20 Mart 2013 Çarşamba

19 Mart 2013 Salı

“Une Femme est Une Femme” : Elbette Öyledir



Öyle olan ne? İzah edeyim.

“Une Femme est Une Femme”, yani “Kadın Kadındır”, Fransız yönetmen Godard imzalı 61 yapımı bir film. İki erkek ve bir kadın arasındaki aşk üçgeni denebilir mi bu filme? Belki. Fakat, asıl mevzu aşk da değil gibi, kadın-erkek ilişkileri de değil, asıl mevzu kadının ne istediği.

Sinemadan da, kadınlardan da pek anlamam. Bu filmden kendimce bazı çıkarımlarım elbette oldu ama ne kadar doğru verilere ulaştığım tartışılır. Anladığım kadarıyla şunu diyor bu film: Kadınlar, her ne kadar aşk için yaşıyorlarmış gibi yapsalar da, aslında asıl gayeleri ne aşk, ne de erkek. Aşk sadece işin süsü, erkek ise basit bir araç. Amaçsa, sadece ve sadece anne olmak, yani çocuk doğurmak. Tek başına anne olunamayacağı için, mutlaka bu iş için bir erkek gerektiği için, tek düşünceleri “bir” erkeği sepetlemek. “Aşk” ise erkeğin gözünü boyamak, onu elde etmek için kullanılan bir tuzak. Erkek, bu oyunun müzmin salağı rolünde her daim. Sanıyor ki bana tapan bir kadın var. Varsın öyle sansın. Aldanmak da güzeldir.

Aslında “Kadın Kadındır” filmi, bu haliyle geleneksel kadın-modern kadın ayrımını da reddediyor; modern kadın yoktur, sadece kadın vardır ve kadın her yerde, her konumda aynı kadındır.

***

Ne keyifsiz bir gündü bu Pazartesi. Şükür ki bitti.

Hüseyin Cem ÇÖL
19 Mart 2013 – Pelitli 

17 Mart 2013 Pazar

Türkiye’de Hukuk Fakültelerinin Sayısal Görünümü




92'de sınava girdiğimde sayıları sadece 8 idi: Ankara, İstanbul, Marmara, 9 Eylül, Gazi, Selçuk, Dicle ve  Erzincan.

Şimdi 69 olmuşuz. 6'sı da kapıda bekliyor.

Hayır, ne münasebet şikayetçi değilim. Elbette sayıları artacaktı, artması lazım gelirdi, belki bu kadar hızlı değil ama yine de yerinde saymayacaktı. Hayatın olağan hızına tamamen uyan bir durum. Sürpriz yok. Aksi olsa şaşmak lazım gelirdi.

Daha çok laf kaldırır bu tablo, lakin ben şimdilik kısa keseyim.

Hüseyin Cem ÇÖL
17 Mart 2013 - H 309

16 Mart 2013 Cumartesi

O Değil De Galatasaray'ın İşi Hakkaten Zor...



Aşağıdaki uyarıları ödev hazırlamakta olan KTÜ Hukuk Fakültesi I., II. ve III. sınıf öğrencilerinin dikkatine sunarım :   

1- Ödevi yapmış olmak için yapın. Ödev, sadece dersten geçmenizi kolaylaştıracak küçük bir engeldir. Ödev konunuzun, aldığınız dersin cüzi bir parçası olduğunu, parçayı öğrenmenin bütünü algılamanızı kolaylaştıracağını ve bütünü algılamak için içinizde arzu doğurmasının hedeflendiğini asla akla getirmeyin. Hatta o parçayı da öğrenmeye kalkmayın, sadece ödevi yapın yeter.

2-  Yazı stilini baştan sona italik yapın. Böylece size ödev verenin ödevinizi okumaya çabalarken kağıtlara yan bakmaktan boynu tutulsun ve bir daha size ödev falan vermesin.

3- Görsel malzemeleri öyle yoğun kullanın ki, bilgiler arada karınca misali kaybolsun. Hatta görselleri yazıların üstüne bindirin, ödevinizi incelerken kendimi görsellerin arasında yazıları bulmaya çabalayan bir kaşif gibi hissedeyim, bulunca da mutluluktan ağzım tavan yapsın.

4- Mümkünse ödev konunuzla hiç ilgisi olmayan görseller kullanın, böylece beni “bu görselle yazı arasında nasıl bir ilgi kurdu bu öğrenci acaba?” diye düşündürüp, ödevinizle baş başayken beyin fırtınası yapmama fırsat verin.

5- İsterseniz görsel malzemeleri hiç kullanmayın. Ödeviniz soğuk, tatsız, dümdüz olsun. Haklısınız, hukuk ödevinde görsel mi olurmuş? İcat çıkarmayın…

6- Tablo ve şemalar, bilgilerin öz’ünü aktarır. Siz öz’de değil, söz’de bir ödev hazırlayın.

7-  İstatistik, yalanı sayılara söyletme bilimidir. Yalanla işiniz olmasın. Ödevinizle ilgili olsa bile istatistiklere başvurmayın.

8- Hukuk, sadece kurallardan ibarettir. Hayat, hukukun konusu olamaz. Hukukun amacı da hayatta yaşanan ihtilaflara çözüm bulmak, böylece hayatı daha yaşanılır kılmak değildir. Siz de zaten hayatın içinde yaşanan ihtilafları anlamak, algılamak ve çözmek için hukuk eğitimi almamaktasınız. Gazete haberleri, yaşanılan hayatı ve olayları aktarır. Gazete haberlerini ödev kaynağı yapmayın. Ödevinizi hazırlarken ne olur hayatla ilginizi kesin.   

9- Ödev tesliminin son gününün 29 Mart oluşuna aldırmayın. Bahar geldi, ödev de neymiş. gezin, dolaşın, eğlenin. Trabzon’da havalar, maşallah diyelim, son günlerde öyle yumuşak ki. “İş bekler, keyif beklemez” der Doğan Hızlan. Ödevinizi vaktinde vermeyin. Vaktinde ödevini veren de ölüyor, vermeyen de. Rahat olun. Sıkıntı yapmayın.

10-  Ödevini geç teslim etmeyi kafasına koyanlar, gece yatmadan önce çok esaslı üç gerekçe düşünsün, abdest alıp iki rekat namaz kıldıktan sonra üç gerekçenin hangisiyle benim karşıma çıkacağının daha hayırlı olacağını rüyasında görmek üzere istihareye yatsın. Allah kolaylık versin. Ayrıca akıl, hem de fikir.

11-  Ödev, bir yönüyle can sıkıntısıdır, eziyettir; bir yönüyle ise kendi çapında başarı, mutluluk ve neşe sebebidir. Bir şey öğrenmek insanı başkalaştırır, mutlu eder; ama her öğrenme çaba da gerektirir. Çaba, sıkıntısız olmaz. Sıkıntı çekilerek başarıya, mutluluğa ulaşılır. Hayat da böyledir canlar.“Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır” der Üstad Karakoç bir şiirinde. “Bazen neşe, bazen keder, hayat böyle geçip gider” der Sezen Aksu güzelim şarkılarının birinde. Siz neşe kısmını boşverin; zamanında yapmayarak, gereği gibi yapmayarak, suçu başkalarına, fakülteye, hocalara, sisteme, devlete, size yüz vermeyen sevgilinize atarak; ödev denilen aslında küçücük bir işi, dev bir sıkıntı böceğine dönüştürün. Başaracağınızdan eminim.

Son bir hatırlatma : An itibariyle  ödev tesliminin bitimine 13 gün 8 saat 26 dakika 24 saniye kaldı…

E hadi…

Hüseyin Cem ÇÖL
16 Mart 2013 – Pelitli 

"Yargıtay Bozma İlamı Doğrultusunda Düzenlettirilecek Raporun..."



Yerel mahkemenin ara kararı aynen şöyle :

"Dosyanın ... hukukundan anlar bir bilirkişiye tevdii sağlanarak Yargıtay bozma ilamı doğrultusunda düzenlettirilecek raporun mahkememize gönderilmesinin istenilmesine..."

Ne demeli bu karara şimdi? Bilirkişinin serbest iradesini tamamen rafa kaldıran bir talep bu. Yargıtay'ın bozma ilamı "doğrultusunda" olacak rapor, yani kararın dışında bir kanaate varılsa bile, o doğrultudan şaşılmayacak. Bu, Yargıtay'ın kararını ufak cümle değişiklikleriyle yeniden yazmak demek.

Bilirkişi değil, noter sanki.

Hüseyin Cem ÇÖL
16 Mart 2013 - Pelitli

14 Mart 2013 Perşembe

İlhan Arsel ile Server Tanilli Arasındaki Önemli Fark



İlhan Arsel 2010’da öldü; Server Tanilli ise 2011’de… İkisi de -en azından bir kesimce- değeri tartışılmaz  bilim adamları idiler. Özellikle “İslam dini” üzerine yazdıkları kitaplar çok ses getirdi, çok okundu, çok tartışıldı.

Ben ikisini de sadece ismen bilirdim; isimleri ve eserleri üzerine kopan tartışmaları ikinci elden takip ederdim fakat hayattalarken her ikisinin de eserlerini de okumuş değildim.

İlhan Arsel’in “Biz Profesörler” isimli kitabına, 2011’in son aylarında, Kars’ta, kelepir kitap zaten küçük bir dükkanda, hani bir taraftaki raflarda kitaplar dizili olan, diğer tarafta ise müzik aletleri satan, hafiften müzik stüdyosunu da andıran o küçücük dükkanda rastlamış ve hemen satın almıştım. Sarıkamış’ın soğuk ve karlı akşamlarında, Orduevi’nde, misafirhanede, Mahkeme’de, fırsat bulduğum her yerde, azar azar okuyarak hatmetmiştim.

Edindiğim intiba iki yönlü idi : Birincisi, Arsel’in bir bilim adamına yakışmayacak agresif, polemikçi, hatta yer yer militan bir dili, üslubu, tavrı hakimdi eserine. Bu gergin tavır; savunulan görüşlerin sanki bir anlık kızgınlıkla, akademik titizliğe aykırı olarak yani pek de ince elenip sık dokunmadan kitaba aktarıldığını akla getiriyordu. Aynı görüşleri sık sık ve sayfalar dolusu tekrarlaması da, savunduklarına kendisini bile tam ikna edememiş bir yazar portresini ele veriyordu. Arsel’i “öfkeli” ve bu nedenle “sağlıksız” bir yazar olarak algıladım.    

İkincisi ise işin başka bir yönü. Türkiye’de hep eğitimin daha kötüye gittiğine dönük bir eğitim klişesi hakimdir. Acaba öyle midir? Eğitim kalitesi önceleri, yani bizler eğitim almadan önceki o muhayyel dönemde iyiydi de, sonra mı bozuldu? Biz mi, her şeyin kötüye evrildiği o talihsiz döneme rast geldik? Ben hiçbir zaman bu kanaatte olmadım. Türkiye’de hiçbir zaman ve hiçbir alanda iyi bir eğitim dönemi olmadı ki, her şey kötüye gidebilsin? Hatta tam aksini savunmak daha doğru. Her şey kötüye gitmiyor, belki çok yavaş ama, karınca adımlarıyla da olsa, her şey iyiye gidiyor. Arsel’in kitabı, o her şeyin çok iyi olduğu düşünülen dönemlerde de, Türkiye’nin en köklü hukuk eğitiminin verildiği düşünülen mekanında, AÜHF’de, aslında profesörler arasında çapsızlığın, intihalin, cesaretsizliğin, öğrenciyi müşteri gören zihniyetin hakim olduğunu; hülasa, eğitimde ve hassaten hukuk eğitiminde hiçbir vakit bir asrı saadet dönemi yaşanmadığını apaçık ortaya koyuyordu.

Server Tanilli’ye gelelim.

Hep okumak istedim Tanilli’yi. Bilhassa Uygarlık Tarihi’ni. Nihayet, kendimi Tanilli okumaya hazır hissedince, geçen ay üç kitabını sipariş verdim netten: “İslam Çağımıza Yanıt Verebilir mi?”, “Uygarlık Tarihi” ve “Din ve Politika”.

İsmi çekti galiba. İlk elime aldığım “Uygarlık Tarihi” değil, “İslam Çağımıza Yanıt Verebilir mi?” oldu. Kaç gün oldu başlayalı yarılamış değilim henüz. Her gün azar azar sindire sindire okuyorum, okumaktayım. Bir şeyler, üstelik esaslı bir şeyler değişmekte farkındayım. Hatta bir vakit, dikkat edin, bu, okuduğum kitabı ne kadar önemsediğimi gösterir, kendime “dur be birader, bir es ver, başka ve zıt kitaplarla zihnine doluşanları ölç bakalım” diyecek noktaya geldim. Es de verdim. Tanilli’yi bir kenara bırakıp, araya iki kitap sokuşturdum.  Biri, bir ilahiyat profesörünün yazdığı siyer kitabı: “Alemlere Rahmet Hz.Muhammed” (Prof.Dr.Hüseyin ALGÜL, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları). İkincisi, daha çok avama yönelik bir eser. Ciddiyeti yok ama benim açımdan çok zengin ayrıntılar içeriyor, halkın bildiği, algıladığı ve yaşadığı İslam’ın en saf özü burada çünkü. Fevkalade ciddiyetsiz bu eseri, sırf bu nedenle çok ciddiyetle okuyorum: “Saadet Devri 6 : Kavuşma” (Ahmet Lütfü Kazancı, Tuğra Neşriyat).  Bu iki kitabı da yarılamış durumdayım. Yer yer Nasrettin Hoca gibi “bunların hepsi kendince, kendi bakış açılarından haklı” dediğim oluyor ama daha çok kendimi Tanilli’nin az bile yazmış olduğunu tasdiklerken buluyorum. Bilhassa kendimi, Kazancı’nın kitabındaki pek çok ayrıntıyı Tanillivari yorumlarken yakaladığımda, geri dönülmez bir noktaya ulaştığımı hissediyorum.

***

Cem’cim, bu gidiş nereyedir?
El-cevap: Aklımın götürdüğü yere.

Cem’cim, aklının götürdüğü yer, sana aklını verenin istediği yer midir?
El-cevap: Aklımı bana veren, aklımın götürdüğü yere gitmem için bana baştan müsaade etmiş demektir. Ben, sadece aklımı kullanmakla mükellefim. Gittiğim yol, benim icadımdır. Vardığım menzil de, daha önce kimsenin varmadığıdır, bana özgüdür, benim içindir. Öğretmen yol açar, o yolda yürümek için imkan hazırlar; ama yürüyecek olan, yürürken engellerle mücadele edecek olan ve hedefe varacak olan benim. Menzilin “belirli”, “herkes için aynı” ve “ulaşılması zorunlu” olduğunu kabul etmek; öğretmeni de öğrenciyi de robotlaştırır; ders de heyecansız, sıkıcı, hep bilinenleri tekrarlayıcı, ufuksuz, yeniye, farklıya ve değişime kapalı olur; sınav ise irade ve akıl rafa kalkacağı için anlamsızlaşır; anlamsız bir sınavın sonunda verilecek ödül de ceza da gülünçtür.  

***

Fark demiştim başlığa, onu yazacaktım, araya iç diyaloglar girdi. Evet Arsel agresif, polemikçi, hatta magazinel bir yazar. Başka görüşlere ve görüş sahiplerine yer yer hakaretamiz yaklaştığı için de, bir bilim adamının olmazsa olmazı olan objektiflik özelliği pürüzlü. Tanilli daha sakin. Bilim adamı sakin olmalı zaten. Görüşlerini en ateşli dille savunurken de sakin olmalı. Agresif bir dil, kanımca, yüksek perdeden bağırarak görüşlerini kabul ettireceklerini sananlara özgü bir çaresizlik hâli. Bundan başka Tanilli’nin, karşı tarafın görüşlerini de anlamak ve bu görüşleri hakaretamiz bir dil kullanmadan yargılamak gibi bir özelliği de var. Ve benim en hoşuma giden üçüncü özelliği: Tanilli’de, bilimsel eserlerde görülen kuru, takır-tukur, soğuk bir dil yok; aksine ancak erbabının anlayacağı ince bir üslup gizli. Bu üslup aynı zamanda görüşlerini okurun zihninde kabul görmesi için önemli bir araç da. Ben bu üslubu çözdüm sanırım. Tanilli’yi okurken, hızla akan bir ırmakta sessiz ama belli bir ritimle yoluna devam eden bir kayığın içinde gibisiniz. Kayık sessizce ilerliyor gibi ama içerde fırtınalar kopuyor. Bu fırtınalar o kadar şiddetli ki, Tanilli, bir fırtınadan başka fırtınaya geçmek için arada bir es veriyor. Tek cümlelik paragraflar bunlar. Genelde de soru cümlecikleri. Bazen de ünlem! Bu es’ler, iki fırtına arasında hem bir dinlenme sığınağı, hem de sonraki fırtınaya okuru zihnen hazırlama mekanı işlevi görüyor. Ara öğün gibi. Öncekilerin sindirilmesini sağlayan, sonrakiler için de yol açan.

Fark demiştim. Birkaç fark yazdım. Özü şu aslında yazdıklarımın: Arsel, kalıcı olamayacak, yazdıkları zamanla önemini kaybedecek, bir dönemin popüler eserleri kategorisine sokulup magazinel düzeyle ele alınacak; oysa Server Tanilli’nin eserleri yaşayacak, var olacak.

Bu bahse dair yazacaklarım bitmedi. Yol bitmedi çünkü. Yolculuk sürüyor.

Hüseyin Cem ÇÖL
14 Mart 2013 – Pelitli

13 Mart 2013 Çarşamba

Off The Record



Varsayalım ki, 
bu yazıyı ben yazmadım, 
siz de okumadınız…

İnsanın kendisini tanıması zordur ama tanıdığım kadarıyla söyleyeyim, sakin biriyimdir. Kolayına birine kızmam, kızmışsam gerçekten son noktaya gelmişimdir, yani muhatabım hak etmiştir de kızmışımdır. İçimde kin de beslemem, gençken çevremde kin beslediğim birileri olurdu, zamanla bu terbiyeden geçtim sanırım, artık kin de tutmuyorum. Kin, sinede bir yüktür, geç de olsa öğrendim.

Lakin… (Laf aramızda bu lakin kelimesi de bana fena halde Süleyman’la Hürrem’i çağrıştırıyor, lakin lafımızın onlarla bir ilgisi yok, geçelim)…

Evet, lakin…

Hani oluyor bazen Dr. Jekyll kimliğinden aniden sıyrılıyorum ve hiç tanımadığım Mr. Hyde benliğimi ele geçiriyor…

İşte o vakit, yıllardır edebiyatın, türkülerin hasıyla özene bezene yoğurduğum kalbim, usta bir işkencecinin göğsündeki sert bir kayaya dönüşüyor.

Ne vakit mi?

Mesela ben tam kendimi kaptırmış dersimi anlatırken, birileri kendi arasında konuştuğu vakit… İşte o vakit Külyutmaz gibi sıraların üstünde seke seke uçarak, derste konuşan öğrencinin suratında Salvador Dali’yi kıskandıracak modern desenler icra etmek ve şemailinde asla eski haline irca olunamayacak tebdilatta bulunmak istiyorum. Akabinde sol cebimden çıkardığım çengelli iğnenin ucunu öğrencinin önce alt dudağından, sonra da üst dudağından geçirmek istiyorum. Öğrencinin feryad-ü figanına bigane kalarak, var gücümle çengelli iğneyi tutturmak, öğrencinin inlemesine Erol Taş kahkahasıyla karşılık vermek istiyorum. O dudaktan çıkabilecek inlemelerin önünü almak için, bu kez sağ cebimden çıkardığım koli bantıyla, sadece ağzını değil, bütün yüzünü bantlamak istiyorum.  

Mesela ben tam kendimi kaptırmış dersimi anlatırken, birilerinin hiç sakınmaksızın sakız çiğnediklerini gördüğüm vakit… Bu kez Külyutmaz gibi sekerek değil, Süperman gibi uçarak öğrencinin burnunun dibinde bitmek, ağzındaki sakız korkudan erim erim eriyene kadar suratının tüm milimetresini budaklı meşe odunuyla okşamak istiyorum. Bundan kelli asla derste sakın çiğnemeyeceğini dil ile ikrar, kalp ile tasdik edinceye kadar; cebindeki yedek sakızları tek tek çıkarıp ağzımda şişirmek ve öğrencinin suratında patlatmak istiyorum.

Tamam sakinim, geçti, yok bişey.

Hüseyin Cem ÇÖL
13 Mart 2013 – H 309 

Üç


Başbakan üç’le başladı malum; sonra dörde çıkardı, bildiğim kadarıyla en son beş’te kapadı. İlerde ne olur bilinmez. Ben bunları tek eş için söylemiştim de diyebilir; o vakit bu rakamları ikiyle, üçle hatta dörtle çarpmak lazım.


Ben şahsen bizzat kendim üç’te bıraktım. Üç bile bu devirde ne kadar zor, erbabı bilir. Eş dersen biz mezara kadar tek’ten şaşmayız. Zaten ikiyle, üçle, dörtle uğraşacak ne hâl var ben de, ne de imkan. Dertsiz başıma dert alacak da değilim. Aklımı peynir ekmekle yemedim.

Başbakanı severim, evveliyatını da az çok bilirim, ta belediye başkanı olmadan öncesini… On yıldır cansiperane gayret sarf ettiğini görüyor ve kendisini yürekten takdir ediyorum. Ben zaten tüm başbakanları severim. O koltuğa oturan herkes hangi siyasi görüşten olursa olsun, şüphesiz bu vatanın nitelikli bir evladıdır. Başbakan da elhak öyledir. Şüphesiz üç, dört, beş derken milletin iyiliği için söylüyor. Yaşlanan Avrupa ortada. Yaşlı bir milletin yaşama tutkusunun azaldığı malum. Yaşama tutkusu olmamak, üretmemek demek, yaşarken ölmek demek. Onların düştüğü duruma düşmeyelim diyor. Haklı. Ama bir yandan da ülkenin eğitim seviyesi yükseliyor. Üniversite adedinin artmasıyla nerdeyse her genç, üniversite öğrencisi olma imkanını elde etti. Bu hız devam ederse evlenme yaşı 30’lara vuracak. Çünkü kimse ayağını sağlam kazığa bağlamadan parmağına yüzüğü takmayacak, takamayacak. Eğitimli nüfus arttıkça her alanda arz açığı talep patlaması yaşanması muhtemel değil mutlak. E bu durumun geç evlenmeye ve az çocuk sahibi olmaya sebep olacağı da muhakkak. Evlenememe ihtimalini hiç zikretmiyorum bile. Hele eğitimli kadınların artması nüfus hızını daha da düşürecek. Dördü, beşi bir yana bırakın üç de hayal olacak; ikiye bile varmadan bir’de stop lambasını yakan çok olacak.  Bir bile, bin çeşit acaba’dan sonra dünyaya merhaba diyecek.

Dede olma meraklısı değilim ama çok erken evlenmiş olmama rağmen sanırım benim dedeliği tatmam ancak 50’lerimde mümkün.

Geçen gün eşim “sen çok iyi dede olursun” demişti de, gecenin bu vaktinde ne yazsam diye düşünürken aklıma geliverdi. Ben de yazdım işte.

Dede ha. Ben. Hay Allah!

Hüseyin Cem ÇÖL
13 Mart 2013 – Pelitli 

12 Mart 2013 Salı

Ajans Press


"En sıkıcı birinci gazete, ikincisi TTSG" diye basmakalıp ifadelerle derslerde geçiştiriyorum ama kendisine hukukçu diyen bir kimsenin sıkıcılığına bakmayıp her gün düzenli olarak takip etmesi gereken bir gazete Resmi Gazete.

Fakat ben hukukçu olmadığımın, olamadığımın bir kanıtı olarak, maalesef, Resmi Gazete'yi her gün takip edemiyorum. Bu alışkanlığı bir türlü edinemedim. Bundan sonra da biraz zor. Malumunuz, yerleşmiş huyları terk etmek ne kadar zorsa, yerleşmemiş huyları edinmek de bir o kadar imkansız.

Bu eksiğimi kapatmanın fevkalade bir yolunu buldum ama. Demokrasilerde çareler tükenmez.

Resmi Gazete'yi düzenli olarak takip eden bir "hukukçu" tanıyorum. O Resmi Gazete'yi her gün takip ediyor, işe yarar düzenlemelerin linkini veriyor, ben de O'nu twitter'dan takip ediyorum. Hani nerdeyse bu hukukçu bana özel "ajans press"lik yapıyor, ki kendisi olan bitenin farkında bile değil. Bense çok memnunum O'ndan. İşime çok yaradığı, beni RG'yi takip etmek zorluğundan kurtardığı için, yazdığı diğer tavuk suyuna çorba özündeki tırıvırı tweetlere katlanmak zorunda kalıyorum.

Gülü seven dikenine katlanır.

Hüseyin Cem ÇÖL
12 Mart 2013 - Pelitli

10 Mart 2013 Pazar

En Az Bir Paragraf Yazmak Zorunludur


"öğrencilere sert bi imaj vermeye çalısıyosunuz ama 
içinizde pamuk kadar yumusak bir insan yatıyor hocam 
Allah yolunuzu açık etsin"

2011-2012 Bahar Dönemi İşletme Bölümü 
Ticaret Hukuku dersi öğrencisi 


Birinci sınıfın notları ana binada tuvalete giderken soldaki duvara; ikinci sınıfın notları yeni binanın ön yüzündeki cama bir uçtan diğer uca; üçüncü sınıfın notları yine ana binada yemekhane ile 1/C arasında kalan duvardaki cam bölmelere, heykelin arkasına, girişin tam karşısına; dördüncü sınıfın notları ise ana binanın dış duvarındaki camlı bölmelere, altı sütunun arkasına asılırdı. Notlar elyazısıyla yazıldığı için çok iyi okunmazdı. Bazen de hiç okunmazdı. Mesela cam bölmenin ortasındaki tahta bölüm tam da senin notunun üzerine denk gelmişse öldür allah notunu öğrenemezdin. Cam bölmeyi parçalayasın gelirdi.

Allahım, o ne heyecandı! Aldığın not karşında bir yerde ve sen eğilmiş önce adını bulmaya sonra adının hizasını şaşırmadan notunu öğrenmeye çabalıyorsun. İnsanın ömründen ömür giderdi.

Şimdi geriye bakınca ne saçma, ne budalaca diyorsun ama o zaman öyleydi işte. Not, her şey demekti. Emekti, gelecekti, başarıydı, bazen mutluluk, bazen de hüzündü, okunulan sayfalarca notun varabildiği son noktaydı.

***

Öğrencinin olduğu her yerde not var, not varsa heyecan da var illaki. Sınavsız, notsuz bir eğitim iyi olur mu, hatta olabilir mi, bilemem. Sistemi eleştirmek herkesin hoşuna gider; sistem nasıl olursa olsun eleştiri insanı rahatlatır. Mutsuzluğunun, başarısızlığının sebebini kendinde değil de, başkalarında, başkalarının ayarladığı sistemden kaynaklandığını düşünmek, insana hoş gelir. Bu bahis çok laf kaldırır ancak ben başka bir şeyden bahsedeceğim.

KTÜ’de ve sanırım artık üniversitelerin hemen hemen hepsinde öğrenci notunu internetten öğreniyor. Camlı bölmelere, duvarlara bakmak yok artık; ekran var sadece. Numaranı, şifreni gir ve not karşında. Fakat arada küçük bir engel var. Final notunu öğrenebilmen için ankete katılmak ve “bir paragraf” yazmak zorundasın ders ve ders sorumlusu hakkında. Anladığım kadarıyla tüm fakülteler için bu zorunluluk yok; niye yok bilmiyorum. Mesela İİBF için şart ama HF için şart değil. Bu da ayrı bir soru işareti.

Sorumlusu olduğum derslere ilişkin öğrencilerin yazdıklarını okuyorum hatta okumakla kalmayıp bilgisayarımda saklıyorum da. Aslında buraya yazılan görüşler ciddi bir incelemeye tabi tutulsa, buradan çok ekmek çıkar. Özellikle sosyoloji, psikoloji ve eğitim bilimleriyle uğraşanlar bu anketlerden tez, makale üretebilirler ve üniversitede verilen eğitimin düzeyine ve nasıl bir eğitim verilmesine ilişkin sağlıklı bir çıkarımda bulunabilirler.

Sosyolog, psikolog ya da eğitimci değilim ama benim de kendime göre çıkarımda bulunmama engel yok. Belli bir bakış açısından yaklaşmadan, rastgele diyebileceğim bir tasniflemeyle sorumlusu olduğum derslerin anketlerine görüşlerini yazan öğrencileri birkaç gruba ayırabilirim:

1- Üşengeçler : Kabaca, her beş öğrenciden biri bu engeli, notunu öğrenmesini geciktiren lüzumsuz bir aktivite, hatta tam anlamıyla bir “angarya” olarak görüyor. Öyle olduğu için de hiçbir anlamlı cümle yazmıyor, onun yerine karalama yapıyor, klavyenin tuşlarına rastgele basıyor, çıkan anlamsız harf yığınları o öğrencinin “görüşü” oluyor.

2- Sistem karşıtları : Sayıları çok çok az olmakla birlikte, bu engeli sisteme yönelik eleştiride bulunma mekanı ve imkanı görenler de var. Dediğim gibi sayıları çok çok az. Hatta kimileri yazarak bile değil, yorum yazmayı reddettiğini yazarak, sistem karşıtlığını ifade ediyorlar. Bir tür vicdani red.

3- Memnunlar : Şükürler olsun ki, oldukça kalabalık bir grup burası. Eksilerimin ve artılarımın farkındayım ama öyle ya da böyle memnuniyet ifadelerini okumak onca emeğin, gayretin boşa gitmediğini görmek insanı gönendiriyor. Aslında memnunları, yani dersten ve ders sorumlusundan memnun olanları da ikiye ayırmak lazım. Memnuniyetini kısaca, tek cümleyle belirtenler ve memnuniyeti birkaç cümleyle belirtenler. İsimlerini bilme ve öğrenme imkanım olmasa da, ikinci gruptakileri daha çok sevdiğimi neden saklayayım!

4- Gayrımemnunlar :  Ve yine şükürler olsun ki, oldukça tenha bir grup burası. Geçen dönem daha çoktu, 3 yanlış 1 doğru meselesi yüzünden. Bu barajı biraz hafifletince gayrımemnunların sayısı hayli azaldı. Şimdi her sınıfta bir elin parmaklarını geçmiyor.

Yeniden başa döneyim. Öğrenciyken camlı bölmeler, duvarlar yerine internetten not öğrenme imkanım olsaydı ben ne yapardım, hangi gruba girerdim? Sayıları çok az da olsa sevdiğim hocalar vardı; onlar için memnuniyetimi ifade etmekten çekinmezdim. Fakat, bana olumlu ya da olumsuz hiçbir anlam etmeyen yığınla dersin hocasına ne yazardım, ne yazabilirdim? Her genç gibi ben de az çok sistem karşıtıydım ama bu karşıtlık, gençliğin verdiği içi boş bir varolan her şeye karşı çıkma, karşı çıkarak kendini kanıtlama, böylece çapsızlığını örtme ve sorunları öteleme çabasından başka bir şey değildi. Karşıtlığımın içi boş olunca, yazacaklarımın da bir ehemmiyeti olmayacaktı. Analitik bir dille memnuniyetsizliklerimi ifade edebilir miydim? Hayır. Çünkü bir söz vardır “Osmanlı söylemez, söylenir” diye. Bizde eleştiri alışkanlığı, sorumluluk almadan ulu orta sözler sarfetmekten ibarettir. Böyle gelmiş böyle giderci felsefe de içimize işlemiştir. Yazsak da bir işe yaramayacaktır. O halde niye yazmalıydı.

Anladınız. Öğrenci olsam ben de “üşengeçlerden” olurdum.

Ama rastgele karalamazdım. Mutlaka her sayfaya ayrı ayrı, birbirinden alakasız, zevzekçe, okuyana “ne lan bu şimdi” dedirtecek şeyler yazardım.

“Birisine adres sorarken dolu dolu yaşarım o anı” gibi. 


Hüseyin Cem ÇÖL
10 Mart 2013 - Pelitli