Anadolu erkeği için askerlik “ocağı” kendini ispatlama
yeridir. Askerliğini yapmayana kız verilmez, çünkü henüz “erkekliğini
ispatlamamış” gözüyle bakılır. İlk gurbettir askerlik, anadan-babadan ayrı
geçirilen ilk günlerdir; otoriteyle (=devletle) ciddi anlamda ilk tanışılan,
boyun eğmenin, itaat etmenin, güç karşısında ezilmenin ne olduğunun öğrenildiği
ilk yerdir. O yüzden Anadolu erkeği biraz çekingen, güç karşısında susan, boyun
eğen, isyan etmeyen, kendisine verilene razı olan, adını tam koyalım “pısırık” bir yapıya sahiptir. Anadolu kadını
ise, askerlik yapmadığı için olsa gerek, daha ataktır, daha cevvaldir, daha
girişkendir. Erkek, askerde devletin düzeni bozulmasın diye itaat etmesi
gerektiğini öğrenir; askerden gelir, evlenir, bu kez de karısına itaat eder,
evlilik düzeni bozulmasın diye. Kim ne
derse desin, Anadolu’da evi yöneten kadındır. Erkek, zurnanın son deliğidir.
Askerlik, devlete bağlı olmanın esaslarının belletildiği bir
hizaya sokma aracıdır aslında. Erkek belleğinde silinmez izler bırakır, orada
geçen her gün. Erkeğin bir ömür boyu askerlik anısını anlatması da bundandır;
askerlik günleri silinmemecesine kazınmıştır belleğine çünkü. Hep askerlikten
dem vuran erkekleri, kadınların anlamaması kadar doğal bir şey olamaz. Yapmayan
elbette bilmez. O travma tezgahından geçmeyen için askerlik anıları, bitmez
tükenmez bir laf salatasıdır.
Bir yıl önce tam bugün askerliğimin son günüydü. Çakma bile
olsa “teğmenliğimin” son günü. Aslında 8 Mart’ta fiilen askerliğim bitmiş ve
Trabzon’a dönmüştüm, fakat resmi olarak askerliğimin bitmesi için Mart ayının
bitmesi gerekiyordu. 1 Nisan 2012 Pazar günü kendimi hayli “çıplak”
hissettiğimi anımsıyorum. Sanki 40 yıllık askermişim de, rütbelerim sökülmüş
gibi tuhaf bir psikoloji sarmıştı her yanımı. Askerliğe çok mu alışmıştım, askerliği
çok mu sevmiştim bilmiyorum. Fakülteden mezun olduktan sonra, yüksek
lisans-doktora derken, hep büyük bir sorun olarak yaşadı askerlik kafamın
içinde. Nihayet askere gitmeye kesin karar verdiğimde 36 yaşındaydım, 15 yıllık
evliydim ve 3 çocuk babasıydım. O yüzden korkarak, çekinerek gittim askerliğe.
Zaman zaman “askerlik ortamı hiç bana göre değil” dediğim de oldu fakat öyle
sanıyorum ruhumun bir yanı askerliği çok sevdi. Her asker gibi ben de “gün
saydım”, hatta mahkemedeki bilgisayarda “şafakmetre” bile vardı, askerliğin
bitmesine kaç gün, kaç saat, kaç dakika kaldığını her an gösteren… Fakat, şimdi
anlıyorum ki, insan ne kadar sızlansa da, şikayet etse de, ah bir bitse dese
de, içten içe seviyor da o ortamı. “Stockholm sendromu” denilebilir mi buna
bilemem.
Son gün, 8 Mart 2012 Cuma günü, her zamanki gibi sabah saat
sekizde mahkemedeydim. Son günüm olduğu için sivil giyinmiştim, hatta son hafta
hep sivil giyinmiştim, binbaşının müsamahakâr tavrı nedeniyle. Sabah, her
zamanki gibi “toplantı” yapıldı. Bu “toplantı” geleneği hakkında birkaç kelam
etmek lazım. Benim görev yaptığım mahkemede, her sabah, muvazzaf subaylar ve
benim gibi askerliğini yapmakta olan yedek subaylar, bazen odalardan birinde, eğer hava müsaitse
kameriyede toplanır ve yaklaşık bir saat kadar, çaylar, kahveler eşliğinde sohbet ederlerdi, yani “toplantı”
dediğim “çaylı sohbet” idi. Bu toplantıları bir yönüyle hiç sevmezdim, çünkü
nedense orada asosyalliğim tutardı, pek az konuşurdum, sıkılırdım, bir an önce
bitse de dosyaların başına dönsem, iş yapsam derdim içimden. Bir yönüyle ise,
bu toplantı geleneğini kurumsal açıdan çok gerekli, çok faydalı ve çok insani
bulur; orada olmaktan zevk de alırdım. Bir kurumda birlikte çalışan insanlar
arasında, çalışma verimini, hadi bu meseleye kapitalist bir bakıştır deyip
çalışma veriminden vazgeçeyim, dayanışma duygusunu, bilgi ve görgü alışverişini,
acılara birlikte katlanma, mutlulukları birlikte paylaşma hasletini artırdığı
için; bu toplantıları çok da “insani” bulurdum.
O gün toplantıda olağandışı bir durum yaşanmadı, sanırım her
zamanki gibi sakin ve sessizdim. Toplantı bitti, herkes odasına dağıldı. Ben de
bir köşeye çekildim. Saat onbir gibi artık veda etmenin zamanı gelmişti.
Binbaşının odasına girdim. Bir binbaşı misafiri vardı odasında. Anladı veda
için geldiğimi. “Hüseyin otur, az bekle” dedi. Boş koltuğa oturdum. Misafiriyle
olan konuşması az sürdü ama orada o konuşmanın bitmesini beklerken, ben her
şeyin bittiğini, mahkemedeki son günüm olduğunu, bir an denilebilecek bir zaman
içinde aniden kavradım ve içime birden hüzün çöküverdi. Nerdeyse ağlayacaktım,
iki binbaşı kendi arasında konuşurken. Binbaşıyla vedalaşıp çıktım odasından. Ve ben tek tek odaları dolaşıp veda etmeye
başladım. Nerde ilk koptum hatırlamıyorum ama artık kime sarılsam ağlıyordum. O
sırada mahkemeye gelen avukatlarda şaşkınlıkla bana bakıyorlardı. İki kattan
ibaret mahkeme binasındaki tüm odaları tek tek dolaştım; ağlamaktan kimseyle
doğru dürüst vedalaşamadım bile. Sonra bahçeye çıkıldı. Terhis olan her askere
yapıldığı gibi, bir de bahçede son bir veda ve birkaç veda fotoğrafı… Yanımda,
beni yolcu edecek olan dostum Fahri ile beraber, yine ağlaya ağlaya uzaklaştım
mahkemeden…
Neden bu kadar ağladığımı sonra çok düşündüm. Bunun tek bir
izahı vardı: Sevmiştim… Mahkemeyi, askerliği, üniformayı, dosyalarla uğraşmayı,
işleyen bir çarkın içinde önemi tartışmalı da olsa bir yer işgal etmeyi, bir
dosyanın tekemmül etme sürecini, her birine “abi” dediğimiz komutanları, mahkemedeki
sivil memurların canayakınlıklarını, benle aynı kaderi paylaşan yedek subay
arkadaşlarımı ve elbette erleri… Acılar, sıkıntılar yok muydu, elbette vardı. Demek
ki, tatlısı acısından daha ağır basan bir askerlik yapmıştım. Bu kadar
gözyaşının başka izahı olamaz.
Askerlik anıları pehlivan tefrikası gibidir. Ufak bir anı,
her yazışta, her anlatışta balon gibi şişirilir, bir türlü bitmek bilmez. Bitmek
bilmez ama bir yerde bitirmek de lazım…
Rahat!...
Hüseyin Cem ÇÖL
31 Mart 2013 – Pelitli