30 Ekim 2013 Çarşamba

Lüzumsuz Adam ve Hoca


Lüzumsuz Adam - Hocam şu kız başını örtmüyor/mini etek giyiyor/başını örtüyor/başını örtüyor ama kot pantolon giyiyor/başını örtüyor ama makyaj yapıyor/başını açıyor/başını örtüyor ama saçı görünüyor/tesettüre tam uymuyor/tesettüre hiç uymuyor/başını örtüyor ama dinin emri diye değil kendine yakıştırdığı için/başını örtüyor ama dinin emri diye değil siyasi simge olsun diye/başını örtüyor ama dinin emri diye değil iktidara yaranmak için...

Hoca - Bana ne!

Lüzumsuz Adam - Ama hocam, o kız senin kızın?

Hoca - O zaman sana ne!

Hüseyin Cem ÇÖL
30 Ekim 2013 - Pelitli

28 Ekim 2013 Pazartesi

Küçük Prensesim




İkibinsekizin son ayı... Yaşamanın ağır geldiği, hayatın üzerime fena abandığı bir dönem. Depresyon otağ kurmuş bedenimde, gitmek bilmiyor... Kendime gelmem için ya dünya bana esaslı bir yumruk atacak ya da ben dünyaya esaslı bir yumruk atacağım. İkincisine gücüm yok, fersizim, ikinciden vazgeçmişim birincisine bile çoktan razıyım. Yeter ki, köklü bir değişiklik olsun hayatımda. Tek dostum Lustral olmuş, el atan, omuz çıkan da yok etrafımda. Hep sallantıda kalmaktansa, yere iki seksen yığılmak yeğdir diye düşünüyorum. Sallanan adamın kendini toparlaması zor, yere yığılmış adamın ise artık kaybedecek birşeyi yok, ayağa kalkmaya çabalamak dışında bir seçeneği kalmamıştır çünkü.

Allah da bana hak vermiş olacak ki, gönlümden geçeni aynen kaderime yazdı, sağolsun beni iki seksen yere uzattı, ikibinonun yirmisekiz Haziranında.

Oraya gelmeden, döneyim ikibinsekizin son ayına.

Elvankent'te bir Pazar sabahı... Geç yatıp, geç kalkmayı alışkanlık edindiğim bir günlerden bir gün... Sabahla öğle arası bir vakit yatakta gözümü açtığımda, henüz gördüğüm rüyanın tesiriyle yüzümde tarifsiz bir tebessüm. Eşim, elbise dolabının yanına diz çökmüş, yıkanmış çamaşırları katlayıp dolaba yerleştiriyor. Beni yatakta tebessüm eder vaziyette uyanmış görünce "hayırdır" dedi. Bir rüyanın ortasında uyandığımı söyledim. Bir kız çocuğu, küçük, 3-4 yaşlarında, türlü şirinlikler yaparak kendisini bana sevdirmeye çalışıyor rüyamda. O benim doğmamış kızım. Onu sevmiyor muyum ki, kendini bana sevdirmek için çabalıyor? İnsan olan, kızını sevmez mi? Hem de böylesi bir güzel cimcimeyi.

Elbise katlamayı bırakan eşim yanıma uzandı. "Bir çocuğumuz daha olsun ister miydin?" dedi biraz hüzünlü. Vereceğim cevabı çok iyi biliyor oysa. Bir çocuk sahibi olmak, o günlerde isteyebileceğim en son şey. Zaten bir kızım, bir oğlum var, bir yenisinin gereği yok. Hem türlü dertlerin ortasında cebelleşirken ve hiçbirini alt edemiyorken, yeni bir bebek neyimize? "Ben iki aylık hamileyim", dedi. Şaka sandım. Hamile kaldığını bir ay önce öğrenmiş ama bana söylememiş, ters bir tepki vereceğimden çekindiğinden. Sonra ağladı. Çok ağladı. Ne diyeceğimi bilemedim.

Yeniden baba olacağım için sevindim mi? O an, kısa bir an, rüyanın üzerine o haberi duyunca, şaşkınlığın verdiği bir sevinç hasıl oldu, olmadı değil. Ama sonraki birkaç gün... Daha doğmadan rüyama bile giren bu bebekten bir an önce kurtulmak isteği hiç aklımdan çıkmadı. İnançsız biri sayılmam, fakat, hiç olmadık bir vakit kapıyı çalan bu veledi içeri buyur etmemek için, günahı çoktan göze almıştım, geriye hastaneden randevu almak için eşimi ikna etmek kalmıştı. Elbette razı olmadı, hangi anne razı olur ki... Baskılarıma dayanamayınca razı olur gibi yapıp beni günlerce oyaladı, hastaneye gitme işini hep erteledi, sonrasında aile efradı hamilelik haberini alınca iş benim kontrolümden çıktı, veletten kurtulma ümidim tamamen suya düştü. İçindekini saklayabilen biri değilimdir. Sıkıntımı, mutsuzluğumu pek kolay yansıtırım. Maalesef, eşime hamilelik döneminde, doğacak çocuğu istemediğimi hep belli ettim. Bu da benim gerçekleşmeyen ama gerçekleşmesini istediğim birinci günahımdan sonraki ikinci günahımdır.

Ertesi yılın Ağustos ayında dünyaya geldi rüyamdaki kız çocuğu. Annemin adını verdik: Ayşe. Bir de yanına Naz'ı ekledik.

Sonra zaman aktı... O büyüdükçe, ben de onunla birlikte düştüğüm yerden ayağa kalkmak için çabaladım durdum. Hâlâ da çabalamaktayım. Bu kadar çaba niye? Prensesin gözlerindeki canlılık sönmesin diye, hayata hep böyle tutkulu bakabilsin diye.

Çabalarımı takdir edecek, günahlarımı bağışlayacak af makamı, Tanrı, belki de kızımın gözleridir.

Hüseyin Cem ÇÖL
28 Ekim 2013 - Pelitli 

27 Ekim 2013 Pazar

Rabia'nın İzinde


Başlangıcını ve sonunu bildiğim uçsuz bucaksız bir yolun başında gibiyim. Başlangıç belli ve çok yalın: Sadece Tanrı var. Yolun sonu da belli: O’na döneceğiz, O’na yürümekteyiz. Arada kalan her ne varsa boşlukları doldurmak biz insanların elinde. Bir yönüyle heyecan verici bir süreç bu. Tanıdıkça, öğrendikçe, merak ettikçe, çoğaldıkça yakınlaşacağız O’na. Öğrenmeyi öğrenciye bırakan bir süreç bu. Öğretici sadece bunun için gerekli bir araç bahşetmiş öğrencisine: Akıl. Bu işin sonunda bir mükafat ya da ödül var mı belli değil. Fakat bu önemli de değil. Çünkü öğrenmenin kendisi mükafat, yolda yürümek mükafat, keşfetmek mükafat. Ve tüm bu sürecin temelinde korku ve çıkar yok. Bir çıkar umarak yolda yürümüyorum, tökezlersem cezalandırılacağım diye bir korkum da yok. Ceza varsa eğer aklımı kullanmayı bırakıp, hayatın, yaşamanın güzelliğini keşfedememek olsa gerek. Yolun sonunda beni neyin beklediğini de bilmiyorum. Ama umuyorum ki, yolun sonu da, yol kadar güzel olacak. Çünkü yolun sonunda da O var, yolda da O olduğu gibi.

Hüseyin Cem ÇÖL
6 Nisan 2013 - Pelitli

24 Ekim 2013 Perşembe

İhvan


Thomas Paine de benim kardeşimdir.
Hüseyin Cem ÇÖL
  24 Ekim 2013 - H 309

23 Ekim 2013 Çarşamba

Tuhaf Yaza Gecikmiş Bir Requiem


"Sen emeğin fotoğrafını çekebilir misin Abidin?" 

Lafı uzatmayacağım.

“İnsan, sevdiği işi yapıyorsa, çalışıyor sayılmaz” demiş adamın biri. Bu sözün doğruluğunun yaşayan kanıtı işte şu üstteki fotoğraf. Koskoca bir yaz mevsimini; farklı, doyurucu, içeriği zengin, okuması kolay ve meslek sınavlarında da işe yarayacak ders dokümanları hazırlamakla geçirdim. Benim açımdan çalışkanlıkla tembelliğin, mutlulukla mutsuzluğun, sıradanlıkla sıradışılığın içiçe geçtiği tuhaf bir yazdı gerçekten. Zıt duyguların içinde, gelgitlerle günlerimi geçirsem de, öyle ya da böyle, gayreti hiç elden düşürmedim ve ortaya işe yarar ürünler çıkarabildim. Şimdi geriye dönüp baktığımda çalıştım sayabilir miyim kendimi? Bütün bir yazı günde en az sekiz saat ekran başında geçirdiğime göre evet çalıştım denebilir. Avare avare kitap okuduğum anlarda kendimi niyeyse mutsuz, derslerle uğraştığımda ise kendimi mutlu hissettiğime göre, hayır ben çalışmadım, sadece sevdiğim işi yaptığım için hoşça vakit geçirdim.  

Tuhaf yaz bitti. Güz bereketiyle geldi. Haftada 12 defa er meydanına çıkmama rağmen, ben yine çalışıyor sayılmam. Çalışmadan para kazanmak, böyle bir şey olsa gerek.

Anladın sen onu.

Hüseyin Cem ÇÖL
23 Ekim 2013 – H 309

21 Ekim 2013 Pazartesi

Her İnsanın Hayatında "Gitme Kal" Diyen Biri Mutlaka Olmalı


"Her insan kendi içinde bir oda taşır."
F. KAFKA 

-         Yoruldum.
-          Farkındayım.
-          Eve gidesim yok.
-          Bu gece bende kal. Hem işe geç kalma derdin de olmaz. Dükkan alt katta ne de olsa.
-          Yakışık alır mı sende sabahlamak?
-          Neden olmasın? Çok darlanırsan, bekçi edasıyla koridorları turlarsın.
-          Hah, oldu. Bütün kuşları öptük, bir leylek kaldıydı. Ne işim var gecenin kör karanlığında koridorlarda? Zaten uçtu uçacak bir aklım var, onu da karanlıklarda hortlak avlayarak ziyan edemem.
-          O vakit sen de yatarsın şuracıkta. Hava aydınlanana kadar da odadan dışarı çıkmazsın.
-          Kesiksiz uyuyan biri değilim ki. İllaki uyanacağım bir vakit. Açarım ışığı, seni de rahatsız ederim.  
-          Yok ben rahatsız olmam. Sen keyfine bak.
-          Ben gitsem iyi olacak.
-          Kal lütfen.
-          Kalamam. İki dakikalık yol zaten. Yolda göz kapaklarım kapanmazsa, bir sıkıntı yok. 93.6’yı da açarım, Coşkun Sabah’ımı, olmadı Sibel Can’ımı dinlerim, “unutma beni” derim, “rüyalarda buluşuruz” derim, bir bakmışım evdeyim. Hem insanın yeri, evidir.
-          İyi o halde. Yarın sabah görüşürüz.
-          Allahaısmarladık.

Hüseyin Cem ÇÖL
21 Ekim 2013 – H 309

"Yaşamak" : Kılıç Yarası Gibi İz Bırakan Bir Gençlik Hatırası


YAŞAMAK
Cahit Zarifoğlu

Beyan Yayınevi, İstanbul, 1990, 216 s. 

Hüseyin Cem ÇÖL
21 Ekim 2013 - H 309

20 Ekim 2013 Pazar

Turgenyev'e Selam Olsun!


İvan Sergeyeviç Turgenyev
(1818-1883)
Baba, 40 yaşlarında, yorgun, hayat telaşesinin göbeğinde.
Oğul, ilkokul talebesi, sakin, hayat telaşesinin epey uzağında.

Baba, oturma odasındaki kanepeye çökmüş, bir ayağını ötekinin altına almış, düşünceli.
Oğul, babasının dizi dibinde, halının üzerinde, elinde bir metrelik boruyla oyun oynamakta, neşeli.

Baba, düşünüyor, oğlum ilkokulu bitirse, sonra ortaokulu, liseye başlasa, iyi bir dersaneye versek, iyi bir üniversitede çabuk meslek sahibi olacağı bir bölümü kazansa, üniversiteyi bitirir bitirmez askere gitse, dönüşte işe girse, sonra da mürüvvetini görsek, evlendirsek...
Oğul, elindeki boruyu babasına çeviriyor, bir gözünü borunun deliğine dayıyor, "babacığım" diyor, "biliyor musun, borunun bir ucundan bakınca seni görebiliyorum!"

Hüseyin Cem ÇÖL
20 Ekim 2013 - Pelitli

17 Ekim 2013 Perşembe

Kuyuya Bir Taş da Benden


Sabri F. Ülgener  (1911-1983)
Kitaplığımda, Orhan Çakmak’ın hazırladığı Sabri F. Ülgener’i anlatan bir biyografi kitabı bulunmakta. Fırsat buldukça elime alıyor, Ülgener Hocanın düşüncelerini anlamaya ve bir zihniyeti çözmeye çabalıyorum. Çok başarılı olduğum söylenemez. Çünkü iktisat bilmem, ayrıca tarih bilgim de kişilerle ve vakalarla sınırlıdır. Bir iktisat tarihi okuyarak bu alandaki açığımı kapatmayı çok istiyorum. Ders verdiğim iktisat öğrencilerinin elinde İktisadi Düşünceler Tarihi kitabını gördükçe içim gidiyor fakat önceliğimi kendi alanımdaki eksiklerimi gidermeye verdiğim için, henüz bu tasavvurumu gerçeğe dönüştürmüş değilim. Ama inanıyorum, bir gün, İktisadi Düşünceler Tarihi kitabını tadını çıkara çıkara okuyacağım. Elbet bir gün…

Anladığım kadarıyla Ülgener, Weber’i iyi analiz etmiş. Weber’den yola çıkarak, temel sorunu anlamaya ve çözmeye vakfetmiş ömrünü. Temel sorun şu: Çalışmayı en üstün ibadet sayan Lutherci Hıristiyan ahlakının Batı dünyasının iktisadi gelişiminde oynadığı rolü, neden İslam dünyasında İslam ve özellikle tasavvufi İslam üstlenemedi? Özetle, onlar ileri giderken biz neden geride kaldık?

Bu soru ve elbette bu sorunun cevabı benim için ayrıca önemli. Çünkü, makro planda son üç asırdır İslam dünyasının yaşadığı ve halen yaşamakta olduğu acıklı vaziyet, mikro planda benim kırk yıllık küçük ömrüme hayal kırıklıkları, beceriksizlikler ve iç çatışmaları şeklinde yansıdı. Benimle beraber her müslüman da bu acıdan kendi çapında payını aldı. Batı karşısında hepimiz az çok özgüven zedelenmesine maruz kaldık. Hepimiz, tüm Müslümanlar, aynı derdin sarmalında yuvarlandık, yuvarlanmaktayız.

Sorun varsa, ki var, bir yerde hata yapmış olmalıyız ya da hayatı yanlış kavramış olmalıyız. Hatamız nedir, nerededir ve nasıl düzeltilebilir? Bu akışı tersine çevirmek mümkün mü?

Elbette mümkün. Ancak biraz zaman lazım. Üç-beş asır kadar.

Şimdiye dek, bu konulara akıl yoran her kişi, kendi çapında sorunu kavramak ve çözüm yolları sunmak için çabalamış, literatür tüm bu gayretlerin neticesinde ulaşılan mahsüllerle dolmuş taşmış. Kuyuya bir taş da benim gibi bir cahil atsa kıyamet kopmaz ya! Affınıza sığınarak, buyurun, hem sorunun kaynağını, nerde hata yaptığımızı, hem de çözümü gösteren benim naçizane düşüncem şu:

“Ahiret odaklı dünya anlayışı değil, dünya odaklı ahiret anlayışı…”

Hüseyin Cem ÇÖL
17 Ekim 2013 - H 309

15 Ekim 2013 Salı

Kurban ve Bayram


İmamın, bayram namazı hutbesinde “çokça kurban kesilen yerlere bela, musibet uğramaz” sözünü sarkastik bir tebessümle geçiştirdim.

Bu kadar çabuk haklı çıkmak istemezdim.

09.17 itibariyle ajanslara düşen haber: “Afganistan’da bir camide bayram namazı sırasında patlama meydana geldi. Irak'ın Kerkük kentinde de bayram namazı çıkışında patlama oldu. Her iki olayda ilk belirlemelere göre, 6 kişi hayatını kaybetti.”

Allah kabul etsin!

Hüseyin Cem ÇÖL
15 Ekim 2013 - Pelitli 

13 Ekim 2013 Pazar

İyi Bayramlar...



İnsan yaşadığı yeri mutlaka sevmeli. Sevmiyorsa sevdiği, seveceği başka bir yerde yaşamalı. Sevdiği, seveceği başka bir yerde yaşama imkanı yoksa yaşadığı yeri sevmek için sebepler aramalı. Sevmediğin yerde hayat sana yük gelir çünkü. Bir an önce bitsin istersin.

Ancak bilmeli ki, mutluluk yerle de kaim değil. Aslında insanın yaşadığı yerin fazla önemi yok. İnsan, kendi içinde barışıksa, sevdiği işi yapıyorsa ve etrafında sevdikleri/onu sevenler varsa her yerde yaşar ve yaşadığı her yeri de sever. Kendi içinde barışık değilse, sevdiği işi yapmıyorsa ve etrafında sevdikleri/onu sevenler yoksa cennete bile koysan insan orada da mutlu olamaz. Nereye gitse kendi içindeki bitmeyen savaşı, hüznü, mutsuzluğu da götürür. Gittiği yeri de bozar, piç eder. Sözü Kavafis’e bırakayım, o benim anlatmak istediğimi çok daha güzel yedirmiş mısralara. Aşk ile buyurun okuyalım:

“Başka diyarlara, başka denizlere giderim, dedin.
Bundan daha iyi bir kent vardır bir yerde nasıl olsa.
Sanki bir hükümle yazgılanmış bir çabam;
ve yüreğim sanki bir ceset gibi gömülmüş oraya.
Daha ne kadar çürüyüp yıkılacak böyle aklım?
Nereye çevirsem gözlerimi, nereye baksam burada
gördüğüm kara yıkıntılarıdır hayatımın yalnızca
yıllar yılı yıktığım ve heder ettiğim hayatımın.”
Yeni ülkeler bulamayacaksın, bulamayacaksın yeni denizler.
Hep peşinde, izleyecek durmadan seni kent. Dolaşacaksın
aynı sokaklarda. Ve aynı mahallede yaşlanacaksın
ve burada, bu aynı evde ağaracak aklaşacak saçların.
Hep aynı kente varacaksın. Bir başka kent bekleme sakın,
ne bir gemi var, ne de bir yol sana.
Nasıl heder ettiysen hayatını bu köşecikte,
yıktın onu, işte yok ettin onu tüm yeryüzünde.

*

Trabzon’u seviyorum. Trabzon’u sevmek için de, sevmemek için de pek çok sebep ileri sürülebilir. Bir an için Trabzon’da sevilecek hiçbir sebep bulamasaydım bile, Trabzon’u yine severdim. Çünkü burada yaşıyorum, işim burada ve sevdiğim işi yapıyorum, sevdiklerim de yanımda. Daha ne olsun!

Bu kadarı benim gibi gönlü zengin biri için kâfi ama şükür ki dahası da var! Deniz niyetine yılın her günü boz bulanık çamur renginde akan Kızılırmak’la, ağaç niyetine ne gölgesinden, ne kokusundan, ne görünüşünden istifade edilen sıra sıra uzanan nazlı kavaklarla büyüyen benim gibi bozkır çocuğu için Trabzon, deniz demektir, yeşillik demektir ve elbette yağmur demektir. Trabzon’da hava ılıkken, deniz üzerine mavi şal örtmüş bir genç kız gibi karşımda yayılır; gönlüme ferahlık verir, yüzüme yapmacıksız bir tebessüm yerleşir, bir baksam bir daha bakasım gelir. Hava yağmurluyken, hırçın ve asabi bir kadındır; korkarım ondan, korkarken bile hayatın bir cilvesi, yaratanın bir takdiri de budur deyip, kendimi o asabiyete gönül huzuruyla teslim ederim. Denizin bu değişkenliği, bu bir yerde durmaması halleri, bana, hayatın aslında “dişi” olduğunu duyumsatır. “Ha demek ki tüm bu karmaşa o yüzdenmiş” deyip, kendimi teselli edecek bir sebep bulduğum için durduk yere mutlu olurum.

Trabzon’u sevmek için yeteri kadar sebebim var. Ama bir sebebim daha var ki, hepsi bir yana, işte bu bir yana. Üç yıldır nerdeyse her oyununu çokluk kızım ve oğlumla birlikte seyrettiğim Trabzon Devlet Tiyatrosu, benim Trabzon’u ne pahasına olursa olsun her daim seveceğimin asıl sebebi. Bir taşra şehrinde, bu kadar başarılı oyunların oynandığını, bu kadar başarılı oyunculara sahip olunacağını pek ummazdım. Şimdiye dek seyrettiğim her oyundan büyük bir zevk aldım, her oyun çıkışında kendimi zenginleşmiş ve yenilenmiş hissettim. Keşke imkanım olsa da, bir daha seyretme imkanım olsa duygusuyla çıktım salondan.

Dün seyrettiğim oyun hariç.

İlk kez dün, kendi adıma bir hayal kırıklığı yaşadım. Şu oyun bir an önce bitsin istedim. Sinemada uyuduğum çok olmuştur da, dün, Allah korusun, ilk kez tiyatroda uyuyup kalacaktım. Kendime zor hakim oldum uyumamak için. Oyunculuklara bir şey diyemem, desem haddimi aşmış olurum ama Allahım neydi öyle, iki saat boyunca bir düzine adamın anlamsız, bir yere varmayan bağırışı, çağırışı? Konuşulanlar nereye varacak, ne olup bitecek, ne olup bitiyor, tüm bu hengame niye? Bulmaca çözen ikili, içlerinde en iyileriydi, hiç değilse fazla gürültü yapmadılar… Bir tek onlara odaklanırken dinlendiğimi hissettim.

Başka bir açıdan bakınca, aslında oyunun çok başarılı olduğunu ve vermek istediği mesajı çok güzel verdiği de söylenebilir. Benim oyunu beğenmemem, oyunun başarısız olduğunu göstermez; hatta biraz çelişik gibi gelecek ama bu oyun başarılı olduğu için ben bu oyunu beğenmedim bile diyebilirim.

Şöyle izah edeyim:

Oyunun adı “Sokağa Çıkma Yasağı”… Sokağa çıkma yasağı olduğu için, bir otel odasında bir süreliğine kapalı kalan bir düzine müşterinin ve otel görevlilerinin halet-i ruhiyeleri resmediliyor özetle. Dışarı çıkmanın yasak, içerde kalmanın zorunlu olduğu bir durumda, insan denilen varlık hangi ruh haline giriyor, içinde bulunduğu sıkışıklıktan kurtulmak için nasıl çabalıyor ve bu çabaları nasıl sonuçsuz kalıyor; işte oyunun özü bu… Baskı altındaki insanın yaşadığı bunalımlar, sıkıntılar, gerçekten kaçıp rüyaya/hayale sığınma çabaları ve bu çabaların da işe yaramazlığı, anlamsızlığı. Uyku ile uyanıklık arasında izlemişim ama bakın pek güzel de çözmüşüm ne seyrettiğimi. Tam bir uyanıklıkla seyretseymişim demek ki, daha neler sezecek, daha neler süzecektim.

Ezcümle: Oyun başarılı ama ben beğenmedim.

Oyun başarılı, çünkü, baskı altındaki insanın sıkışmışlığını, gerçek denilen katılıktan kurtulmak için sığındığı hayal dünyasını ve gerçek, gerçek olarak kaldığı sürece hayal dünyasına kaçış çabalarının beyhudeliğini ve anlamsızlığını yerinde bir karmaşayla hissettiriyor seyredene…

Oyunu beğenmedim, çünkü, kendimi oyun sırasında baskı altında hissettim, oyunu oyunun başında çözünce, seyrettiğim tüm bu hengame bana azap verici hale girdi, tüm o bağırışlar ve anlamsız koşturmacalar beynimi yordu, salondan çıkmak istedim, çıkamadım, sokağa çıkma yasağı yoktu ama aklı başında bir seyirci oyunun ortasında salondan çıkma nezaketsizliğini oyuna emek veren onlarca kişiye yapamazdı; uyumak istedim, uyuyamadım; üzerimdeki baskıyı hafifletmek için hayal kurabilirdim ya da en iyisi uyuyup rüya görmekti… Fakat rüya görmek için uyumak gerekiyordu ve uyumak için olabilecek en namüsait (D-17) yerdeydim… Yerimi tahmin edenlere kolaylık: Dünya haritasını gözünüzün önüne getirin. Kıbrıs’ı bulun. Buldunuz mu? Tamam, yazıya devam edebiliriz.    

Bir ilk hayal kırıklığını yaşamış olmam, elbette Trabzon Devlet Tiyatrosuna sevgimi ve ilgimi azaltmayacak. Bu yıl başında “tüm oyunları ailecek izleyeceğim ve üzerine blogda biraz gevezelik edeceğim” diye kendime söz vermiştim. Gel gör ki, seyrettiğim ilk oyun üzerine, tatlı-sert bir yazı çıktı oraya. “Önümüzdeki oyunlara bakalım” demekten başka çare yok.

*

Maalesef, bayram kutlamak gibi bir adetim yoktur. Bu iyi bir şey değil, böyle bir adetim olmadığı için kendimi tebrik edecek değilim. Fakat elimde değil, telefonda o rutin sözcükleri (-Bayramın mübarek olsun!) biteviye tekrarlamak ve akabinde apansız geliveren beylik sorulara/cevaplara (-Eee, daha ne var ne yok?, -Hamdolsun, iyiyim, ya sen?) muhatap olmak beni bayram kutlama aktivitesinden alıkoyuyor. Yine de, bayram kutlamak şu zor ve tuhaf hayatı daha bir yaşanılır kılan rutin (tekrarlanması elzem) bir faaliyettir ve bu dünyadan hala bir şeyler umabilmemiz için mutlaka birileri birilerinin bayramlarını kutlamaya devam etmelidir.

Peki, tamam, bu bayram kutlama sırası bende olsun. Ötekilere karışmam bilesiniz.

Kural olarak değil mutlak olarak; hepinizin, hepimizin, herkesin bayramı kutlu olsun efendim. Bu bayram vesilesiyle sevdiklerimizin/bizi sevenlerin değerini daha çok bilelim.

İyi bayramlar…

Hüseyin Cem ÇÖL
13 Ekim 2013 – H 309

11 Ekim 2013 Cuma

Beklentisiz Gayret


Bir telaş içinde geçiverdi gençlik.
Yorgun bir beden, çözülmeyi, aktarılmayı ve anlaşılmayı bekleyen şişkin bir zihin bıraktı geride.
Ne zaman ki gençlik bitti, içimdeki savaş da duruldu.
"Beklentisiz gayret" diye özetleyeceğim bir ruh olgunluğuna eriştim.
Dünyanın yalan olduğunu unutmaksızın hayatı güzel kılmak gerektiğini idrak edince, her işimi daha kolay halleder oldum.
Dünya "ben yalanım" dedikçe, hayat "bir kız gibi soyunuverdi önümde".  

Kırkından sonrası da böyleyse, bu hayat tadından yenmez.

Hüseyin Cem ÇÖL
11 Ekim 2013 - H 309

"Ne Güzel Bir Hiçlikti Aşk" : Bu Can Bu Tende Kaldıkça Savaş Kaçınılmazdır


NE GÜZEL BİR HİÇLİKTİ AŞK
Neslihan Acu

Roman, Epsilon Yayınevi, 1. Baskı, Mart 2006, İstanbul, 310 s. 

Hüseyin Cem ÇÖL
11 Ekim 2013 - H 309