30 Aralık 2014 Salı

Kar Özlemi


7.1.2015 - Trabzon


"Bizim oralar... Memleketim...

Bir yandan duygularım bir yandan da gözyaşlarım akıp gitti bugün. Ömrümüzden senelerin gittiği gibi. Kara ve yağışına yıllardır hasret kaldım. Hep yılın bu mevsiminde belki yağar diye bekler dururum. Bilirim ki aslında yağmayacak. Ama olsun ya yağarsa ? Karın yağışını bu kadar özlemle beklemem nedendir ? Belki de karlı bir memlekette büyümüş olmamdır. İnsan uzakta olunca bir şeyler eksik kalıyor. Her geçen gün özlem büyüyor. "Kar da özlenir miymiş !" demeyin, hem de çok özleniyor. Yaşadığınız yerde, sadece hava soğuyor kar yağmıyorsa olmadık bir beklenti içine giriyor insan. Sanki kar yağarsa her şey tamam olacak gibi hissettiriyor. Çünkü kar demek, memleket, sıcaklık, huzur, çocukluk, bembeyaz bir sayfa demek. İşte insan, bunlar olmadan yaşamaya alışıyor. Pencereden bir kez olsun karın yağışını görebilsem benden daha mutlu çocuk olmazdı herhalde. Bu dünyadan giderken hem memlekete hem de karın yağışına hasret gidecekmişim gibi geliyor. Kim bilir...

Kar yağmadan geçen bir yıl daha...

Edremit"

25 Aralık 2014 Perşembe

Yedi Güzel Kitap...




Hüseyin Cem ÇÖL
25 Aralık 2014 - Pelitli

Bir 97 Anısı...




“Radikal” gazetesi yayın hayatına 97 yılında girmişti. İlk reklamları bile hala hafızamda taze: Daktilo tuşlarının çıkardığı sert ve tok sesler eşliğinde yazılan radikal yazısı, sözlükteki radikal maddesine tutulan büyüteç… İlk çıkan gazeteleri, hangi görüşten olursa olsunlar, bir süre alırım. İlk heyecanlar geçmeye, gazete oturmaya başlarken de bırakırım. Radikal gazetesini de ilk bir yıl hep almıştım. Haftasonları tam sayfa bulmaca yayınlarlardı mesela. O muazzam bulmacayı hep yapmaya başladığım ama hiç tamamlayamadığım da, hafızamda yer tutmuş tebessüm ettiren başka bir ayrıntı.

Şu üstteki karikatür ise, o yılların Radikal’inden kalma bir başka anı. 17 yıldır özenle saklıyorum, ömrüm oldukça da saklayacağım. Her bakışımda, sanki ilk kez bakıyormuş gibi tebessüm ediyorum. İnsanın içindeki çocuğun kıskançlığını, muzipliğini, basitliğini, saflığını; dünyanın faniliğini ve aynı zamanda güzelliğini, hayatın durdurulamaz akışını ve daha pek çok duyguyu harmanlayan bu karikatürü çok ama çok seviyorum. Aslında karikatürü analiz etmeye kalkınca duyguları bir kalıba sokmaya çalıştığımı hissettim, yanlış yaptım. Üstteki analizi boş verin. “Bu karikatür bana ne hissettiriyor?” sorusuna cevap aramak beyhude. Bu karikatürü seviyorum çünkü bu karikatür hayata tebessümle bakmam sebep oluyor, bana ilaç gibi geliyor.

Bu kadar kâfi.
 

Hüseyin Cem ÇÖL
25 Aralık 2014 - Pelitli

Yine Bir Mektup


Eskiden dönem dersleri bitince sevincin ve hüznün içiçe harmanlandığı tuhaf bir duygu sarmalına girerdim. Sevinirdim, nihayet sabah-öğle-akşam günde üç öğün ders anlatmaktan bir süre uzak kalıp yorgun düşen bedenimi az da olsa dinlendirebileceğim için. Hüzünlenirdim, gerçekten sevdiğim ve (en azından bir kısmı tarafından) sevildiğimi hissettiğim öğrencilerle bir daha karşılıklı zaman geçiremeyeceğim için.

Fakat son dönemde yaşadığım talihsizlik yüzünden, dönem bitince yaşadığım sevinç ve hüzün yerini merak ve endişeye bıraktı. İşte bir dönemi daha günahıyla sevabıyla bitirdik. Sevinç ve hüzünden çok merak ve endişe hakim. Mesele şu : Acaba yine emeğin, hizmetin, terin, diğerkâmlığın hatta karşılıksız sevginin değerini bilmez birinden bir mektup alacak mıyım?

Dönem bitti ve ben yine bir mektup aldım. Fakat, değer bilmez birinden değil. Emeklerimin boşuna gitmediğini bana duyumsattığı için mektubu gönderen eski öğrencim Okan’a ne kadar teşekkür etsem az. Satır aralarında mezun olacaklara, mezun olmuşlara önemli hayat dersleri de saklı olan bu mektubu aynen buraya alıyorum. Hep derim ya, bir kişinin bile gönlüne girse az iş yapmış sayılmayız.

Aşk ile buyrun :

“Hocam merhaba. Beni hatırladınız mı? Ben geçen sene mezunlardanım. Okulu bitirdikten sonra Londra'ya dil eğitimine gittim. Ülkeme geri döndüm, şimdilerde İstanbul’da bir bağımsız denetim firmasında çalışıyorum. Haber vermek istedim sadece. Bugün işyerinde niye bilmiyorum birden aklıma geldiniz, aslında daha önce geldiniz ama mail atmak bugüne nasipmiş diyelim daha doğru olsun … Özledim hocam sizi de derslerinizi de. En önde hiç kaçırmak istemezdim bazen gündüz girdiğim derslerin gecesine de girerdim. Anlamadığım zamanlarda yüzüme yansırdı siz de bunu fark ederdiniz hemen… Aslında hocam anlatmak istediğim birşey var. Büyükşehire ilk zamanlar alışamadım. Çalışma hayatına alışamadım. İş arkadaşlarıma alışamadım, alışamadım da alışamadım.... İnanılmaz tecrübesizce işe başladım hatta şaka yapmıyorum yılacak gibi oldum. İşi bırakacak noktaya geldim. Tam o anda sizden çok güzel bir şey öğrenmiştim: 'insan hak etmediği hiç birşeyin sahibi olamaz'... Sonra çabalamaya başladım... Yaşadığım evi çalıştığım yeri hatta şuan ki hayatı benimsemeye başladım ve sevdim. Bazen ticaret derslerinde olurdu anlamazdım moralim bozulurdu sonra sizi dinlerdim çabalardım en sonunda anlardım.. Kolay olan hiç birşey yokmuş hocam. Varsa da bir işe yaramıyormuş bunu o ticaret derslerinde anladım.. Ailemden bile değil sizden öğrendim bunu.. (Laf arası keşke ticaret sınavları klasik yapsanız da şöyle çalışanla çalışmayan bir ortaya çıksa bunu o dönem çook istemiştim) Hocam ben sosyal medyada çok aktif değilim hatta hiç değilim.. Hatta bunları niye yazdım niye saçmaladım onu bile bilmiyorum… Dikkat edin kendinize... Öpüldünüz.”

Hüseyin Cem ÇÖL
25 Aralık 2014 - Pelitli

19 Kasım 2014 Çarşamba

...


- Bir şapkayı beğenince onu kafana çakıyor musun?
- Yani?
- Evlenme.

Murat MENTEŞ
"Korkma Ben Varım"
İletişim Yayınları, İstanbul, 2013, s.378.

17 Kasım 2014 Pazartesi

İkibinondört Yılında Üç SERBES Atış



ŞUBAT… Hayat ergenlikte başlar ve galiba ergenlikte biter. Gerisi uzatma yıllarıdır, hakem ne zaman keyfi isterse o zaman mezar noktasını gösterir. Ergenlikte yaşadığımız travmalar bitiş düdüğünü beklerken sahada dolandığımız o anlarda, anlıyorsunuz ya, hayat boyu peşimizi bırakmaz. Hayat, ergenlikte yani erkenden kaybedilmiş bir savaştır. Enkazını sevenler, enkazında dişe dokunur bir iz olduğu sanısına kapılanlar, hayatın ilerleyen dilimlerinde, evet anladınız sahada aval aval dolanırken, daha az mutsuz olur. Ama merak etmeyin, öyle ya da böyle herkes ölür.

TEMMUZ… Beşirli Sahilinde, sabahın yedisinde, denizin soluk kesen nahoş kokusu eşliğinde hızlı adımlarla yürüyorum. Sahur yapalı bir-iki saat ancak olmuş fakat oruçlu değilim. Oturmaya yatkın bacaklar hızlı adımları kaldıramıyor, çöküyorum bir banka. Parçalanmış hikayeler arasından hayata dair bir anlam düşürmeye ya da hiç değilse sayfalardan yürüyüş yoluna hatta hırçın denize bir tebessüm vesilesi aktarmaya çabalıyorum. “Karısı bütün evi silip süpürdü, sonra da akşamüstü adamı terk etti” cümlesini okuduğumda üzerime bir hayat yorgunluğu çöküyor, terk eden de, terk edilen de sanki benmişim gibi.

KASIM… Öfke, hayattan muradını alamamışların savunma mekanizmasıdır. Oysa kimse hayatından memnun değildir. Muktedirlerin de rahat olduğu sanılmasın. Belki en çok onlar huzursuz gezinirler TOMA’nın içinde. Belki de imrenilesi insan, ergenliğinde ağır saldırı altında tüm özdenetimini kaybettiği ve artık bu dünyada kaybedecek bir şeyi kalmadığı için, kafalarında deli bir duman halesiyle herkese omuz atanlardır.   

*

“Edebiyatın sonu şizofrenidir” demiş John Utaka. Lütfen biri “Utaka fena yanılıyor, Allah onun belasını versin” desin.  

Hüseyin Cem ÇÖL
17 Kasım 2014 – H 309 

14 Kasım 2014 Cuma

Yedi Öğrencimi Takdimimdir



Kafka’ya…

Biliyorsun, hayatımın sis’ler içinde bıraktığım ve pek de hatırlamak istemediğim bir dönemini, seni okumakla, senin peşinde koşmakla tükettim. Hatta o günlerin izlerini taşıyan “Kafka’nın Peşinde” başlığını koyduğum bir dosyam bile hazır duruyor kitaplığımda. Belki bir gün ilaveler yaparım da, senin ve benim adım bir kitap kapağında buluşur, ne hoş olur. Lafı uzatmadan sadede geleyim. Senin yazdıklarının epeycesini ve bu arada elbette on bir oğlunu okudum. Şimdi okuma sırası sende. Sana on bir değil ama yedi öğrencimden bahsetmek istiyorum. Doğrusu şu ki, hiçbirini adamakıllı tanımıyorum. Sadece biriyle, bir akşamüstü çay içip sohbet etmişliğim var o kadar. En çok da onu tanıdım diyebilirim zaten. Ötekiler hepten silik izlerden ibaret. Bu mektup ise, silik izleri bir araya getirip, bir anlam arama çabasından ibaret. Sahici bir anlama ulaşabileceğimden kuşkuluyum. Her şey beynimizde olup bitiyor sonuçta. Parçaları etrafa dağılmış bir yap-bozu birleştiriyor değilim; birkaç parçası elde kalmış, tabanlığı bile kayıp bir yap-bozu el yordamıyla inşa etmenin peşindeyim. İşim zor. Sadece göstereceğim çabayı önemsiyorum. Şurası da var ki, balıklar gibi zihnimde oynaşıp duran bu tuhaf çağrışımları yerine göre bir baba gibi, bir kardeş gibi, -dürüst olmam gerekirse bazen- bir sevgili gibi, bir eş gibi, bir yoldaş gibi, bir sırdaş gibi, bir hoca gibi, bir ağabey gibi ama en çok bir insan gibi seviyorum. Biri hariç. Sana yazdığım bu mektup, biraz da sevdiklerimi neden sevdiğimi anlama çabası. Tamam, kimse hariç değil, sözümü geri aldım, anlatırım yeri gelince. Gece uzun, mevzu derin, yazacağım sabaha kadar.

Bu kadar girizgah yeter.

Gece demini aldığına göre başlayabilirim takdim faslına.

*

Yedi öğrencim var.

Birincisi, kendisini fark ettiğim ilk günden bu yana hep “depresif”. Cesaret edebilsem bir gün diyeceğim ki, “gel bakalım kuzum, neyin var, anlat bana…” Üç aşağı beş yukarı ne anlatacağını da tahmin etmiyor değilim: Sorunlu bir ergenlik, kendine yabancılaşma, hayattan kaçış, şiirle ve müzikle mutlu olma gayretleri, belki geride yarım kalmış kırık dökük bir aşk kalıntısı… Hikayesini kendi ağzından dinlesem elimden ne gelir? Hiç. Bir yaraya merhem olmayacağımı bilsem de, yine de dinlemek isterim sonuna kadar. Çünkü şunu bilirim ki, uzun uzun sıkıntılarından bahseden biri, belki gözü dolacak, belki ağlayacak; ama er geç anlatmaktan bitap düşüp yorulacak ve kısa bir an bile olsa “rahatlayacak”. O “rahatlama” anına tanık olmanın ve buna salt dinleyerek bile olsa katkıda bulunmanın hazzını yaşamak isterim. Aslına bakarsan –çok iyi bilirsin ya- kimseye ilaç olamam, kimseyi teselli edecek iç ferahlatıcı, yüksek tesirli sözler söyleyemem, beceriksizin biriyimdir teselli konusunda. Söyleyeceğim tek söz, bildik bir klişedir: Çok da dert etme, beterin beteri var, yeryüzünde senden daha kötü durumda olanlar var; hem hayat güzel, kuşlar uçuyor, bardağın dolu tarafını gör vs…  Ki, -yine çok iyi bilirsin ya-, bu klişeyi de hiç sevmem, sanki başkalarının felaketlerinden mutluluk payı çıkarır gibi bir havası var. Karşımdaki insan çözülse, yine de aklıma teselli edici başka bir laf gelmez, bu iğrenç klişeden medet umarım. Diyeceğim o ki, bu öğrencim bir gün bana içini açsa, hiçbir şey değişmeyecek, belki bir an kendi sergüzeştini anlatmış, anlatabilmiş olduğu için “huzur” duyacak; yanımdan ayrıldığında ise yine kendi derdiyle başbaşa kalacak, çözümü de eğer varsa yine kendi bulacak ya da çözümsüzlüğü içinde ölü bir bebek gibi taşımasını öğrenecek. Yeryüzüne atılmış her insanın yaptığı gibi.  

İkincisi, yüksek doz mizah ve yüksek doz zeka. Ve ne acı ki, yaşadığı olaylara, hayatındaki küçük detaylara mizahi açıdan yaklaşan her insanda olduğu gibi, içinde bir hüzün kazanı kaynıyor. Mizah onda bir maske. İçteki mutsuzluğun, hüznün, hayatta aradığını bulamamışlığın maskesi. Onun zeka kokan mizahına her tanık oluşumda, yüzüme yaydığı tebessümden ötürü kendisine gıyaben teşekkür ediyorum; ancak hemen ardından mizahın altındaki devasa hüzün aysberginin varlığı kendini belli edince, onun adına samimiyetle üzülüyorum. Kendisi nedense mutlu görmek istediğim insanların başında geliyor. Belki o gün, aradığı her neyse onu bulduğu ve mutlu olduğu o gün, hüzün yakıtı kalmayacağı için ender insanlarda görülen zeka yüklü mizahi yaklaşımı da son bulacak. Olsun. Bir gün onun halının desenleriyle nişanı bozduğunu anladığımda diyeceğim ki, “ne iyi, cancağızım kurtardı kendini sonunda, hakettiği mutluluğa kavuştu.”

Üçüncüsü, karyola demirindeki deliğin acımasızca kendini hatırlatışını ya da ceketin sol cebinin iç yakıcı yalnızlığını/yok sayılmışlığını damarlarında duyumsayacak kadar bana benzeyen biri. Kendimi ne kadar tanıyorsam, onu da o kadar tanıyorum. Kendimi ne kadar seviyorsam, onu da o kadar seviyorum. Geçmişimde yaşadığım mutsuzlukları yaşamasını hiç istemem ama biliyorum ki bana bu kadar benzeyen biri, az çok benim hayat yoluma benzer bir yoldan yürüyecek, sanat (hassaten edebiyat) ile hukuk mesleği arasında denge kurmaya çalışacak, kuramayacak, bocalayacak, belki benden çok daha önce aklını başına alıp hayatın gerçeğinin maddiyatta yattığına kanaat getirecek ve sakin bir limana demir atacak, gençlik yıllarını ise “az deli değilmişim” diye yüzünde gevrek bir gülümsemeyle anacak. Kahin değilim, geleceği bilemem. Ama merak etmiyor da değilim: Hakiki sanat, insana yol göstermez; insana sadece azık -hayatı ve dünyayı kavrayış, yorumlayış zenginliği, biraz da empati yeteneği- verir, o azık yardımıyla insan kendi yolunu kendi bulacaktır. Oysa kenarda bekleşen simsarlar (her türlü –lik, -lık, -izm), insanı kendi yollarının doğru yol olduğuna ikna etmeye çabalar. Hatta insan, bu simsarların kucağına doğar. Simsarların elinden kurtulup kendi yolunu kendi çizmek, aklını kullanmaya cüret etmek, her babayiğidin harcı değildir. Simsarların elinden kendimi kırk yaşında kurtardım. Peki sen ey yirmi sene önceki halim, ne zaman kurtaracaksın kendini simsarlardan ya da kurtarabilecek misin?

Dördüncüsü, bir tablo. Hüzünden azade güleç bir yüz. Sanki hep çocukluğunda, ergenliğinde el üstünde tutulmuş gibi, hayatın acı yüzüyle hiç tanıştırılmamış gibi ve bundan sonra da hayatı hep böyle steril yaşayacakmış gibi. Gerçek bir hayatı olmadı ve hiç de olmayacak. Bu yüzden, gerçek bir acısı ya da gerçek bir sevinci de olmayacak. Hayat ona hep altın tepside sunulacak. Çok çalışmayacak, çünkü çalışmasına gerek olmayacak. Hayatın anlamı üzerinde kafa yormayacak. Hayatın ortasında tebessüm yayan bir parlak bir elbise. Zararsız, hatta tebessüm yaydığına göre yararlı ama sahici olmayan bir görüntü.  

Beşincisi en sevdiğim ve en az tanıdığım ve tanıdıkça neden sevdiğime anlam veremediğim. Ne birincisi gibi gizemli, ne ikincisi gibi zeki, ne üçüncüsü gibi duyarlı, ne dördüncüsü gibi ışıltılı. Biraz çocuksu, biraz saf, çokça basit. Sadece varlığı mutluluk verici. Ötesi olmayan bir mutluluk. “İyi ki varsınız”dan ibaret, var olmanın mutlu olmaya kâfi geldiği bir parlaklık. Belki budur beni çeken. Hüzün kaynamıyor içinde, anlatmaktan imtina ettiği dertlerle muzdarip de değil. Fikri derinliğine de tanık olmadım, dünyayı kavrayış zenginliğine de. Sadece “var” ve o’nun varlığına tanık oluşum beni nedense çok mutlu ediyor. Bu kısa takdim, onu yeriyor mu, övüyor mu bilemedim bir an. Bildiğim şu: Başbaşa kalsam kendisiyle konuşacak hiç ortak noktamız yok. Ve ne tuhaf. Bu ortak noktasızlığı bile onun kâr hanesine yazıyorum.     

Altıncısı, artık uzak bir anı. Hayatın beni Trabzon’a savurduğu günlerin seherinde karşıma çıkan, henüz sis’ler içinde önümü zor görürken tesadüf ettiğim, bana samimiyetle uzanan ve benim kabaca reddettiğim bir yardım eli. Kabaca reddettim çünkü tek derdim vardı “iyi bir hoca olmak”. Hala da öyledir. Beş yıldır iyi bir hoca olmak, verimli ders işlemek kadar kafamı meşgul eden ikinci bir derdim olmadı. Bile isteye bu derdi kendime en büyük dert edindim, diğer tüm dertlerimin ağırlığı azalsın da, onlardan bir an önce kurtulabileyim diye. Diğer dertlerimin yükü göreceli olarak azaldığına göre, beş yılın sonunda bu yolda epey mesafe katettiğimi söylemeliyim. Bu mesafeyi katederken geride bıraktığım hayali enkazlardan biri de bu altıncısı. Şimdi nerdedir, ne yapmaktadır; hayat onu nereye sürüklemiştir, bilemem. Dağılan sis’lerden biri.

Yedincisi, bir türlü içimden atamadığım kinimdir. Uzun uzun yazmaya kalksam kinim artar ve kin, sinede bir yüktür, bilirim. En iyisi, bu takdim kısa kalsın.

*

İçimde çöreklenmiş insan tortularını yazıya dökeyim derken şöyle böyle değil harbi yoruldum. Uykum geldi.  

Umarım bu önemsiz mektup, blogdaki yazı kalabalığı içinde kendini kısa zamanda ve kolayca unutturur.

Hüseyin Cem ÇÖL
 14 Kasım 2014 – Pelitli 

13 Kasım 2014 Perşembe

Gençleri Suçlamak Kolay.


Sağda-solda duyuyoruz: Gençleri kitap okumamakla, hayatı sosyal medyadan ibaret sanmakla, dizi dünyasında yaşamakla, içerikten çok şekle ve gaza önem vermekle, dar kafalılıkla, selfie narsisizmiyle ve bencillikle suçlayanlar var.

Bu suçlamalara iki nedenle katılmıyorum. Birincisi, gençleri suçlamak yaşlılık belirtisidir, bu da hiç işime gelmez.

İkincisi, böyle olmayan pek çok genç var. Hatta aslında günümüz dünyasında onların hâlâ varolması bence daha acayip.

Sosyal ve klasik medya insanı korkuyla doldurup ruh sağlığını bozmak için birbiriyle yarışan görüntüler, sesler ve cümlelerle dolu. Nefret söylemi her mahallede paçalardan akıyor. Gelecek belirsiz, şiddet porrnografik düzeyde, maneviyat yok olmuş. Artık tek önemli şey hız ve para.

Ve böyle bir dünyada hâlâ pek çok genç kitap okuyor, okuduğunu anlıyor, diziler dışındaki sanatla ilgileniyor, ağaçlara sahip çıkıyor, içeriğe önem veriyor, empati yapıyor ve başkalarının mutluluğuyla mutlu oluyor… Şu acayipliğe bakar mısınız?

Şahsen her gün şaşırıyor ve şükrediyorum. Herkese de tavsiye ederim. İnanın, insana gençleri suçlamaktan çok daha iyi geliyor!

TUNA KİREMİTÇİ

11 Kasım 2014 Salı

Yaşım Kırk.



"Yaşım kırk. İnsan ömrünün en kötü çağı bu. Arzulayabilmek için henüz genç, arzuladıklarımızı gerçekleştirmek içinse yaşlanmış sayılırız."


Meşa SELİMOVİÇ
"Derviş ve Ölüm" 
Timaş Yayınevi, İstanbul, 2013, s.20