2 Aralık 2012 Pazar

"Yeraltı" : Ankara Sıkıntısı


''bazen durduk yerde bir olayın 
bütün yaşamımı değiştireceğine inanırdım. 
en çok da bu mecburi eve dönüşler sırasında 
tam kapıda yakalardı bu duygu 
eşikte öylece kalır 
gözlerim dalar 
çocuksu bir umutla 
bir şeylerin olmasını beklemeye başlardım.'' 

Zeki Demirkubuz’un “Yeraltı” filmi, Dostoyevski’nin “Yeraltından Notlar” romanının serbest uyarlaması. “Kitabı daha iyiydi” klişesini maalesef kullanamayacağım, çünkü yıllar önce bu romanı okumuştum ve belki de çevirisi berbat olduğundan, hiç zevk almamıştım. Ezcümle : “Kitabı daha kötüydü…”

Yok bu olmadı. Ne demek kitabı daha kötüydü? Ben bu tür, durgun akan ırmaklara benzer filmleri severim aslında. Bu filmi de sevmedim diyemem. Üstteki paragrafı boş verin. Yazdım ya bir kere üşengeçliğimden silemiyorum. Film tam benlikti.

Muharrem, kimsenin yerinde olmak istemeyeceği bir tip. Yalnız, sıkıntılı, mutsuz ve başarısız bir tip. Ve her insan yalnız olduğu, mutsuz olduğu, sıkıntılı olduğu, başarısız olduğu anlar yaşamıştır hayatında ya da halen yaşamaktadır. Bu anlamda, aslında her insanın “Muharrem” olduğu anlar vardır. “Muharrem” her insanın hayatında kısa ya da uzun bir anına denk düştüğü için oldukça gerçekçi bir tip. Bence bu filmi beğenmeyenler, aslında Muharrem’in şahsında kendi mutsuzluklarını, sıkıntılarını, başarısızlıklarını, yalnızlıklarını sevmiyorlar, bu film kötü derken aslında kendi acılarından, kendi kendilerinden kaçıyorlar. E bu da çok doğal, çok insani bir tavır. Genlerimizde var bu: Acıdan kaçarız. Mazoşist değilsek tabi.

Muharrem Ankara’da yaşıyor. Yeraltı metaforuna Türkiye’de en uygun şehir Ankara olsa gerek. İnsan, elbette her şehirde sıkılabilir, her şehirde mutsuz olabilir. Fakat İstanbul’da bu kısırdöngüyü kırmak zor bile olsa imkansız değil. Ankara’da ise hepten imkansız. Çünkü Ankara gri bir şehir. Sevmek için zorlamalısınız kendinizi. Sevmek için bahane bulmalısınız. Kendini gizler Ankara. İstanbul gibi size cilve yapmaz.

Hayatımın yarısı Ankara’da geçti. “İnsan yaşadığı yeri ne olursa olsun sevmelidir, aksi halde yaşadığı hayat çekilmez olur” diye düşünüyordum, ki hala bu düşüncedeydim. Ankara’yı sevmek için kendimce ne çok bahane buluyordum. Bir tür kaşiftim ve bir tür oyun oynuyordum. İlk, henüz talebeliğimin ilk aylarında başlamıştım bu oyuna. Kaldığım yurt, Ankara Kalesi’nin eteklerindeydi. Akşamları, üç katlı yurdun balkonundan baktığınızda, bir yanda ışıl ışıl Kocatepe Camisini, ortada Meclis binasını, beri yanda Anıtkabir’i görebiliyordunuz. Daha da arkalarda Atakule. Bu görüntü muhteşem miydi? Değildi elbette. Ama olsun. “Elde var birdi”. Bu görüntü, başka yerde yoktu ve sadece Ankara’da vardı. Sadece bu kadar değil. Cebeci İstasyonu Ankara’daydı. Sadece bu bile Ankara’yı sevmem için yeter sebepti. Cebeci İstasyonu, talebeliğimin ilk yıllarında benim bu dünyadaki cennetimdi. Sebebi bana kalsın. 

Ne diyordum? Muharrem için Muharremler için bir kurtuluş varsa orasının Ankara olmadığı bir gerçek. Ankara’dan ya nefret edersin ya da sevmeye çalışırsın ama unutma ki Ankara'yı asla sevemezsin. Çünkü Ankara sevilmez. Ankara’nın çıkışı yok. Ankara'nın sıkıntısı var.

Hüseyin Cem ÇÖL
2 Aralık 2012 - Pelitli

29 Kasım 2012 Perşembe

"Hukuk ve Matematik"


AÜHF emekli öğretim üyelerinden Prof.Dr.Cahit Can'ın "Hukuk ve Matematik" isimli makalesini aşağıdaki linkten indirebilirsiniz.

http://80.251.40.59/law.ankara.edu.tr/canc/

27 Kasım 2012 Salı

Bir Sınav Sorusu Daha


"Rızasız bahçanın gülü derilmez". 
(Neşet Ertaş)

Olay sorusu sevmiyorsunuz ama maalesef yine olay sorusu sormak zorundayım. Buyrun:

Ord.Prof.Dr. Haki Hakkı HAKSEVER, bilgisayarını sınıfta öğrencilere emanet ederek dışarı çıkmış, bu fırsatı ganimet bilen öğrenci Haktan HAKKAYÜRÜR hocanın bilgisayarından anladınız işte. Olaya ilişkin hangisi söylenemez?
a)      Hoca, öğrenciye güvenmekle hata etmiştir.
b)      Hoca, öğrenciye güvenmekle hata etmiştir.
c)      Hoca, öğrenciye güvenmekle hata etmiştir.
d)     Hoca, öğrenciye güvenmekle hata etmiştir.
e)      Hoca, öğrenciye güvenmekle hata etmiştir.

İzin tecavüzünde bulunan ya da firar eden erlerin üç akıbeti vardır: Ya kendi istekleriyle gelip birliğine teslim olurlar, ya emniyet güçlerince yakalanırlar ya da sırra kadem basarlar. Askeri savcıyken; sırra kadem basanları hiç görmedim ama yakalanıp da getirilenlerin ya da kendiliğinden teslim olanların çokça ifadesini aldım. VE İNSANI ORADA TANIDIM. Bir erin, askeri suçtan ceza almamak için, her türlü yalanı söyleyebildiğini orada gördüm. Ben şöyle düşünüyordum, insana insanca davranırsan, MUTLAK OLARAK o da sana insanca davranır. Hiçbir askerin ifadesini ayakta almadım. Hiçbir askere rütbemden dolayı kibirle yaklaşmadım. Hatta olabildiği kadar anlayışlı olmaya, empati kurmaya çalıştım. Fakat, tüm iyiniyetime rağmen, ifadesini aldıklarımın yüzüme karşı çok rahat yalan söylediklerini de müşahade ettim. Örnekleri çok. “Babamın öldüğünü öğrendim, o yüzden birliğimden kaçtım” diyen de oldu, “askerde tecavüze uğradım, o yüzden firar ettim” diyen de.

İnanıyorum ki, insanın içinde hem iyi hem kötü var. Hiç kimse mutlak anlamda ne iyi, ne de kötü. İnanıyorum ki, aslında hayat, içimizdeki iyinin içimizdeki kötüyle mücadelesi. Bu dünyanın imtihan olma esprisi de burada yatıyor. İçimizdeki iyi galip gelirse, “insan” olmaya bir adım daha yaklaşacağız; içimizdeki kötü galip gelirse “insanlıktan” adım adım uzaklaşacağız, muhtemelen geldiğimiz yere hayvanlığa geri döneceğiz. İyi’den kastım VİCDAN’DIR.

Bir öğrencinin yaptığı yanlışlık yüzünden, hayata bakışımı değiştirecek değilim. Konumum, unvanım, rütbem ne olursa olsun, muhatap olduğum insanların VİCDANINA hitap etmeye devam edeceğim. Her insanın hata yapma ihtimali vardır, hatta hata yapma hakkı var diyelim. Fakat hatasını itiraf etmek de bir erdemdir.

Haktan HAKKAYÜRÜR!

Sana, bu erdemi gösterebilme imkanı sunuyorum. Aziz Nesin’in “İnsan Olun Yavrularım” hikayesini okuman ve benim odamda bana üç-beş cümleyle özetlemen koşuluyla, seni affetmeye hazırım.

Hüseyin Cem ÇÖL
27 Kasım 2012 - H 309

23 Kasım 2012 Cuma

Sınav Sorusu


İki gün önce, bir sayın vekil, bir sayın bakan hakkında, TBMM kürsüsünde, “Sayın bakanın varlığı bütün yurttaşlar için büyük bir umut kaynağıdır. Çünkü herkese 'Sayın Bakan, bakan olduysa ben de her şey olabilirim' duygusu veriyor. Bir cumhuriyetin bunu başarmış olması az bir şey mi?" diye konuştu. Hızını alamayan sayın vekil, sayın bakan için yazdığı şu şiiri, sayın bakanın yüzüne bakarak bile okudu :

“Kurbanım kalın kaşına
Taç yakışan başına
Bir gün görmesem ey …..,
Yanarım ataşına.''

Şimdi tostunu yiyip testini çözmeyi bekleyen ey talebe taifesi! Buyrun size, finalleri bekleyemediği için, erken doğum yapan bir sınav sorusu.

Sayın vekilin bu beyanatı hukuken neyin nesidir?

a) Hukukun devre dışı kaldığı bir olaydır olup biten. Sayın vekilin dokunulmazlığı var, sayın bakanın da başbakanı.
b) Laf sokmanın incesi, hafif kusurdur; kalını ise ağır kusur. Hem burda sokulan laf hayli kalın. Sayın vekilin yatacak yeri yok. Tam hukukluk. Hem haksız fiil, hem de suç. Sayın bakanın dava açması ise yasal temsilcisinin icazetine bağlı.
c) Sayın vekil bu lafları gönderirken (laf sokma çok ayıp, gönderme siyasi nezakete uygun), sayın bakan tatlı tatlı tebessüm ettiğine göre, açık bir onay hatta memnuniyet söz konusu. Mağdurun rızası, zarar verenin kastını izale eder. Dolayısıyla sayın vekilin göndermesi hukuka uygun ama göndermese daha iyiydi.
d) Tek taraflı bağlamazlık var. Hatta tek taraflı anlamazdan gelme bile var. Hatta tek taraflı ilan-ı aşk bile var. Ama muhatabın kabulü olmadığına göre kimse hamile değil. Fakat saikte hata olduğu için, mobilyacıdan alınan bebek odası takımını iade edip paranızı alamazsınız. Çünkü saikte hata esaslı hata değil. İptal hakkı yok, işlem geçerli.
e) Hakaret etmek görgü kurallarına göre ayıp, hukuk kurallarına göre haksız fiil ve suç, ahlak kurallarına göre yanlış, din kurallarına göre mekruhtur. Sayın vekil sayın bakana hakaret etmemiştir. O halde bu soru neyin nesi?

Sınav Talimatı : 1. Süre 10 dakikadır. 2. İstediğiniz şıktan güzel sözler söylemeye başlayabilirsiniz. 3. 4 yanlış 1 doğruyu götürmez, çünkü doğru cevap hangisi, hatta doğru cevap var mı ben bile bilmiyorum, ki nasıl götürsün o zaman değil mi? 4. Aklınıza mukayyet olun. 5.Pazartesi günü derste görüşürüz. EYVALLAH!

Hüseyin Cem ÇÖL
23 Kasım 2012 – Pelitli

21 Kasım 2012 Çarşamba

82. Sayfa




Kimden duymuştum yoksa ben mi uydurdum hatırlamıyorum. Bir yemeğin, diye başlıyordu söz, tuzlu mu tuzsuz mu olduğunu anlamak için, tamamını yemek gerekmez; birkaç kaşık almak kâfi gelir.

İşlerimden fırsat buldukça, Perihan Mağden’in bu ayın başında çıkan son romanı “Yıldız Yaralanması”nı okumaktayım. Roman 313 sayfa ve henüz 82. sayfadayım. Romanı on gün önce satın aldım, hergün azar azar okuyorum ama hâla yarılamış bile değilim. Üstelik ders bahanem de yok, çünkü vize haftasındayız. Aslında ben, sevdiğim yazarların romanlarını haydi bir demeyeyim de, en çok üç oturuşta bitirmeyi seven biriyim. Böyle kitabın elimde uzun zaman kalmasından pek hoşlanmam. Çünkü, okumayı uzun vadeye yaymak, aktarılan hikayenin okuru sarma gücünü kırıyor. Ben bir anda romanın içine girmeliyim ve sayfalar arasında ilerledikçe, kendi dünyamdan mutlak anlamda uzaklaşıp sadece romanın bana sunduğu dünyanın içinde kaybolmalıyım. Araya uzun mesafeler koymak ya da romanın içinde ilerleme sürecini kısa tutmak, yani azar azar okumak, benim okuma alışkanlığıma ters.

Perihan Mağden’i severim. Rahatlıkla çok sevdiğim yazarların başında geldiğini söyleyebilirim. Tüm romanlarını okumuşum vaktinde. Denemelerini de öyle. Dilini, derdini, tarzını biliyorum. Yabancısı değilim üslubunun. Ama bu romanda, bu son romanda bir tatsızlık var. Bir yavanlık. Roman akmıyor. Roman akmadığı için, kendini sayfaların akıntısına bırakmak isteyen okur da akamıyor. Elime her alışımda en çok on sayfa okuyup bırakmamın başkaca bir izahı yok. Var bir sorun.

Peki sorun ne? Bu romanın sorunu ne?

Aslında tipik bir Perihan Mağden romanı bu da. Yine bir Kadınlar Cehennemi’ndeyiz. Bütün başrolleri arızalı kadınlar kapmışlar. Hepsi öyle. İstisnasız.

Şimdi bir ipucu yakaladım sanırım. Sorun, Perihan Mağden’in yine aynı mesele etrafında dön dolaş kalem çevirmesi. İlk kez Mağden okuyacaklar için belki sorun yok, ama benim gibi kitaplığında okunmuş bir düzine Mağden kitabı bulunan bir okur için artık bu konu bayatladı sanki. Evet, çok iyi anladık: KADINLARIMIZ ARIZALI. Çünkü, annelerimiz arızalı. Tamam, bu arızanın bir sebebi de erkekler. Mağden, hepi topu işte bu tema etrafında yazdı romanlarını. “Refakatçi” aynı, “Biz Kimden Kaçıyorduk Anne?” aynı, “İki Genç Kızın Romanı” haydi haydi aynı. Hepsinde sorunlu kız çocukları ve onların sorunlu anneleri, hatta annaneleri. Şimdiye dek bu denli kuvvetli hissetmemiştim bu gerçeği. Hatta mükemmeliyetçilğe reddiye denilebilecek o muhteşem “Haberci Çocuk Cinayetleri” romanı bile bu temanın mihenk noktası. En hasta anneler: Mükemmeliyetçi anneler. “Ali ile Ramazan”ı bile bu çerçevede tahlil etmek mümkün: Arızalı anneler elinde hayata, insana, dünyaya dair sağlıklı bir bakış açısı edinemeden büyüyen hoşgörüsüz ve empati yoksunu bir toplum. Erkeklik algısını yanlış bir temele oturtan sorunlu anneler.   

Perihan Mağden’in hep aynı tema etrafında romanlarını kotarması nasıl izah edilebilir? İnsan, ancak kabındakini boşaltır. Mağden’in özel hayatı hakkında hiç bilgim yok. Yazdıklarımın serbest çağrışımı ile bu soruya şöyle cevap verebilirim: Perihan Mağden hep arızalı anneleri ve onların sorunlu kız çocuklarını aktardı romanlarında. Demek ki, O da, sorunlu bir çocukluk yaşadı. Ve sorunları o kadar devasa idi ki, altıncı romanında bile hala travmasını anlatmayı devam ettiriyor. Sanki yaşadıkça ve yazdıkça, çocukluk travması kaleminden dökülmeye devam edecek.

Her yazar, ilk yapıtlarında kendi hayatını anlatmıştır. İstisnasız böyledir. Dostoyevski’den Tolstoy’a dek hepsi böyle. Yazar, önce kendini anlatmakla başlar işe. Sonra bu kalıbı kırar bazıları. Kendinden başlar ama hep kendini anlatmaz. Kaleminin ucu açıldıkça, başka insanları da aktarır. Asıl hüner, kişinin kendisini değil, başkasını anlatabilmesidir zaten. Büyük yazarlar, kendisini bitirdikten sonra başkalarını anlatmayı başaranlardır. Çünkü has edebiyat, empati üzerine inşa edilir. Yani başkasını anlamaktır ve başkasını anlatabilmektir mühim olan.  

Perihan Mağden’i severim demiştim, ilave edeyim, hem de çok severim. Kalemindeki delişmenlik, sözünü sakınmazlık, samimilik beni bir okur olarak hep cezbetmiştir. Belki de, romanlarında hayat verdiği kadınlardaki arızalıklar, gel-gitler; kaleminin ve dolayısıyla kendisinin de karakteri. Belki ben de, Perihan Mağden’i seviyorum derken, onun bu arızalığını seviyorumdur. Fakat, o’nun ilk romanından, son romanına kadar aslında hep kendi çocukluk travmasını anlatması, yazarlığının zaafiyetini göstermez mi?  Belki öyle. Anlaşılan o ki, Perihan Mağden, yazarlık hayatı boyunca, kendisini anlatmayı sürdürecek, çünkü ne kadar anlatırsa anlatsın kendisini bitiremeyecek, bu yüzden onun kaleminden kendisi dışındaki dünyayı okuyamayacağız.

Yeniden 82. sayfaya, “Yıldız Yaralanması” romanına dönelim. Romanın sonunda ne olacak diye düşünmeyi pek sevmesem de, düşünmeden edemiyorum doğrusu. Okuduğum son Mağden romanı “Refakatçi”’nin finali, adeta “Louise ve Thelma” filminin finali gibiydi. Soğuk bir Sarıkamış akşamında, odamda o son sayfaları okuduktan sonra, bir süre afalladığımı, bir an tek başıma kalmaktan korkarak bir arkadaş bulmak ve bir çift kelam etmek ümidiyle hemen giyinip Orduevi’ne gittiğimi çok iyi hatırlıyorum. O nasıl bir sondu öyle! Roman iyi kötü akarken, sanki arabayı uçuruma süren o iki kadın gibi birden bir kesiklik, boşalış. Ani bir fren.

Peki bu romanın sonunda ne olacak? Her şey olabilir.

1. Sun, Yıldız’ı öldürebilir.
2. Yıldız, Sun’u öldürebilir.
3. Sun ve Yıldız, birlik olup Hikmet Hanım’ı öldürebilirler.
4. Hikmet Hanım, Sun ve Yıldız’ı öldürebilir.
5. Sun ve Yıldız, hatta Güneş, hep birlikte Sitare’yi öldürebilirler.
6. Sitare Güneş’i, Hikmet Hanım Yıldız’ı öldürür, Sun da intihar edebilir.
7. Ha bir de, Oğuz Atay’ın Unutulan öyküsündeki çatıdaki adamı anımsatan o samanlıkta annemiz de var. Daha doğrusu var mı yok mu henüz anlamış değilim. Kafka’nın Petersburg’daki bir arkadaşı olup olmadığını da, öyküyü kaç kez okumama rağmen anlamadım. Romanın sonunda, samanlıktaki anne, samanlığı ve Yıldız’ın tüm evini yakabilir, böylece herkes ölür.
8. Annenin saklandığı samanlık aslında Yıldız’ın bilinçaltını simgeliyorsa, bu kez Yıldız’ın intihar edeceğine eminim. Her şey ve herkes Yıldız’ın etrafında şekillendiğine göre, Yıldız herkese şekil verdiğine göre, zaten kalanların önemi de yok. Yıldız yoksa hayat yok.  

Bu romana KADINLAR CEHENNEMİ derken hiç de haksız değilim sanırım.  

Ve bizler, kadın olalım, erkek olalım, bizim olan bu cennet bu cehennemin tam ortasındayız. KAÇIŞ YOK.  

Hüseyin Cem ÇÖL
21 Kasım 2012 – Pelitli 

19 Kasım 2012 Pazartesi

Sarıkamış Havası


Yazmasam olmayacak.

Bugün Trabzon’da Sarıkamış havası var. Oldukça serin ama tertemiz. Mis gibi.

Nazar değmesin diyeceğim ama sonuçta burası Trabzon. Her an her şey olabilir. Bir bakmışsın “bir yağmur yağsa beraber ıslansak” demeye kalmadan, bardaktan boşanırcasına bir yağmur. Evet boşanırcasına. Hem bilirsiniz, galat-ı meşhur, lügat-i fasihten evladır.

Şimdi bir Afşar Timuçin şiiri gelsin yoksa ben gidemeyeceğim buralardan. İş güç beni bekliyor malum.  

"çocuklar gibi koşmak boydan boya
ufukları görünmeyen düzlüğü
soluk soluğa şimdi
üstümüze söken şafak

biz böyle ayakta öleceğiz besbelli
deniz gibi durmadan bir kıyıya çarparak
her zaman bir yeşili, bir moru arındırarak
biz böyle yaşayacağız
sevişerek, savaşarak
umarak, inanarak

bardaktan boşanırcasına
bir yağmurdur bizim için yaşamak”

Hüseyin Cem ÇÖL
19 Kasım 2012 - Pelitli

18 Kasım 2012 Pazar

Mutluluğun Fotoğrafı



Bugün Pazar ve uzun bir yazı yazasım var ama hayır bu yazı ne kadar kısa olursa o kadar iyi. Hatta hiç yazmasam sadece fotoğrafı paylaşsam çok daha iyiydi. Lakin bağışlayın serde hocalık var illa bir şeyler ilave etmeliyim.

Birincisi, siyaset insandaki sevgi, acıma, merhamet, diğerkâmlık duygularını ne çok törpülüyormuş bir kez daha anladık. Bir taraf, biz becerdik, biz yaptık, siz beceremediniz havasında yaptığı iyilikten nemalanmaya çalışıyor; diğer taraf ise daha bir aymaz, azmasında kendisinin de payı olan cellatla görüşülmesini pek bir manidar buluyor, sanki Oslo’da kendisi farklı bir şey yapmış gibi.   

Oysa iki taraf da sussa ve şöyle birkaç dakika, üç boyutlu bir resme bakar gibi ŞU ALTTAKİ FOTOĞRAFA baksa. Bir baksa. İşte orada aniden fotoğrafın içinde kabaran sevgiyi, merhameti ve mutluluğu görebilecekler. Hep konuşmak değil ya, susmak da siyasetin bir parçasıdır.  

İkincisi, ama neyse ikincisi çok uzun bir anı. Haydi ben de susayım ve belki arınırım diye, belki insan olmama katkı sağlar diye, belki gizli yaralarımı tedavi eder diye, ben de birkaç dakika şu fotoğrafa bakayım.

Aşk ile buyrun :



Hüseyin Cem ÇÖL
18 Kasım 2012 - Pelitli 

16 Kasım 2012 Cuma

Akıl Yürütmenin Pratik Çalışmalarda Uygulanması


  AKIL YÜRÜTME (TASIM) ÖRNEĞİ :
  Büyük Öncül : Saçı çıkmayana kel denir.
  Küçük Öncül : Ahmet’in saçı çıkmıyor.
  Sonuç (Vargı) : O halde, Ahmet keldir.

  AKIL YÜRÜTMENİN PRATİK ÇALIŞMALARDA UYGULANMASI

  ÖRNEK 1 :
  Olay : A, B’nin bankadan aldığı krediye kefil oldu. Kefalet akdinde sorumluluğun müteselsil olup olmadığı belirtilmedi.
  Soru : B, mütesesil kefil midir? Yani Banka borç muaccel olduğunda doğrudan B’yi takip edebilir mi?
  Büyük Öncül: TTK’ya göre ticari işlerde kural müteselsil kefalettir. Yani kefaletin türü belirlenmemişse müteselsil kefalet hükümleri uygulanır.
  Küçük Öncül: Olaydaki kefalet akdi …. nedenlerden dolayı ticari iştir ve kefaletin türü belirlenmemiştir. 
  Sonuç : O halde B, müteselsil kefildir. Banka borç muaccel olduğunda B’yi takip edebilir.

  ÖRNEK 2 :
  Olay : A kiralamak istediği evin camına KİRALIK yazısını asmıştır.
  Soru : KİRALIK yazısının hukuki niteliği İCAP mıdır?  
  Büyük Öncül: Bir sözleşmenin kurulabilmesi için gerekli olan irade beyanlarından, zaman itibarıyla önce yapılan, sözleşmenin bütün unsurlarını (esaslı noktalarını) ihtiva eden, karşı tarafın kabul beyanıyla sözleşmenin kurulması sonucunu doğuran, tek taraflı ve varması gerekli irade beyanına “öneri (icap ya da teklif)” adı verilir. İcap, sözleşme yapmaya yönelik bir irade beyanıdır. Bu nedenle ciddi olmalıdır. Yani icabı yapan icabı ile bağlanmak niyetiyle hareket etmelidir. Eğer böyle bir niyet taşımıyor, karşı tarafı icapta bulunmaya sevk etmek için beyanda bulunuyorsa, ortada bir icap değil, icaba (öneriye) davet (bağlayıcı olmayan öneri) vardır. Öte yandan icap, sözleşmenin bütün esaslı noktalarını kapsamalıdır. Eğer irade beyanı sözleşmenin bütün esaslı noktalarını kapsamıyorsa icaptan (öneriden) değil, icaba (öneriye) davetten (TBK. m. 8’in ifadesiyle bağlayıcı olmayan öneriden) söz edilir.
  Küçük Öncül: Olayda kira akdinin esaslı unsuru olan kira bedeli “kiralık” yazısında belirtilmediğinden, kira bedelinin tespit edilmesinin tarafların karşılıklı görüşmesine bırakıldığı anlaşılmaktadır. Dolayısıyla, ortada icabın koşulları tam olarak gerçekleşmemiştir.
  Sonuç : O halde, KİRALIK yazısı icap değil icaba davettir.

DİKKAT EDİLMESİ GEREKEN ÖNEMLİ NOKTALAR :

1.     Büyük öncül, DOĞRU OLMALI, GENİŞ VE AYRINTILI YAZILMALI ve VARSA YASAL DAYANAKLARI MUTLAKA BELİRTİLMELİDİR. İlgili madde numarası cümle sonunda parantez içinde gösterilebilir ya da cümle başında örneğin “TBK m.402 gereğince” ya da “TBK m.402’ye göre” diyerek belirtilebilir.
2.     BÜYÜK ÖNCÜL YANLIŞSA, SONUÇ YANLIŞ OLUR.
Örnek :
  Büyük Öncül : Saçı çıkmayana sağır denir.
  Küçük Öncül : Ahmet’in saçı çıkmıyor.
  Sonuç (Vargı) : O halde, Ahmet sağırdır.  

3.     KÜÇÜK ÖNCÜLDE, SOMUT OLAYLA BÜYÜK ÖNCÜL ARASINDA DOĞRU BİR BAĞ KURULMALIDIR. KURULAN BAĞ YANLIŞSA SONUÇ DA YANLIŞ OLUR.
Örnek :
  Büyük Öncül : Saçı çıkmayana kel denir.
  Küçük Öncül : Ahmet’in kulağı duymuyor.
                   Sonuç (Vargı) : O halde, Ahmet keldir. 

Akıl Yürütme

Büyük Öncül : "Arabesk dinleyenler vatan hainidir". (Fazıl Say)
Küçük Öncül : Hüseyin Cem, -kendini bildi bileli- GÜLLÜ dinliyor.
Sonuç : O halde, Hüseyin Cem, vatan hainidir.

Haydi hep beraber gülelim.

Hüseyin Cem ÇÖL
16 Kasım 2012 - Pelitli 

7 Kasım 2012 Çarşamba

Cıngar'dan Obama'ya


Cıngar benim ilk gençliğimin dergisidir. Bir ara uzun uzun anlatırım. Şimdi kısa bir not düşüp işime gücüme bakacağım. “Madem kısa o halde tweetlesene” demeyiniz, mesele kısa ama Cıngar’ın hatırasına hürmeten müstakil bir yazı şart.

Cıngar, evet, benim ilk gençliğim. Özlemle çektiğim Cuma günleri. Ve sadece 47 sayı.

Bir ara kampanya açmışlardı. Bir cümle yazıyordunuz, eğer beğenirlerse yazdığınız cümleyi kapaktan yayınlıyorlardı ve galiba 100.000 TL kadar ödüle de hak kazanıyordunuz. 90'ların başından söz ediyorum. Altı sıfırı atarsan aslında ortada kayda değer bir ödül olmadığı bile söylenebilir. 

Bir cümle ama mizahi yanı da elbette olan bir aforizma. Kimdi bilmem, bir dergi müdavimi, aklımda kaldığı kadarıyla şöyle bir cümle göndermişti de ödülü kapmıştı:

“ABD seçimlerinde biz de oy kullanmak istiyoruz, yöneticilerimizi seçmek bizim de hakkımız...”

Obama vatana millete hayırlı olsun!

Hüseyin Cem ÇÖL
7 Kasım 2012 - H 309