, doyurucu, içeriği zengin, okuması kolay ve meslek sınavlarında da işe yarayacak ders dokümanları hazırlamakla geçirdim. Benim açımdan çalışkanlıkla tembelliğin, mutlulukla mutsuzluğun, sıradanlıkla sıradışılığın içiçe geçtiği tuhaf bir yazdı gerçekten. Zıt duyguların içinde, gelgitlerle günlerimi geçirsem de, öyle ya da böyle, gayreti hiç elden düşürmedim ve ortaya işe yarar ürünler çıkarabildim. Şimdi geriye dönüp baktığımda çalıştım sayabilir miyim kendimi? Bütün bir yazı günde en az sekiz saat ekran başında geçirdiğime göre evet çalıştım denebilir. Avare avare kitap okuduğum anlarda kendimi niyeyse mutsuz, derslerle uğraştığımda ise kendimi mutlu hissettiğime göre, hayır ben çalışmadım, sadece sevdiğim işi yaptığım için hoşça vakit geçirdim.  

Tuhaf yaz bitti. Güz bereketiyle geldi. Haftada 12 defa er meydanına çıkmama rağmen, ben yine çalışıyor sayılmam. Çalışmadan para kazanmak, böyle bir şey olsa gerek.

Anladın sen onu.

Hüseyin Cem ÇÖL
23 Ekim 2013 – H 309

21 Ekim 2013 Pazartesi

Her İnsanın Hayatında "Gitme Kal" Diyen Biri Mutlaka Olmalı


"Her insan kendi içinde bir oda taşır."
F. KAFKA 

-         Yoruldum.
-          Farkındayım.
-          Eve gidesim yok.
-          Bu gece bende kal. Hem işe geç kalma derdin de olmaz. Dükkan alt katta ne de olsa.
-          Yakışık alır mı sende sabahlamak?
-          Neden olmasın? Çok darlanırsan, bekçi edasıyla koridorları turlarsın.
-          Hah, oldu. Bütün kuşları öptük, bir leylek kaldıydı. Ne işim var gecenin kör karanlığında koridorlarda? Zaten uçtu uçacak bir aklım var, onu da karanlıklarda hortlak avlayarak ziyan edemem.
-          O vakit sen de yatarsın şuracıkta. Hava aydınlanana kadar da odadan dışarı çıkmazsın.
-          Kesiksiz uyuyan biri değilim ki. İllaki uyanacağım bir vakit. Açarım ışığı, seni de rahatsız ederim.  
-          Yok ben rahatsız olmam. Sen keyfine bak.
-          Ben gitsem iyi olacak.
-          Kal lütfen.
-          Kalamam. İki dakikalık yol zaten. Yolda göz kapaklarım kapanmazsa, bir sıkıntı yok. 93.6’yı da açarım, Coşkun Sabah’ımı, olmadı Sibel Can’ımı dinlerim, “unutma beni” derim, “rüyalarda buluşuruz” derim, bir bakmışım evdeyim. Hem insanın yeri, evidir.
-          İyi o halde. Yarın sabah görüşürüz.
-          Allahaısmarladık.

Hüseyin Cem ÇÖL
21 Ekim 2013 – H 309