Ahmet Ümit’i severim. Gerçi, çok
kitabını okumuş değilim. Başımda kavak yellerinin estiği zamanlarda, Ankara’da Olgunlar
Sokaktan satın alıp sıcağı sıcağına okuduğum “Aşk Köpekliktir”, bende Ahmet
Ümit’in külliyatını okumaya değer bir yazar olduğu izlenimi bırakmıştı. Askerdeyken,
Sarıkamış beyazıyla haşır neşir olduğum günlerde ise “Bab-ı Esrar”ı
hatmetmiştim. Polisiye, din, tasavvuf ve tarihin harmanlandığı bu romanı
gerçekten beğenmiş; son on yılda, kitap piyasasında nasılsa rağbet gören Mevlana
ve Şems pazarlamacılığının çok dışında, bir diyeceği olan esaslı bir eser
olduğu notunu düşmüştüm.
Ahmet Ümit’ten üçüncü bir eser
okumak bu hafta nasip oldu. Çarşamba günü günübirliğine Bulancak’a gitmem
gerekmişti. Yolculuk sırasında, okusam da okumasam da elimin altında bir kitap
bulundurmak huyumdur. Otogarda tesadüfen görüp aldığım “Beyoğlu Rapsodisi”ni okumaya
Bulancak yolculuğunda başladım. Üç gün boyunca elimden bırakmadan ara ara
okudum. Dün, kitabı bitirdiğimde son sayfaya “Polisiye görünümlü Beyoğlu Gezi Rehberi
gibi. Olmamış bu” yazdım. Dünkü yargım esasta pek değişmiş değil ama biraz ağır
bir yorumda bulunmuşum gibi geliyor. Bu yazı, aslında bir nevi tashih yazısı.
“Olmamış bu” derken, evvela
kastettiğim diyaloglar. Çok yapay, sahicilikten uzak buldum diyalogları. Roman
kişilerinin konuşmadığı, yazar tarafından konuşturulduğu kendini çok belli
ediyor. Perde arkasındaki kuklacının gölgesini çok net görebiliyoruz. Roman
kişileri canlı kanlı kişiler değil, yazarın müdahalesiyle romana sokulmuş
kağıttan, derinliksiz karakterler olarak hafızamızda iz bile bırakmıyorlar.
“Olmamış bu” derken kastettiğim
ikinci husus ise, romandaki olayların geçtiği Beyoğlu’nun, “dekor” niyetine
romana yamandığının çok bariz olması. Olay ve Beyoğlu arasında etle tırnak gibi
bir içiçelik yok da, yazar olaya bir dekor ararken Beyoğlu’nu akla getirmiş ve
Beyoğlu’nu arka fonda kullanmış gibi. Hal böyle olunca Beyoğlu’yla ilgili pek
çok hurda teferruat, yerli yersiz roman sayfalarında ansızın karşımıza çıkıyor.
Adeta Beyoğlu Gezi Rehberi okuyormuş gibi pek çok malumatfuruşluğa tanık
oluyoruz. Bu bir Ahmet Mithat Efendi geleneğidir, malum.
Peki gerçekten olmamış mı bu?
Öncelikle şunu bilelim. Bu bir polisiye roman. Sanatsal kaygıların ikinci plana
itildiği bir türdür polisiye roman. Aslolan okuru bir gizemin içinde sürüklemektir.
Ustaca diyaloglar kurmak, kişileri gerçekçi ve canlı sunmak ya da kelimelere
cambazlık yaptırmak polisiye roman için olmazsa olmaz unsurlar değildir.
Aslolan ustaca bir kurgu ve en zeki okurun bile bu ustaca kurguyu roman bitene
kadar çözememesi. Olay örgüsü tarihle, coğrafyayla ve dinle beslenmişse;
polisiye romanın yüzüne renk geliyor, daha bir okunası oluyor. Ahmet Ümit’in tarih-coğrafya-din
sosunu romanlarına yedirdiğini, böylece polisiye romanları yavanlıktan
kurtardığını söylemek mümkün. Bu açıdan bakıldığında Beyoğlu Rapsodisine “olmamış
bu” demek haksızlık olur. Bu açıdan bakarsak tabi.
Şimdi iyice anlıyorum ki, aslında polisiye
roman yazarları, tek bir amaç için yazıyorlar: Romanlarını ustaca kurguluyorlar,
böylece okuru bir labirentin içine hapsediyorlar, hakikatin kendisini değil
kokusunu sayfa aralarına serpiştirip roman bitene kadar gizemi çözmeye çalışan okuru
o duvar senin bu duvar benim koşturup sersemletiyorlar, romanın sonunda ise
sersemlemiş okura hakikatin kendisini tastamam sunup, okurun zekalarına hayran
kalmalarını umuyorlar. Tek amaç, okurdan “yazarın zekasına, kurgusuna hayran
kaldım, o nasıl bir sondu öyle” yargısını işitebilmek.
Allah’ın istediği de bu olmasın sakın?
Hüseyin Cem ÇÖL
1 Aralık 2013 - H 309