13 Nisan 2014 Pazar

“İmparatorun Yürüyüşü” : Haydi Dans Edelim...


"En mükemmel hareket dansımız sırasında çıkıyor...
Küçük bir adım... Küçük bir adım..." 

“devri daim düzeniyle dönen dünya”
Hüseyin ATLANSOY

Film bittiğinde farkına vardım ki; hayatın ana sorusu da, bu soruya insanoğlunun verdiği birbirini tutmaz nice cevap da önemini olmasa bile, eski sertliğini kaybetti bir anda. En çok da yavrusunu kaybeden penguenin iç acıtan feryadından sonra başka bir penguenin yavrusunu çalmaya çabaladığını izlediğimde yıkıldı içimdeki sert duvarlar. Dedim ki, Cem’cim, her şey O’ndan sadır olmuştur desek de olur; hiçbir şey yoktur, sadece O var desek de olur; her şey O’dur desek de olur; O'nu ister göklere, ister kalbimize, isterse her zerreye özgülesek de olur; yok desek bile aslında var olanı, akıp gidene zamanı, bu bitmek bilmez ayakta kalma savaşını, içimizdeki hayat enerjisini O’nunla özdeşlesek de olur. Her şey mümkün, çünkü biz varız, kendisinin farkında olduğunun farkında olan insanoğlu var, biz varsak, O’nu her nasıl algılamış ya da anlamlandırmış olursak olalım, bir şekilde O da var.

Dünya yalan, hayat güzel. Haydi dans edelim...

Hüseyin Cem ÇÖL
13 Nisan 2014 - Pelitli

12 Nisan 2014 Cumartesi

Dört Gayretkeşi Takdimimdir


Bu yazı bir öykü taslağıdır.

Bir büyük kumpası açığa çıkartmak için hayatlarını feda eden/etmekte olan dört gayretkeş tanıdım yakın zaman içinde. İşbu yazı, kumpas avcısı dört gayretkeşi takdimimdir.

Birincisi, içlerinde “en hırçın” olanı… Oysa en az “hırçın” olması gereken kişi işte bu birincisi olmalıydı. Çünkü akademik terbiye ve disiplin, düşüncelerin daha sakin bir dille savunulmasını gerektirir. “Bağırmak”, telaş işaretidir; görüş sahibinin, görüşlerinin doğruluğundan emin olmadığını izhar ettirir. Hele ki “tekrar” akademik disipline hiç uygun düşmeyen bir yöntemdir. Tekrar, öğrencinin aptal yerine konduğunu gösterir (lafın tamamı aptala söylenir) ya da tekrar bombardımanına maruz kalan öğrenci aptallaşır, çünkü “tekrar” skolastik eğitim yöntemlerindendir; çağımız bilim anlayışına da uymaz. Ama yine de, bu babacan ve öfkeli adamdan çok şey öğrendiğimi inkar edemem. Onun da, en az diğerleri gibi vicdan sahibi, erdemli ve gerçeğe aşık bir kişiliği olduğundan hiç şüphe duymuyorum. Tam emin değilim ama “ana mesele” hakkında, diğer üçünden farklı bir görüşü olduğunu, bu noktada sadece onunla aynı görüşü paylaştığımızı da hissediyorum. Umarım.

İkincisi, içlerinde “en bilgili” olanı… Samimi bir dönek… Kumpası en iyi bilen ve bundan ötürü oyunu bozmak için en can acıtıcı, hatta can alıcı, hedefi doksandan vurucu iddialar ileri süren kişi. 200 km hızla giden bir otomobili anında durdurabilir bir iddiası. Bir büyük bilmece kendisi. İçerden gelip içeriyle savaş açan bir Râvendi. Otobiyografisini yarıladım, hayat hikayesini anlattığı mülakata göz attım. Anladım ki, bu adam davasında samimi. Ve çok cesur. Ve çok vicdan sahibi. Aslında karşı tarafta olması gereken erdemlerin sahibi. Fakat bir yerde hata yapıyor mu acaba diye düşünmeden duramıyorum. Amaç kumpası açığa çıkarmak mı, yoksa kumpasın içinde yaşayıp da kumpasın farkında olmayan oyuncular bertaraf etmek mi? Oyuncuların ekserisinin “saf (=kumpasın farkında olmayan kişiler)” olduğunu varsayıyorum. Hata var mı derken kastettiğim burası. Amaç kumpasın kendisi olmalı, oyuncular değil.

Üçüncüsü, içlerinde “en naif” olanı… En naif dedim, çünkü, içlerinde tek şair bu. Düzinelerce şiir kitabı yayınlamış. Şairliği tartışma götürür ancak hayata şiir penceresinden baktığı tartışılmaz. Şiir gibi düşlemlerin ürünü olarak adlandırılan bir alanı hayatının en önemli iştigal sahası yapmış birinin fizikötesi olduğu iddia edilen her hususu yok sayması apaçık çelişki değil midir? Öyle midir bilemem ama kendisine hiç değilse “romantik gerçekçi” diyebiliriz. Dört adam içinde kendimi hem en yakın hem en uzak hissettiğim de işte bu adam. Şairin “ölüm bize ne uzak, bize ne yakın ölüm” dediği gibi; hem hayata verdiğim anlam bakımından ona çok benziyorum ve itiraf edeyim ki onu seviyorum; hem de en temel meselede onun gibi düşünmediğim için ondan fersah fersah uzağım. “Seviyorum” sözcüğünü sadece bu üçüncüsü için rahatlıkla kullanabilirim, diğer üçüne değer verdiğim doğrudur ama seviyorum diyemem, dahası bu çok önemli de değil.

Dördüncüsü, içlerinde “en çaylak” olanı… Sadece bilgileri “aktarmakla” yetinse, diyeceğim ki, iyi araştırmacı, fakat aktardıklarına ilişkin yorum yapmaya kalkınca “sığlığını” ifşa ediyor ister istemez. Nedir o çocukça sataşmalar, acemi salvolar, göstere göstere laf koymalar… Bir sözlük sitesinde kendisinden “ikinci adamın junioru” diye bahsedildiğini okumuştum. Şimdi hak veriyorum bu tespite. O da, ikinci adam gibi içerde çıkıp da, içeriye savaş açanlardan. Muhakkak ki cesur ve davasında samimi. Ama dediğim gibi, iyi bir araştırmacı ve aktarıcı olabilir, lakin iyi bir tetkik edici değil.    

Dört adamdan üçü hayatta değil, sadece biri hayatta… Gel gör ki, ne hayatta olmayanlara “Allah rahmet eylesin” demeye dilim varıyor, ne de yaşamakta olana “Allah uzun ömür versin” demeye… Konu, bu dört adam olunca, “dua” iyiniyetli ve safiyane bir yakarış olmaktan çıkıyor, yersiz ve absürd bir laf öbeğine dönüşüyor.

Hüseyin Cem ÇÖL
12 Nisan 2014 – Trabzon

11 Nisan 2014 Cuma

Başka Bir Saçakaltı


Bir vakitler, serbest düşünme vakitlerim henüz geçmemişken, yemek-uyku gibi zorunlu ihtiyaçlar dışındaki bütün vaktimi bile isteye kitap okumaya ayırırdım. Birini bitirir, diğerine başlar; hatta bazen bir kaçını aynı anda nöbetleşe okur, hangisini daha önce bitireceğim diye kendimi saçma bir yarışın içinde bulurdum.   

Efsane (!) geri döndü.

Haftanın her günü yığınla dersle cebelleşmeme rağmen, 17 Mart’tan bu yana -yine eski günlerdeki gibi- bir kitap cennetinin içinde neşeyle gezinmekteyim. 26 günde irili ufaklı 11 kitap okumuşum. 6 İA, 2 TD, 2 ARE ve 1 AT. Bunların haricinde çeyreklediğim hatta yarıladığım, ucundan kıyısından tadına bakıp da müsait bir vakte ertelediğim başka kitaplar da var üstelik.

Ne öğrendim, ne anladım “kelimelerin bitmek bilmez yolculuklarına tanık olmakla?”

Bu tanıklığın izdüşümlerini yazmak lazım ki, uçup gitmesin damıtılanlar. Ama şimdi değil başka bir zaman…

Ve buraya değil, kendimi daha çıplak yani daha özgür hissedeceğim başka bir saçakaltına…  

Hüseyin Cem ÇÖL
11 Nisan 2014 - Pelitli

28 Mart 2014 Cuma

İlk


"Ben size manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım bilim ve akıldır. Zaman süratle ilerliyor, milletlerin, cemiyetlerin, fertlerin saadet ve bedbahtlık telâkkileri bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve ilmin gelişimini inkâr etmek olur."

Mustafa Kemal ATATÜRK (1933)

24 Mart 2014 Pazartesi

İstitrat


Geçtiğimiz hafta, biri büyük (400 sayfa) dördü küçük hacimli (ortalama 70’er sayfa) beş İlhan Arsel kitabı okudum. İlhan Arsel’in tarzı, bir yazdığını defalarca tekrar etmeye dayandığı için, yığınla ders yüküyle cebelleşmeme rağmen kitaplarını okurken pek zorlanmadım. Okuduklarıma dair buraya yazılacak, üzerinde düşünülecek pek çok husus var aslında fakat birini yazmakla yetineceğim. O da şu: Anladığım kadarıyla İlhan Arsel, muhaliflerinin düşündüğünün aksine Tanrı’ya inanıyor. Fakat inandığı Tanrı, kitaplı dinlerin takdim ettiği Tanrı değil. Sevgiyi, bilgiyi, aklı önceleyen bir Tanrı. İnsanları sınamayan, sınamadığı için de korkulması gerekmeyen, cezalandırmayan bir Tanrı. 

Deizmin Tanrısı.

Hüseyin Cem ÇÖL
24 Mart 2014 – H 309

16 Mart 2014 Pazar

Hep Böyle Kalsın


Kayda geçsin diye yazıyorum. Bitmekte olan şu Pazar, Nazım Hikmet’e dört duvar arasında yaşama sevinci veren Pazar’ın ikiz kardeşi olmalı.  

Dingin, barış dolu ve iç ferahlatıcı.

Sanki “hücrelerin yenilensin” diye yaratılmış bir Pazar.

Taammüden mutluluk.

Hüseyin Cem ÇÖL
16 Mart 2014 – Pelitli

13 Mart 2014 Perşembe

8 Mart 2014 Cumartesi

Atlar Hazır


Epeydir yeni bir yazısına ya da kitabına rastlamıyorum. Şimdi nerdedir, ne yapıyordur bilemem. İlk gençliğimde sıklıkla ve beğeniyle okuduğum, daha da önemlisi içtenlikle sevdiğim bir köşe yazarı vardı: Gürbüz AZAK… Lafı uzatmadan, okuru sıkmadan diyeceğini deyiveren temiz bir üslup sahibiydi. Hatırladığım kadarıyla aynı zamanda ressamdı da. Zaten köşe yazıları da, özene bezene uğraşılmış tablolar gibi zarif ve sıcacıktı. Köşe yazılarından başka birkaç kitabını da okumuştum. O birkaç kitap şimdi kitaplığımın kimbilir hangi köşesinde gamsız sıralanmışlardır? İşte onlardan biri “Atlar Hazır mı?” idi. Seçme köşe yazılarının derlenmesiyle teşekkül eden bir kitaptı bu. Kitaba adını veren yazı, muhafazakar dünya görüşünün hayata ve topluma hakim olması için gerekli şartları mı izah ediyordu? Öyleydi sanırım. Hafızamda nasılsa bir diyalog yer etmiş. Bu diyalog, o yazıda mı geçiyordu yoksa başka yerde mi okudum bilmiyorum. Diyalog şu: Gürbüz Azak, “Atlar hazır mı?” kitabını imzalarken, bir genç yanına yaklaşıyor ve “Atlar hazır mı ağabey?” diye soruyor. Gürbüz Azak, başını kaldırıp gence bakıyor: “Yiğitler hazır mı?” diye soruyor. Ne anlıyorum bu hafızamda yer etmiş hayali diyalogdan? Şunu: Büyük hedeflere ulaşmak için harekete geçmek lazım. Harekete geçmek için ise “binilecek at” ve “ata binecek yiğit” lazım. Hangisi daha öncelikli? İnsan faktörü mü, yoksa maddi şartlar mı? İşin yoksa tartış dur.

Bu kadar lafı şunu demek için yazmaktayım. 16 Mart 2014 Pazar günü saat 10:00’da yapmayı tasarladığımız “Adli Yargı Hakimlik ve Savcılık Deneme Sınavı” soruları hazır. Sizin anlayacağınız atlar hazır.

Acaba yiğitler hazır mı?

Hüseyin Cem ÇÖL
8 Mart 2014 – H 309

21 Şubat 2014 Cuma

Trabzon'da Kitap Şöleni




Kitap okumak kesemize, sağlımıza ve zihnimize zarar verir.

Kitap okumak kesemize zarar verir, çünkü; kitaplar bedava dağıtılmaz. İlgi duyduğunuz ya da bilgilenmek istediğiniz alandaki bütün kitapları edinmeye kalktığınızda, ciddi bir maddi bedel ödemek zorunda kalırsınız. Evinizde küçük bir kütüphane kurmak yerine, ikinci el bile olsa bir otomobil alsanız, daha aklı başında bir iş yapmış olursunuz.

Kitap okumak sağlımıza zarar verir, çünkü; çok okuyan kişilerin gözleri bozulur. Çok okumaktan ve çok okumaktan kaynaklanan hafif bir kamburluk ve hantal bir vücut sahibi olunur. Beslenmeye ayrılacak para kitaba yatacağı için, kötü beslenilir ve bu da hastalıklara davetiye çıkarır.

Kitap okumak zihnimize zarar verir, çünkü; pek çok alanda yazılmış, pek çok farklı görüşteki kitabı okumak insanın zihnini karıştırır. Farklı görüşlerin öğrenilmesi inançlara ve ideolojilere bağlılığı sarsar. Tek bir fikir ve inanç etrafında dönen bir kaç kitabı okumak yeterlidir; farklı kitaplar bizi yoldan çıkarır.

Demedi demeyin.
Hüseyin Cem ÇÖL
21 Şubat 2014 - H 309

16 Şubat 2014 Pazar