12 Aralık 2013 Perşembe

Hiç Değilse Arada Bir Hâlini Hatırını Sorun, Ki Anlasın Unutulmadığını


- Cem'cim n'aber?
- N'ossun. Bıraktığın gibi. 

Hüseyin Cem ÇÖL
12 Aralık 2013 - H 309 

Kar ve Yağışı ve Sen


Az önce balkona çıktım. Dün geceden beri neredeyse hiç dinmeyen kar, hala ağır ağır hiç telaş etmeden yağmaya devam ediyor. Kara ve yağışına yabancı biri değilim. Hayatımda pek çok defa gökyüzünün beyaz dansına şahitlik ettim, hayatımda kaç defa ağır ağır salınan kar taneleri altında derin, niyeyse hep kar yağarken derin düşüncelere dalarak sükunetin ve hazzın doruğunda gezindim. Çocukluğum Sivas’ta, yetişkinliğim Ankara’da, askerliğim Sarıkamış’ta geçti. Belki bu yüzden sadece kışı değil, kışın türevlerini zemheriyi, karakışı, ayazı, tipiyi de hamdolsun bilirim. Birkaç yılı saymazsak hep sobalı evlerde ömür tükettim. Soba kurmak, soba temizlemek, soba yakmak, sobada kestane pişirmek, eve girer girmez sobanın etrafına tüneyip ısınmak gibi “fakir hayatı”nın küçük sıkıntılarına, zevklerine ve cilvelerine de şükürler olsun vakıfım. Çocukluğuma dair hatırladığım en güzel hatıralardan biri de, yastığa baş koyduğumda yanan soba ateşinin tavanda oynaşan kızıl ışığını seyretmekti. Ha bir de sokak lambasının huzmesi altında sakin sakin yağan karın gamsız yağışına tanıklık etmek. Bu zenginlikler hala içimi ısıttığına, yüzümü tebessüm ettirdiğine, gönlüme ferahlık verdiğine göre, pek de fakir büyümüş sayılmam değil mi?


- Cem’cim her şeyi anladım da bu yazıda kardan, yağışından bahsetmişsin ama “ben”den bahsetmemişsin.
- “Sen” öyle san!

Hüseyin Cem ÇÖL 
12 Aralık 2013 - Pelitli 

11 Aralık 2013 Çarşamba

Konferansa Davet


11.12.2013 Çarşamba KTÜ HF 3. Kat'tan Görünüm...
https://twitter.com/NurcannKesepara/status/410779523899469825/photo/1

14 Aralık 2013 Cumartesi günü saat 11:45’te, KTÜ Hukuk Fakültesi Amfi-I’de, Yargıtay 23. Hukuk Dairesi Başkanı Hamit DÜNDAR tarafından “Hukukta Kariyer ve Mesleki Gelişim” konulu konferans yapılacaktır.

Saygıdeğer büyüğümüzün mesleki tecrübelerinden ve önerilerinden yararlanmak isteyen Hukuk Fakültesi öğrencilerinin konferansa katılmasını “öneririm”.

Haddini bilmek diye bir ahlaki ilke olmasaydı sadece önermekle kalmaz “emrederdim”.


Öğr. Gör. Hüseyin Cem ÇÖL

10 Aralık 2013 Salı

Sınav Sorusu


Tam derse girmek üzere iken telefonunuz çalarsa ve 25 sene önce aynı sırayı paylaştığınız bir arkadaşınız sizi ararsa ne konuşabilirsiniz? 

Hüseyin Cem ÇÖL
10 Aralık 2013 - H 309

Cebeci İstasyonu'm


Bir vaha mıydın gerçekten yoksa serap mıydın?

Var mıydın yoksa muhayyilemde ben mi yaratıyordum seni?

Ne çok inerdim sana. Dört yıl boyunca her fırsatta. Samanpazarı’ndaki Meclis ve Anıtkabir manzaralı yurtta dünyaya anlam verme çabasıyla kendimi paralarken… Sonra Demirlibahçe’de çok katlı hoyrat apartmanların arasında ezilirken… Ve sonra Topraklık’ta hayata adım atmanın eşiğinde son serbest düşünme zamanlarını bir bir elerken… Bir bitmez sevda olmuştun ben de. Ne zaman içim darlansa, sen de huzur bulurdum.  

Her banliyö gelişinde insanların telaşını izlerdim. Çok sürmezdi bu telaş. Bir bakmışsın istasyon boşalmış. Sonra yavaş yavaş dolmaya başlardı. Sonra bir tren daha. Yine aldı bir telaş, bak biri adımını içeri attı, diğerini atamadan hareket etti tren, son bir çaba, tamamdır, kapandı kapılar… Tren hızlı bir yılan gibi Cebeci Pazarını dolanırken istasyonda ölüm sessizliği.

Her yirmi dakikada dolup boşalan istasyonun ortasında elimde kitabımla kala kalır, bu tuhaf izlencenin tanığı olmanın tuhaf hazzını yaşardım.

Şiirini bile yazmıştım, Bakiler’den esintiler taşıyan, hatırladın mı?

Hayatın curcunası içinde sakin bir limandın, say ki anne kucağı.

Baksana, yıllar sonra senden epey uzakta bir gece vakti, yine aynı duyguları yaşatabiliyorsan bana, belki yeniden aşık olmak da mümkündür.

Sahi mümkün müdür?

Mümkündür dersen, sen dersen inanırım. 

Hüseyin Cem ÇÖL
10 Aralık 2013 – Pelitli 

9 Aralık 2013 Pazartesi

Okuyor musun?


Gençler bilmez belki, üsttekine "kaset" denir. :)
Saat 03.25 oldu. Daha uyumuş, doğrusu uyuyabilmiş değilim. Televizyon ile internet arasında gidip geliyorum. Arada bir yarın anlatacağım derslere göz gezdiriyorum. Velhasıl, klasik bir Pazarı Pazartesiye bağlayan gece stresinin tam ortasında debelenmekteyim.

Az önce bir müzik kanalında Ceylan’dan bir şarkı dinledim. Yarı şiirli, yarı ağlamaklı feryat figan bişeydi. Arabesk müziği sevmem diyemem, eğer ruh halime uygunsa saatlerce dinleyebileceğim birkaç arabesk şarkıcısı var. Mesela MFO’dan Müslüm Gürses’i ölümünden sonra daha bir seviyor, daha çok dinliyorum. Bu adamda giderek dervişane bir hal buluyorum. Ferdi Tayfur’un da sevdiğim pek çok şarkısı var. Leyla ile Mecnun dizisinin de bu sevgiyi pekiştirdiğini seziyorum. Bir Orhan Gencebay’a uzağım. Gencebay bana fazla hesapçı ve soğuk geliyor.

Neyse ben lafı Ceylan’a getireyim. Ordan bir yol açıp başka bir şeyden bahsedeceğim zira.

Ceylan’ı “küçüklüğünden” beri bilirim. Şimdi kırklarını sürmekte olan Ceylan yaşlanmayan kadınlardan galiba. Hala yüzü genç kız gibi. Ceylan deyince benim aklıma Kenan abi geliyor. Ben ortaokul talebesi iken amcamın Sivas’ta işlettiği bir çay ocağında (önce Kartal Çay Ocağı, sonra Kartal Okey Salonu, amcam hasta Beşiktaşlıydı) esnafa çay dağıtırdım. Kenan abi, o çay ocağının ocakçısı idi ve Ceylan’a aşıktı. Şimdi düşünüyorum da, Ceylan aşık olunacak bir kadın değil ama işte gönül bu Kenan abi bu kadının hastasıydı. Bana sürekli askerlik anılarını anlatırdı. Anlaşılan o ki, geride yaşadım diyebileceği tek zaman dilimi “askerlik” dönemi idi. Evi de, Sivas’ta, eski Askerlik Şubesinin arkasında bir sokakta idi. Çift merdivenle çıkılan iki katlı müstakil bir evdi. Kardeşi Ertuğrul’la ortaokul sonda, aynı sınıfta (Fevzi Paşa Ortaokulunda) okumuş olduğumdan hatırlıyorum bu ufak ayrıntıları.

Belki de yanlış hatırlıyorumdur her şeyi. Belki de Kenan Abi, çay ocağının Ceylan hayranı ocakçısı değil de, Divriği yıllarımda tanıdığım ama zihnimde silik izler bırakan secde ehlinden biridir.

O ev, belleğimde nasılsa yer etmiş o çift merdivenle çıkılan ev ise, kimbilir hangi şehrin hangi sokağında yıkılmayı beklemektedir.

Hüseyin Cem ÇÖL
   9 Aralık 2013 – Pelitli 

8 Aralık 2013 Pazar

“Django Unchained” : Asıl Zincir İçimizde


Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
yok edin insanın insana kulluğunu,
                        bu dâvet bizim....

NAZIM HİKMET 

Mevkisi, makamı, unvanı, parası artan her “insan”, evvela içinde büyüttüğü çakala kul oluyor; saniyen başka insanları kendisine kalın zincirlerle bağlamaya kalkıyor. Zahiri köleliğin bir ucu içerde ve köleye sahip olan kendisi bilmese de asıl köle.   

İnsanın insana kulluğu hiç yok olmayacak. Bu davet hep icabetsiz kalacak. Çünkü, her insanın içinde kimi iri, kimi ufak bir çakal var ve bu çakala hakim olmadıkça, bu çakala kul olmaktan çıkmadıkça, kula kulluk devam edecek.

Benim insanoğlunun macerasından anladığım budur.      


Ha bu arada, yazmanın tam yeridir, Mandela’ya Allah rahmet eylesin.

Hüseyin Cem ÇÖL
8 Aralık 2013 – H 309

7 Aralık 2013 Cumartesi

Karar


"Roma Hukuku dersinden aklımda kalan tek bilgi herşeyi sallamam ama çayı demlemem gerektiği" dedi bir Hukuk Fakültesi 2. sınıf öğrencisi.

Tebessümle geçiştirilecek bir laf değil bu. Bir nesli beş seçeneğin arasına sıkıştırmışız, öğrenci beş duvara kafasını vura vura doğru seçeneği buluyor bulmasına da yaşadığı travma yüzünden beyin hücrelerinde düzelmesi imkansız tahribatlar meydana geliyor.

Test yöntemiyle sınav yapmayı -en azından kendi çapımda- tedricen kaldırmak en doğrusu. Bu iş de, her işte olduğu gibi devrimle olmaz, evrimle olur.

Yapılması gereken yazmayı, hele de uzun uzun yazmayı teşvik etmek. Öğrencinin, olayı nasıl algıladığını ve hangi dayanakları kullanarak sorunu nasıl çözdüğünü, anlaşılır bir dille ifade etmesi lazım. Bir cümleyi başını gözünü yarmadan kurabilmek bile az beceri değildir. Üniversite öğrencisinin bu beceriyi edinmesi ve geliştirmesi şart.

Köleleri zincirlerinden kurtarmak gerek lakin biliyorum ki bu işe taş koymak isteyecek olanların başında da ne yazık ki köleler gelecek.

Hüseyin Cem ÇÖL
7 Aralık 2013 - Pelitli

2 Aralık 2013 Pazartesi

Yedinci Uyarı : Kendinize İyi Bakın


Hastaneleri sevmem. Ne kadar temiz olursa olsun, bütün hastaneler aynı kokar ve ben o kokudan nefret ederim. Günde üç öğün tüm odalar, tüm koridorlar özenle temizlense bile, hastanelere özgü o kokuyu silip atmak mümkün değildir. Hastaneler hasta kokar, şifa hastane dışındadır.  

Hastaneleri sevmem, bu yüzden çok gerekmedikçe hastanelere ayak atmam. Hastalanırsam, “çok yoruldum ondandır, az dinleneyim, çorba içip, meyve yersem, nasılsa geçer” diye salak bir iyimserlik havuzuna dalış yaparım, eşimin tüm ısrarlarına kulak tıkar inatla hastaneye gitmeyi ertelerim. Mesele sadece koku da değil. Hastalanınca müthiş alıngan olurum, hastanedeki görevlilerin “olağan” soğuk ve duyarsız davranışları, beni hasta olmamdan daha çok rahatsız eder, o muameleye maruz kalmamak için, sakın ola inanmayınız, ölmeyi tercih ederim.

Üç sene önce, kardeşim trafik kazası yapmıştı ve Kayseri’de bir hastanede bir hafta kadar yoğum bakımda yatıyorken, yanında refakatçi olarak kalmıştım. Hastanenin, insanın en duyarlı ve en duyarsız halinin toplandığı tuhaf bir mekan olduğunu gözlemlemiştim. Hastalar, duyarlıklarının doruğundaydılar; çünkü hayatla ölüm arasında ölüme yakın bir noktadaydılar. Üstelik başkalarına muhtaçtılar ve o başkaları asla onların acısını idrak edemezdi. Hastayı ancak hasta anlar zira. Görevliler ise, yani doktorlar, hemşireler ve hastabakıcıları, “insan” denilen varlığın tüm acı hallerine tanık olduklarından duyarlıklarını tamamen aldırmışlar, adeta mekanikleşmişlerdi. İnsanın bu en duyarlı ve en duyarsız hallerine aynı mekanda eşzamanlı olarak tanık olmak, beni hastaneden bir kez daha soğutmuştu. Mahkemeler de öyle olmalı ki, halkın sağduyusu, hastaneler ve mahkemeler için “Allah varlığını aratmasın, yokluğunu da göstermesin” demiştir.

Hastalık zor. Allah tüm hastalara şifa versin. Şu an Farabi Hastanesinde yatmakta olan kızım Dilara başta olmak üzere.

Hüseyin Cem ÇÖL 
2 Aralık 2013 - Pelitli 

1 Aralık 2013 Pazar

"Beyoğlu Rapsodisi" : Tamam Çok Zekisin


Ahmet Ümit’i severim. Gerçi, çok kitabını okumuş değilim. Başımda kavak yellerinin estiği zamanlarda, Ankara’da Olgunlar Sokaktan satın alıp sıcağı sıcağına okuduğum “Aşk Köpekliktir”, bende Ahmet Ümit’in külliyatını okumaya değer bir yazar olduğu izlenimi bırakmıştı. Askerdeyken, Sarıkamış beyazıyla haşır neşir olduğum günlerde ise “Bab-ı Esrar”ı hatmetmiştim. Polisiye, din, tasavvuf ve tarihin harmanlandığı bu romanı gerçekten beğenmiş; son on yılda, kitap piyasasında nasılsa rağbet gören Mevlana ve Şems pazarlamacılığının çok dışında, bir diyeceği olan esaslı bir eser olduğu notunu düşmüştüm.

Ahmet Ümit’ten üçüncü bir eser okumak bu hafta nasip oldu. Çarşamba günü günübirliğine Bulancak’a gitmem gerekmişti. Yolculuk sırasında, okusam da okumasam da elimin altında bir kitap bulundurmak huyumdur. Otogarda tesadüfen görüp aldığım “Beyoğlu Rapsodisi”ni okumaya Bulancak yolculuğunda başladım. Üç gün boyunca elimden bırakmadan ara ara okudum. Dün, kitabı bitirdiğimde son sayfaya “Polisiye görünümlü Beyoğlu Gezi Rehberi gibi. Olmamış bu” yazdım. Dünkü yargım esasta pek değişmiş değil ama biraz ağır bir yorumda bulunmuşum gibi geliyor. Bu yazı, aslında bir nevi tashih yazısı.

“Olmamış bu” derken, evvela kastettiğim diyaloglar. Çok yapay, sahicilikten uzak buldum diyalogları. Roman kişilerinin konuşmadığı, yazar tarafından konuşturulduğu kendini çok belli ediyor. Perde arkasındaki kuklacının gölgesini çok net görebiliyoruz. Roman kişileri canlı kanlı kişiler değil, yazarın müdahalesiyle romana sokulmuş kağıttan, derinliksiz karakterler olarak hafızamızda iz bile bırakmıyorlar.

“Olmamış bu” derken kastettiğim ikinci husus ise, romandaki olayların geçtiği Beyoğlu’nun, “dekor” niyetine romana yamandığının çok bariz olması. Olay ve Beyoğlu arasında etle tırnak gibi bir içiçelik yok da, yazar olaya bir dekor ararken Beyoğlu’nu akla getirmiş ve Beyoğlu’nu arka fonda kullanmış gibi. Hal böyle olunca Beyoğlu’yla ilgili pek çok hurda teferruat, yerli yersiz roman sayfalarında ansızın karşımıza çıkıyor. Adeta Beyoğlu Gezi Rehberi okuyormuş gibi pek çok malumatfuruşluğa tanık oluyoruz. Bu bir Ahmet Mithat Efendi geleneğidir, malum.

Peki gerçekten olmamış mı bu? Öncelikle şunu bilelim. Bu bir polisiye roman. Sanatsal kaygıların ikinci plana itildiği bir türdür polisiye roman. Aslolan okuru bir gizemin içinde sürüklemektir. Ustaca diyaloglar kurmak, kişileri gerçekçi ve canlı sunmak ya da kelimelere cambazlık yaptırmak polisiye roman için olmazsa olmaz unsurlar değildir. Aslolan ustaca bir kurgu ve en zeki okurun bile bu ustaca kurguyu roman bitene kadar çözememesi. Olay örgüsü tarihle, coğrafyayla ve dinle beslenmişse; polisiye romanın yüzüne renk geliyor, daha bir okunası oluyor. Ahmet Ümit’in tarih-coğrafya-din sosunu romanlarına yedirdiğini, böylece polisiye romanları yavanlıktan kurtardığını söylemek mümkün. Bu açıdan bakıldığında Beyoğlu Rapsodisine “olmamış bu” demek haksızlık olur. Bu açıdan bakarsak tabi.

Şimdi iyice anlıyorum ki, aslında polisiye roman yazarları, tek bir amaç için yazıyorlar: Romanlarını ustaca kurguluyorlar, böylece okuru bir labirentin içine hapsediyorlar, hakikatin kendisini değil kokusunu sayfa aralarına serpiştirip roman bitene kadar gizemi çözmeye çalışan okuru o duvar senin bu duvar benim koşturup sersemletiyorlar, romanın sonunda ise sersemlemiş okura hakikatin kendisini tastamam sunup, okurun zekalarına hayran kalmalarını umuyorlar. Tek amaç, okurdan “yazarın zekasına, kurgusuna hayran kaldım, o nasıl bir sondu öyle” yargısını işitebilmek.

Allah’ın istediği de bu olmasın sakın?

Hüseyin Cem ÇÖL
1 Aralık 2013 - H 309