28 Eylül 2013 Cumartesi

Yeğenlere Hafta Sonu Dersi



Trabzon’da yine gri bir sabah. Şikayetim yok. Gri Trabzon’a yakışıyor. Küçük kızım televizyonu açmış “Hediyeci Ejderha Dibo”yu izliyor. “Hem hediyeci hem ejderha ne ayak?” diye düşünürken mecburen ben de ekranın karşısında çakılı kalıyorum. “Dibo” sevimli, şaşırtıcı ve eğlenceli bir karakter ama elbette bir “Pepe” değil. Okeye dördüncü arasam Dibo’yu değil, Pepe’yi tercih ederdim. Onbeş dakkalık seyirden benim vardığım sonuç bu.  

Dibo ve türevleriyle günümü ekran karşısında geçirmek istemediğim için, şu yalan dünyadaki en büyük eğlencem olan “slayt” işini tamamlamak üzere fakülteye geldim. Vatan gazetesinde okuduğum küçük bir haber, beni en büyük eğlencemden bir müddet alıkoydu. Haber şu:

“Kazada kızı ölen babaya haciz şoku

Mersin’in Tarsus ilçesinde trafik kazasında yaşamını yitiren 13 yaşındaki Devrim Polat’ın ölümüne neden olan sürücü hakkında baba Şeyho Polat, 80 bin liralık tazminat davası açtı. Mahkeme, sürücünün aileye 50 bin lira tazminat ödemesine karar verdi, 30 bin liralık kısmını ise reddetti. Ancak sürücünün bir geliri ve mal varlığı olmayınca tahsilat yapılamadı. Buna karşın Borçlar Kanunu’na göre Serdar Köse’nin avukatı da ret edilen miktar olan 30 bin TL üzerinden kanuni vekalet ücreti olan 6 bin TL için Polat Ailesi’ne icra takibini başlattı. Lojistik firmasında şoför olarak çalışan 3 çocuk babası Şeyho Polat’ın 900 TL’lik maaşının 225 TL’ne haciz konuldu. Şeyho Polat, “Hem kızım öldü, hem tazminat davasını kazanmama karşın para alamadım, hem de kızımın ölümüne neden olan kişinin avukatına avukatlık ücreti ödemek zorunda bırakılıyorum. Bu nasıl kanun?” dedi.”

Rahmetli Mehmet Ali Birand’ın deyimiyle “sokaktaki vatandaş” bu haberi okuduğunda, bu ülkede adalet olmadığını, kanunların haklının değil haksızın yanında olduğunu, hukuk sisteminin düzgün işlemediğini düşünecektir.

İlk bakışta bir adaletsizliğin göze çarptığı da muhakkak.

Peşin yargıya varmadan biraz düşünelim.

Davacının avukatı tazminat talebini ne olur ne olmaz diyerek düşük tutsaydı ve dava dilekçesine o büyülü “fazlaya ilişkin haklarımız saklı kalmak kaydıyla” ifadesini ekleseydi yine sonuç böyle mi olacaktı?

Olmayacaktı.

En azından karşı tarafa vekalet ücreti verilmesine gerek kalmayacak, aleyhine icra takibi yapılmayacak ve maaşına haciz konmayacaktı.

Avukat çıtayı yüksek tutmuş, hakim de avukatın beklentisinin altında bir tazminat tespit etmiş, sonuçta olan davacıya olmuş ve ortaya “adaletsiz” bir manzara çıkmış.

Kıssadan hisse : “Usûl, esastan önemlidir, yeğen!”

Hüseyin Cem ÇÖL
 28 Eylül 2013 – H 309  

25 Eylül 2013 Çarşamba

Yol Gösterene Sevgi, Saygı, Şükran ve Rahmet…



"Vade tekmil olup ömür dolmadan
Emanetçi emanetin almadan
Ömrünün bağının gülü solmadan 
Varıp bir canana ıhrar verdin mi?"

Bir yıl önce, bugün, akşam dersini bitirdikten sonra yorgun argın eve gelip televizyon karşısına geçtiğimde, halk ozanı Neşet Ertaş’ın vefatını öğrenmiştim. O an, bedenime ansızın ikinci bir yorgunluk çökmüştü. Sessiz sedasız gözlerimden akan birkaç damla gözyaşı, ağzımdan dökülen rahmet dileklerine karışmıştı.

Bir yıl içinde, nerdeyse her gün, en az yarım saat, bazen bir saat dinledim Neşet Ertaş’ı. Hocanın ilminden pay kapmaya çalışan bir talebe edasıyla pür-dikkat, kendimi vererek, hatta adayarak. Her dinleyişimde biraz daha piştim, biraz daha olgunlaştım. “İnsan” olma yolunda beni besleyen ana damarlardan biri oldu Neşet Ertaş.

Bir yıl sonra, bugün… Sevgi, saygı, şükran ve rahmetle anıyorum kendisini. İyi ki yaşadı, iyi ki biz faniler tanık olduk onun yaşamına ve iyi ki hala yaşamakta… Çünkü, gerçek sanatçılar, eserleri var oldukça, yaşamaya devam ederler.

Şimdi bana az müsaade. İmtihanı zor bir dersim var. İmtihanı zor ama şükürler olsun hocam sesiyle, sazıyla, sözüyle ve özüyle kemâlatın doruğunda. Gassal elinde meyyit gibi kendimi teslim edersem, biraz daha “insan” olacağım sayesinde.

Dersin konusu : “Yolcu”.
Hüseyin Cem ÇÖL
25 Eylül 2013 – H 309 

18 Eylül 2013 Çarşamba

A Yüzü


Her 18 Eylül, içimizde kanayan bir yaradır.

Hüseyin Cem ÇÖL
18 Eylül 2013 - H 309

9 Eylül 2013 Pazartesi

“Ay Büyürken Uyuyamam” : Bu Cennet Bu Cehennem


"Ay Büyürken Uyuyamam"

Olimpiyatları kazanamayınca verilen tepkilerle, Necati Cumalı’nın bu hikayesinin, Şerif Gören’in bu filminin anlatmak istediği ne güzel örtüşüyor:

Biz bu topraklarda yaşayanlar, hayatı birbirimize zehir etmeyi çok iyi biliyoruz. Mutluluk durağan bir kavram ve galiba durağanlıktan sıkıldığımız için mutluluğa giden tüm yolları itinayla kapatıyoruz. Biz, ancak kavga ettiğimizde hayatı anlamlandırdığımızı, hayata anlam kattığımızı zannediyoruz. Barışarak değil savaşarak; üreterek değil didişerek; paylaşarak değil kapışarak; konuşarak değil başkasının sözünü boğarak geçirilen bir zaman kaybı bizimkisi.

Biz mutlu değiliz, çünkü içimizde barış yok; madem biz mutlu değiliz, o halde kimse mutlu olmasın. Bütün derdimiz bu.

Hüseyin Cem ÇÖL
9 Eylül 2013 – H 309 

8 Eylül 2013 Pazar

Yolda Bir Kedi Ölüsü


başka ölümler çeker bizi 
/ ve bazen başkaları 
/ ölümü çeker bizim için”
İsmet ÖZEL

Çok uzaktan gördüğüm yol ortasındaki karaltının, bir karton ya da gazete parçası olmasını içtenlikle diledim. Fakat pekala biliyordum kendimi kandırmaya çalıştığımı. Yaklaştıkça karaltıya, karaltı belli etti kendini. Başı bir yana, kuyruğu öbür yana düşmüş bir kedi ölüsü bu. İki tekerleği ortalayıp yavaşça geçtim üzerinden. Bir başkasının, başkalarının benim sebep olduğumu düşünebileceği aklıma geldiğinde, birden kendimi aklama çabası içinde çırpınırken hissettim. Akabinde bu aklama çabası beni utandırdı. Önemli olan neydi? Bir canlının (velev ki bu canlı bir kedi olsun) acı ölümü mü, yoksa bu ölüme tanıklık etmenin iç sıkıntısı mı?

Açıyorsun gazetenin üçüncü sayfasını. Fatma Sibel Sevinç (39), Emrah Akbulut (20), Ruhi Yöney (27) için de yol bitmiş, yolculuk sona ermiş. Aynı sıkıntı yine kapladı içini. Artık gazetenin üçüncü sayfalarını okumamalısın. Bu mudur vardığın sonuç?

Biz kaçsak da karaltı hep yolun ortasında çıkacak önümüze. Ansızın. 

Ta ki, kendimiz karaltı olana dek. 
Hüseyin Cem ÇÖL
8 Eylül 2013 – H 309 

7 Eylül 2013 Cumartesi

İki Şiir Üzerine Sesli Düşünceler



Cuma akşamı Orhun Basat’ın “Acılar Gece Gezer” isimli minik bir şiir kitabını okumuştum. Orhun Basat tanınmış bir şair değil, ki bende Cuma günü kitabını elime alana dek, adını hiç duymamıştım. Orhun Basat’ın çoğu şiiri vasattın altındaydı, bazı şiirlerinin ise pürüzsüz, yalın bir tadı vardı. Ki, bu tür şiirlerinden ikisini bloguma da almıştım. Şimdi, bloguma aldığım şiirlerinden birini, üzerine daha sonra sesli düşünmek üzerine yeniden buraya alacağım:

KAYBOLUP GİTTİ SESİM

Yıllardır sevdiğime, ne olur inansana
Tükeniyor günbegün, tükeniyor nefesim
Gücüm kalmadı artık, ne olur sarılsana
Gecenin ortasında kaybolup gitti sesim.

Çekmedi böyle acı; Kerem, Kerem olalı
Kalmadı yaşamaya, ne gücüm ne hevesim
Tükendi bütün renkler, bak gözlerim kapalı
Gecenin ortasında kaybolup gitti sesim.

***

Aşağıdaki şiiri ise www.ismetozel.org sitesinden aldım. Şiir sitede, “İsmet Özel’in Son Şiiri” üst başlığıyla verilmiş. Şiiri okudum, hatta birkaç defa okudum. Önce şiiri buraya alayım, sonra üzerine biraz kelam laf edeceğim.


ORTA YAŞLI BÜRÜMCÜĞÜN NİNNİSİ

Her annesi ölenle denize açılmayın
Küser birgün bakarsın saksağan saksağana
Bırak çoğul erisin tığ teber yürek yağın
Tere kaç kere batmış kapkara anakara

Yumurta topuk boyu ampule yetmez eni
Arpacık gözde çıkar gez kerteriz taşıtan
Çağız katkısız motor diziyle ezileni
Aygırlar sorumlu mu çıldıran yüzbaşıdan

Kamerada tut iffeti aşkımız kamarada
Silinen borçlarımız dikilen kızlık zarı
Keşiş cazda cezalı duşun kamı arada
İskanbilli iskarpin işitince azarı

Böyle ayıp şeylerden ninni yapmamış olsak
Boynu düzce devenin gazeteler yazmadan
Kapmadan da parayı un eler miydi kaltak
Hikmeti ne inmenin yalnayak ayazmadan

Şıkıdım tek başına bir kilidi kaldırmaz
Çiftleştir şıkıdımı sür yorgunu yokuşa
O zaman ayıktırır ustasını samt çömez
Bikini demezler mi dönünce mayo kuşa

Oturmadı yerine lâf kocaman gedik dar
Latinci danışmanlar bi söylerse ikidir
Köydekilerin aklı farza erene kadar
Tilki kümese girer gerisini sen getir.

***

Şunu belirtmek zorundayım. Bu yazıda amacım, tanınmamış bir şairle, tanınmış bir şairi karşılaştırıp, birini diğerine tercih etmek falan değil. Amacım, hala çok acemi bir şiir okuru olarak, şiirin işlevi ve bu işlevi yerine getirme yöntemi üzerine cahilane bile olsa sesli düşünme denemesi yapmak. Cahil cesaretiyle bismillah deyip başlayayım.   

Orhun Basat’ın şiiri pürüzsüz, sade, apaçık. Belki de bu yüzden derinliksiz, yüzeysel. Şiiri, bizi uğraştırmıyor. Sevimli bir çocuk yüzü gibi. Okuyoruz, hoşlanıyoruz o kadar. Bitti. 

İsmet Özel’in şiiri ise, tam aksi. Derinlikli ama pürüzsüz değil. Okuru uğraştırıyor. Her kelime daha doğrusu imge üzerinde durmayı gerektiriyor. Bilmece gibi, şairin ne demek istediğini, ne aktarmak istediğini, ne duyumsatmak istediğini çözmemiz gerekiyor. Ben kendi adıma, 15 yıldır İsmet Özel şiirlerini ve yazılarını çok sıkı olmasa bile takip eden biri olarak, bu şifreyi HÂLA çözemediğimi açıkça söylüyorum. Bu şiirden hiç birşey anlamadım. Şimdi, bu noktada, sevgili blogcu (Mirzabey)’in, benim bir yorumuma yazdığı cevabını hatırlamak gerekir: “… anlaşılma/anlaşılmama üzerinde durmaktansa, okuduğunuzda hisleriniz azıcık değişebiliyorsa, okuyunca kalbiniz azıcık daha hızlı atıyorsa şiir yerini bulmuş sayılır.” Anlamak, zihni bir faaliyet, yani beynimizle ilgili. Hislerin değişmesi, kalbin azıcık daha hızlı atması ise kalple ilgili. Bu durumda “şiir akla değil kalbe hitap eder” denebilir mi? (Mirzabey)in yorumundan, anladığım kadarıyla sanki bu sonuç çıkıyor.

Şahsi düşüncem şudur: Ben, şiiri “duygu ve düşüncelerin estetik bir biçimde terkip edildiği metinler” diye tanımlıyorum. Bu anlamda şiir hem akla, hem kalbe hitap eder, etmelidir. Çünkü içinde hem duygu, hem de düşünce mündemiçtir. “Has” şiir, pekala anlaşılabilir bir metindir, hatta anlaşılması gerekli bir metindir. Anlama/anlaşılma süreci kısa ya da uzun olabilir; anlamanın içeriği ve boyutu, kişiden kişiye farklılık da gösterebilir. Fakat, her şiir mutlaka akla hitap ettiği için “anlaşılmak” ve kalbe hitap ettiği için “hissedilmek” için yazılır. İyi şiir, başarılı şiir, güzel şiir; işte bu akıl ve kalp arasında kurulan dengeye göre belirlenir. Terazinin kefeleri ne kadar eşitse, şiir o kadar iyi, başarılı ve güzeldir. Bundan başka, şiirin hitap ettiği alıcılara (yani kalp ve beyne) gönderilen dalgaların, dengede olmasından başka yeterli düzeyde olması da gerekir.

Şimdi yazdıklarımı toparlayayım. İyi şiirin iki ölçütü var kanımca:

1-     Hem akla, hem kalbe hitap edecek ve bu hitap “dengeli” olacak.
2-     Akla ve kalbe hitap ederken; “duygu ve düşüncelerin terkibiyle oluşan metin” belli bir frekansın üzerinde olacak. Ne kadar üzerinde olursa o kadar iyidir.

(Şimdi bana şekilci diyenler çıkabilir. Bu ithamı, başka vesilelerle yapanlar da çok oldu. Aldığım eğitim ve kişilik yapım, kavramları unsurlarına ayırarak ve kategorize ederek düşünmemi sağlıyorsa, bundan şikayetçi olmadığımı, aksine övünme payı çıkarttığımı söylemek isterim.) 

Bu iki ölçütü baz alarak, Orhun Basat’ın ve İsmet Özel’in şiirlerini kendimce analiz edeyim.

Orhun Basat’ın şiiri anlaşılabilir, net. Eh, inkar etmeyelim, gönül telimizde de hafif kıpırdanmalar yapmıyor değil. Yani birinci ölçüt tamam. Fakat, ikinci ölçütte sorun çıkıyor. Şiiri, bir kez okuyoruz ve tüm gizlerini, sırlarını keşfediyoruz. Belki kıyıda köşede bir şey kalmıştır umuduyla bir kez daha okuyoruz ve son kırpıntıları da topluyoruz. Sonra bir daha okumaya gerek kalmıyor. Çünkü, şiirin bize vereceği bir şey kalmadı artık. En çok iki okumada tamam. Derinliği bu kadar. Yüzeysel. O halde, bu şiir, belli bir frekansın üzerine çıkamamış. (“Bu frekans dediğin neyin nesidir?” diye düşünenler olabilir. İhtimallerden birini yazayım da görüşlerimin değerlendirilmesi kolay olsun: Örneğin, “sadece bir okur tarafından okunma sayısı”.)

İsmet Özel’in şiirine gelince… Elbette kendi adıma konuşuyorum, ben bu şiirden bir şey değil hiçbir şey anlamadım. Peki bu şiir akla hitap etmiyor mu? Etmediğini kimse söyleyemez. Onca laf, boşluk doldursun diye şiire boca edilmiş olamaz. Her kelimenin, şairce malum ve okurca keşfedilmeyi bekleyen bir “anlamı” var, ki biz buna “imge” diyoruz. Fakat, bu imgeler o kadar muğlak ve karmaşık ki, imgeleri deşifre etmek epeyce güçleşiyor. Ki, İsmet Özel’in fikri yapısına pek de yabancı sayılmayan ben bile, şiirden hiçbir şey anlamadığımı söylüyorsam, varın İsmet Özel ismini ilk kez duyan okurların halini siz düşünün.

Düşüncelerimi daha basit anlatayım da ne dediğim belli olsun. İsmet Özel’in bu şiiri “anlaşılamıyor ama anlamsız değil”. Elbette herkesin anlama eşiği farklıdır. Benim anlama eşiğim de düşük olabilir. Gam değil! Ben, şiir seven ve okuyan kitleyi düşünerek bir genelleme yaptım. Akla hitap eden ama “ulaşmayan” bu şiir, peki kalbe hitap ediyor mu ve ulaşıyor mu? Şiiri okuduğumuzda, (Mirzabey)in deyimiyle, hislerimiz azıcık değişiyor, kalbimiz daha hızlı atıyor mu? Bu soruyu da, her okur kendince farklı cevaplandırabilir. Ben, İsmet Özel’in şiirlerini, daha doğrusu sadece Erbain’i, kasetten epeyce “dinlemiş” biriyim. O yüzden, İsmet Özel’in şiirlerinde, müthiş bir iç ahenk, iç musiki seziyorum ve belki de sadece bu yüzden, O’nun şiirlerini “kayda değer” buluyorum. Bu şiirinde de, o tanıdık ahengi (sözcükler arasındaki uyumu) sezdim, kelimelerin dansına şahit oldum ve bu yüzden bir daha, bir daha okudum.

Sözün kısası, İsmet Özel’in şiiri, akıl ile kalp arasında denge kurabilmiş değil. Akla değil daha çok kalbe hitap ediyor. Akla da hitap ediyor ama hedefe ulaşmıyor. Şiir, estetik duygularımızı okşuyor ama kelimeler birleşince cümle haline gelemiyor. Yani, sözün kısası, birinci ölçüt eksik şiirde. 

İkinci ölçüte bakalım. “Akla ve kalbe hitap ederken; duygu ve düşüncelerin terkibiyle oluşan metin, belli bir frekansın üzerinde olacak, hatta ne kadar üzerinde olursa o kadar iyidir.” demiştik. Ve frekansın karşıladığı ihtimallerden birinin “sadece bir okur tarafından okunma sayısı” olduğunu belirtmiştik. Bu şiir, kaç okumayla bitirilir? Biraz daha net sorayım. Bu şiirin gizleri kaç okumada çözülür ve bu şiirden alınan haz kaç okumada biter? Herhalde bu sorunun cevabı, Orhun Basat’ın şiiri için yazdığımız cevapla aynı değildir. Elbette kat be kat fazladır. İşte bu fazlalık, bu şiirin kaliteli olmasının sonucudur. Bu nokta çok mühim. Çünkü, bu şiir ne kadar çok okunursa, “anlama/anlaşılma” eksiği kapanacak, yani şiir anlaşılacak ve “akla hitap etme ama ulaşamama” handikapı ortadan kalkacak, böylece akla ve kalbe dengeli hitap etme ölçütü kendiliğinden yerine gelmiş olacak.

Sözü şöyle bağlayayım. İyi şiirin tadını alabilmek ve gizlerini çözebilmek için “birikim” ve “sabır” gerekiyor. Yeterli birikime sahip olmayanlar ve sabır göstermek istemeyenler, Orhun Basat tarzı şairlerle oyalanabilirler. Şahsen ben oyalanmayı çok iyi beceririm.

  Butterfly Valley 
2006 - ANKARA

5 Eylül 2013 Perşembe

Sevgilerde




Sevgileri yarınlara bıraktınız
Çekingen, tutuk, saygılı.
Bütün yakınlarınız
Sizi yanlış tanıdı.

Bitmeyen işler yüzünden
(Siz böyle olsun istemezdiniz)
Bir bakış bile yeterken anlatmaya her şeyi
Kalbinizi dolduran duygular
Kalbinizde kaldı.

Siz geniş zamanlar umuyordunuz
Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek.
Yılların telâşlarda bu kadar çabuk
Geçeceği aklınıza gelmezdi.

Gizli bahçenizde
Açan çiçekler vardı,
Gecelerde ve yalnız.
Vermeye az buldunuz
Yahut vaktiniz olmadı.

Behçet NECATİGİL

4 Eylül 2013 Çarşamba

A r a f


Saçım ıslaktı. Saat sabahın beşiydi. 
Karanlıktı. 
"Sese" doğru yürüyordum. 
On beş yaşındaydım...

07.12.2005



"Hafıza," diye yazmıştı bir köşe yazısında Celâl, "bir bahçedir".


ORHAN PAMUK - "Kara Kitap",
İletişim Yayınları, İstanbul 2002, s. 424. 

"Coşku tavan yapmışken ARAYA GİRİP okuru malumatlandırmak" bir Ahmet Mithat Efendi geleneğidir. Eh madem ki gecenin bu vaktinde Üstadın adını andık, bir Fatihayı esirgemeyelim erenler. Ruhu şad olsun!

Hüseyin Cem ÇÖL
4 Eylül 2013 - Pelitli 

3 Eylül 2013 Salı

Evrim


Doğa, insanın hem dostu, hem düşmanıdır. Dostudur, çünkü insanoğlu yaşaması için gerekli olan her ne varsa doğadan elde eder. Düşmanıdır, çünkü doğa aynı zamanda insanoğlunun önüne türlü zorluklar da çıkarır. İnsanoğlu, yeryüzünde, işte bu hem dost, hem düşman olan varlıkla binyıllardır yaşayagelmiştir. O'nun sayesinde ve O'na rağmen. Dostça sunduğu imkanları kullanmış, yiyeceğinden yemiş, içeceğinden içmiş ama bir yandan da düşmanca tavırlarına karşı hep tetikte durmuştur. Yaşayabilmek, ayakta kalabilmek ancak düşman doğayı alt etmeye bağlıdır. İşte bu çaba, insanın evrimine yol açmıştır. Mücadele etmek, didinmek, savaşmak beraberinde evrimi de getirmiştir. Sözün özü insanın evrimi, düşman doğaya karşı mücadeleden kaynaklanmıştır. Bunun sonucu olarak evrim; doğadan kopuş, doğaya yabancılaşma, doğal olandan uzaklaşma yönünde ilerlemiştir. Doğayla düşmandan çok dost olan insanlar ise, evrim skalasında geriye düşmüşlerdir. Kim ki doğaya hükmetmiş, o ilerlemiş, dünyaya nizamat vermiş, geleceği şekillendirmiştir. Düşman tamamen ortadan kalktığında evrim de tamamlanmış olacak ya da evrim tamamlandığında düşman ortadan kalkmış olacaktır. İnsanoğlu, doğayla mücadele ederek kendi evrimini başlatırken, doğaya tamamen hükmettiğinde evrimini de tamamlamış olacak, böylece doğayla birlikte kendi sonunu da getirecektir.

Benim evrimden anladığım budur.

Hüseyin Cem ÇÖL
3 Eylül 2013 – H 309 

2 Eylül 2013 Pazartesi

“The Apartment” : Mutlu Son


"The Apartment" :
Jack Lemmon, Shirley Maclaine, Fred Macmurray
(ABD-1960)
Filmin son anları… Bayan Kubelik heyecanla merdivenleri çıkmakta. Onun heyecanını sen de yaşamaktasın. Basamaklar bitmişken bir patlama sesi. Onun aklına gelen senin de aklına geldi. Yoksa? Elinde şampanya şişesiyle Baxter kapıda görününce bir rahatlama duygusu, yüzde bir tebessüm. Bayan Kubelik, size bayılıyorum. Kapa çeneni ve kartları dağıt.

***

Mutlu sonla biten filmler, “yaşamaya devam et, hayat tüm çilesine rağmen yine de güzel, er geç iyiler mutlu olur, bu da geçer ya hu” duygusu aşılıyor insana.

Mutlu sonla biten filmler, hayata olan inancımızı taze ve diri tutuyor. 

Mutlu sonla biten filmler, cennetten dünyamıza düşen bir ışık. 

Hüseyin Cem ÇÖL
2 Eylül 2013 - H 309 

1 Eylül 2013 Pazar

“Yağmurdan Sonra” : Bildik Bir Aşk Üçgeni


Bu gece uyku tutmayınca izlediğim “Yağmurdan Sonra” isimli 2008 yapımı filmin başrolünde Serhan Yavaş (tanımam bilmem), Pelin Batu (Tarihin Arka Odası’nın aykırı figürü) ve Turan Özdemir (Dondurmam Gaymak’tan sonra başka iş yapmasaydı sinema tarihinde parlak bir ışık olarak anılacaktı) oynuyorlar. İki erkek ve bir kadın. Bir aşk üçgeni ezcümle. İyi erkek: Mahkum. Komünist bir yazar. Duyarlı. Mağdur. İyi kadın: Cezaevi müdürünün karısı. İstemediği bir evlilik yapmış. Mutsuz. Kötü erkek: Cezaevi müdürü. Karısını seviyor ama karısı onu sevmiyor. Elbette o da mutsuz.

İyiler iyileri sever. Kötüler de, iyilere kötülük yapar. Filmin özü bu.

Aslına bakarsanız baştan sonra bildik klişelerle örülü başarısız bir film Yağmurdan Sonra. Oyunculuk da, senaryo da deyim yerindeyse dökülüyor. Filmin teknik eleştirisini yapmak benim haddimi aşar, ben sadece iyi erkek-iyi kadın-kötü erkek üçgeni üzerine birkaç kelam edeceğim.

Yaş 40’a dayanınca, insan artık bazı gerçekleri daha bir çıplak görebiliyor. İlk gençliğimde; insanların, dinlerin, ideolojilerin, ulusların birbirlerinden çok farklı olduğunu zannederdim. Bir İslamcı ile bir komünist arasında, bir Türk ile bir Yunan arasında, bir cami imamı ile bir rahip arasında dağlar kadar fark vardı zannımca. Tüm “davalar” bu farklılıktan besleniyordu ve “dava” denilen de kendi (en doğru, en güzel, en iyi) farklılığını kendinden olmayana dayatmak, benimsetmekti. Yaşlandıkça anladım/anlamaktayım ki, yok/tu aslında birbirinden esaslı bir farkımız. Farkın olmadığını kavramak, bildiğim tüm davaları da değersizleştirdi gözümde. Çünkü, “dava” kisvesi altında sürdürülen o anlı-şanlı mücadelelerin, en sağından en soluna akla gelebilecek tüm o sloganların, kavgaların, kitapların, hapislerin, pankartların, yürüyüşlerin, eylemlerin özünde sadece ve sadece beşeri zaaflar gizliydi. Herkeste olan beşeri zaaflar, her davanın çekirdeğindeydi. İktidarı ele geçiren, çekirdeğindeki beşeri zaafları da iktidara taşımış oluyordu. Her davanın çekirdeğinde aynı beşeri zaaflar yuva yaptığına göre, davalar arasında esasta bir farklılık da kalmıyordu. Bir rahip ile bir cami imamı arasında fark yoktu aslında, keza bir İslamcı ile bir komünist arasında…

Yağmurdan Sonra’nın daha ilk dakikalarında, cezaevi müdürünün karısının –iyi kadınımızın- mahkuma yeşil ışık yaktığı, -iyi erkeğimiz- mahkumun da yeşili görür görmez gaza bastığı o anlarda, aklıma Cüneyt Arkın geldi. Benim nesil, tarihini biraz da kendisini Karaoğlan’la, Malkoçoğlu’yla özdeşleştirerek Cüneyt Arkın’ın filmlerinden öğrenmiştir. Biz Cüneyt Arkın’dık, yani yakışıklı, güçlü, haklı ve “iyi erkek”lerdik. Düşman, yani Bizans, Gani Müjde’nin muhteşem alegorisiyle “kahpe” Bizans, topraklarını kendimize yurt yapacağımız Bizans, “kötü erkek”ti. Biz mertçe dövüştük, onlar kahpelik yaptılar; velhasıl biz kazandık, onlar kaybetti. Sadece yurt değildi ele geçirdiğimiz, Bizans’ın saraylarına her girişimizde, kötü erkeklerin sahip olduğu “iyi kadınları” da ele geçirdik. Zaten onlar da, kötü erkekten kurtulmaya, iyi erkeklere (bize) ait olmaya dünden razılardı.

Sakın ola ki, cinsel milliyetçiliğin sadece bize özgü bir zaaf olduğu düşünülmesin. Ben bizzat görmüş değilim ama okuduğuma göre, Yunanlıların çevirdiği tarihi filmlerde de, bizim kızlar, onların oğlanlarına tav oluyorlarmış. Yok aslında birbirimizden farkımız derken demek istediğim buydu.      

İlk gençliğimde İslamcı davacıların yazdığı epeyce hidayet romanı okudum. Ahmet Günbay Yıldız’ın, Şule Yüksek Şenler’in, İsmail Fatih Ceylan’ın romanlarının tortusu, aradan şunca yıl geçmiş, hala zihnimden silinmiş değil. Ne vardı o hidayet romanlarının içinde? Evvela, dini (elbette kendi belledikleri “doğru” dini) özümsemiş, benimsemiş, hayatına geçirmiş idealist bir genç. Bu “örnek” gencimiz, kendi anladığı dini, herkese, tüm dünyaya aktarmakla, yani tüm dünyayı kendisi gibi yapmakla kendini vazifeli görüyor. Elbette zor bir hedef bu. Kötüler bitiyor etrafında çarçabuk. Çile, dert gırla. Yine de, hedefine ulaşmak için çabalarken, en azından “bir genç kızı” davasına kazandırmayı başarıyor. Birlikte davayı kucaklıyorlar. Bilal’in Feyza’yı kucaklaması gibi.

Sosyalist davacıların idealizmi de bundan farklı değil. Onların hedefinde ise, evet tahmin ettiniz, şiş göbekli patronların kızları var. Bol paralı fabrikatörlerin kızları.

Hangi davaya inanırsa inansın, mücadele sürmekteyken, iyi erkeklerin, kötü erkeklerin sahip olduğu iyi kadınları ele geçirmeleri, iyi erkeklerin kötü erkeklerle mücadelesinde kadınların “ilk kurtarılacaklar” arasında öne çıkması, tüm davaların özünde beşeri zaafların yattığını gösteren bir kanıt.  

Nedir bu kadınların “iyi” erkeklerden çektiği be birader?

Yoksa kadınlar “iyi”nin değil de, “farklı” olanın mı peşinde?

Bu yazı asıl şimdi başlıyor.

Hüseyin Cem ÇÖL
1 Eylül 2013 – H 309