26 Mart 2013 Salı

Milli Duyguya Bir Örnek Verin...



Sis'ler içindeki 
vadi yazılarından 
nasılsa nette kalabilmiş bir numune...

Geçen hafta bir yemek parasına birkaç düzine kitap satın almıştım Cebeci’deki bir sahaftan. Satın aldığım kitapların birkaçını da okumuştum.

Bugün akşamüzeri, işte bu “sadece bir” simit parasına denk düşen kitaplardan birini elime aldım okumak için. Abdullah Demir’in “Al Gülün Dikeni” isimli kitabıydı bu. Fıkralarla süslenmiş bir otobiyografi kitabı. Yazar Abdullah Demir bir mimar. Üslubu sıcak, samimi ve tatlı. Bir kez okunduktan sonra, bir kez daha okumayı istetecek bir kitap. Fıkralarla anlatılanların ilgisini kurmakta hayli güçlük çektim. Fakat, öyle bile olsa, araya serpiştirilen fıkralar, anlatımı daha bir güzelleştirmiş, bu kesin.

Kitabı henüz bitirmiş değilim. Hatta yarılamadım bile. Aslında kitap bittikten sonra bu tür yazıları yazarım ama bugün bir sebepten dolayı dayanamayıp kuralı bozdum. Çünkü kitapta yazarın, beni epeyce güldüren, hatta kahkaha attıran bir anısını okudum. Bu hoş anıyı da paylaşmak istedim.

1929 doğumlu yazar ilkokul öğrencisi olduğu dönemden bir anısını anlatıyor:

Yıl 1939. (…) Yurt bilgisi dersi o yıl okutuldu. Sınıfta milli duygu konusunu işliyorduk. Öğretmenim Hilmi Ercan, milli duyguyu; “Milletçe ağlanan, Milletçe sevilen şeydir” diye tarif etti.

“Hatay’ın Anavatan’a kavuşmasına milletçe sevindik, Ulu Önder Atatürk’ün Ölümüne milletçe ağladık.” diye örnek verdi.

Sınıfın göze batan öğrencisi olduğum için bir örnekte benden istedi: “Pazar günü bağda çalışan ırgatlarımıza azık götürürken, eşek ürktü düştüm, kafam yarıldı, ağladım” dedim.

“Milli duygu bunun neresinde?” dedi ve dayağı yedim. Sınıf ikincisi Ahmet’e, “şimdi de sen bir örnek ver” dedi.

“Cuma günü kurulan pazardan babam irişkik (sucuk) almış. Anam da onu çömleğe koyarak duvara asmış, boyum yetmedi, bir sopa ile çömleği düşürdüm. Çömlek kafamı yardı, ağladım” dedi.

Öğretmen Ahmet’i daha kötü dövdü.

(Abdullah Demir – “Al Gülün Dikeni”, Otobiyografi, Ankara, 1994, s. 12-13.)

Hüseyin Cem ÇÖL
2006 ? - ANKARA 

23 Mart 2013 Cumartesi

Yurtta Sulh Olsun...



Vefatının 40. yılında
SEVGİ, SAYGI, ŞÜKRAN
ve RAHMETLE...
Allah birdir Peygamber Hak
Rabbül alemindir mutlak
Senlik benlik nedir bırak
Söyleyim geldi sırası

Kürt'ü Türk'ü ve Çerkes'i
Hep Adem'in oğlu kızı
Beraberce şehit gazi
Yanlış var mı ve neresi?

Kuran'a bak İncil'e bak
Dört kitabın dördü de Hak
Hakir görüp ırk ayırmak
Hakikatte yüz karası

Binbir ismin birinden tut
Senlik benlik nedir sil at
Tuttuğun yola doğru git
Yoldan çıkıp olma asi

Yezit nedir, ne kızılbaş
Değil miyiz hep bir kardaş
Bizi yakar bizim ateş
Söndürmektir tek çaresi

Kimi ne çeker dilinden
Hem belinden hem elinden
Hayır ve şer emelinden
Hakikat bunun burası

Şu alemi yaratan bir
Odur külli şeye kadir
Alevi Sünnilik nedir
Menfaattir varvarası

Cümle canlı hep topraktan
Var olmuşuz emir Haktan
Rahmet dile sen Allah'tan
Tükenmez rahmet deryası

Veysel sapma sağa sola
Sen Allah'tan birlik dile
İkilikten gelir bela
Dava insanlık davası

AŞIK VEYSEL

20 Mart 2013 Çarşamba

19 Mart 2013 Salı

“Une Femme est Une Femme” : Elbette Öyledir



Öyle olan ne? İzah edeyim.

“Une Femme est Une Femme”, yani “Kadın Kadındır”, Fransız yönetmen Godard imzalı 61 yapımı bir film. İki erkek ve bir kadın arasındaki aşk üçgeni denebilir mi bu filme? Belki. Fakat, asıl mevzu aşk da değil gibi, kadın-erkek ilişkileri de değil, asıl mevzu kadının ne istediği.

Sinemadan da, kadınlardan da pek anlamam. Bu filmden kendimce bazı çıkarımlarım elbette oldu ama ne kadar doğru verilere ulaştığım tartışılır. Anladığım kadarıyla şunu diyor bu film: Kadınlar, her ne kadar aşk için yaşıyorlarmış gibi yapsalar da, aslında asıl gayeleri ne aşk, ne de erkek. Aşk sadece işin süsü, erkek ise basit bir araç. Amaçsa, sadece ve sadece anne olmak, yani çocuk doğurmak. Tek başına anne olunamayacağı için, mutlaka bu iş için bir erkek gerektiği için, tek düşünceleri “bir” erkeği sepetlemek. “Aşk” ise erkeğin gözünü boyamak, onu elde etmek için kullanılan bir tuzak. Erkek, bu oyunun müzmin salağı rolünde her daim. Sanıyor ki bana tapan bir kadın var. Varsın öyle sansın. Aldanmak da güzeldir.

Aslında “Kadın Kadındır” filmi, bu haliyle geleneksel kadın-modern kadın ayrımını da reddediyor; modern kadın yoktur, sadece kadın vardır ve kadın her yerde, her konumda aynı kadındır.

***

Ne keyifsiz bir gündü bu Pazartesi. Şükür ki bitti.

Hüseyin Cem ÇÖL
19 Mart 2013 – Pelitli 

17 Mart 2013 Pazar

Türkiye’de Hukuk Fakültelerinin Sayısal Görünümü




92'de sınava girdiğimde sayıları sadece 8 idi: Ankara, İstanbul, Marmara, 9 Eylül, Gazi, Selçuk, Dicle ve  Erzincan.

Şimdi 69 olmuşuz. 6'sı da kapıda bekliyor.

Hayır, ne münasebet şikayetçi değilim. Elbette sayıları artacaktı, artması lazım gelirdi, belki bu kadar hızlı değil ama yine de yerinde saymayacaktı. Hayatın olağan hızına tamamen uyan bir durum. Sürpriz yok. Aksi olsa şaşmak lazım gelirdi.

Daha çok laf kaldırır bu tablo, lakin ben şimdilik kısa keseyim.

Hüseyin Cem ÇÖL
17 Mart 2013 - H 309

16 Mart 2013 Cumartesi

O Değil De Galatasaray'ın İşi Hakkaten Zor...



Aşağıdaki uyarıları ödev hazırlamakta olan KTÜ Hukuk Fakültesi I., II. ve III. sınıf öğrencilerinin dikkatine sunarım :   

1- Ödevi yapmış olmak için yapın. Ödev, sadece dersten geçmenizi kolaylaştıracak küçük bir engeldir. Ödev konunuzun, aldığınız dersin cüzi bir parçası olduğunu, parçayı öğrenmenin bütünü algılamanızı kolaylaştıracağını ve bütünü algılamak için içinizde arzu doğurmasının hedeflendiğini asla akla getirmeyin. Hatta o parçayı da öğrenmeye kalkmayın, sadece ödevi yapın yeter.

2-  Yazı stilini baştan sona italik yapın. Böylece size ödev verenin ödevinizi okumaya çabalarken kağıtlara yan bakmaktan boynu tutulsun ve bir daha size ödev falan vermesin.

3- Görsel malzemeleri öyle yoğun kullanın ki, bilgiler arada karınca misali kaybolsun. Hatta görselleri yazıların üstüne bindirin, ödevinizi incelerken kendimi görsellerin arasında yazıları bulmaya çabalayan bir kaşif gibi hissedeyim, bulunca da mutluluktan ağzım tavan yapsın.

4- Mümkünse ödev konunuzla hiç ilgisi olmayan görseller kullanın, böylece beni “bu görselle yazı arasında nasıl bir ilgi kurdu bu öğrenci acaba?” diye düşündürüp, ödevinizle baş başayken beyin fırtınası yapmama fırsat verin.

5- İsterseniz görsel malzemeleri hiç kullanmayın. Ödeviniz soğuk, tatsız, dümdüz olsun. Haklısınız, hukuk ödevinde görsel mi olurmuş? İcat çıkarmayın…

6- Tablo ve şemalar, bilgilerin öz’ünü aktarır. Siz öz’de değil, söz’de bir ödev hazırlayın.

7-  İstatistik, yalanı sayılara söyletme bilimidir. Yalanla işiniz olmasın. Ödevinizle ilgili olsa bile istatistiklere başvurmayın.

8- Hukuk, sadece kurallardan ibarettir. Hayat, hukukun konusu olamaz. Hukukun amacı da hayatta yaşanan ihtilaflara çözüm bulmak, böylece hayatı daha yaşanılır kılmak değildir. Siz de zaten hayatın içinde yaşanan ihtilafları anlamak, algılamak ve çözmek için hukuk eğitimi almamaktasınız. Gazete haberleri, yaşanılan hayatı ve olayları aktarır. Gazete haberlerini ödev kaynağı yapmayın. Ödevinizi hazırlarken ne olur hayatla ilginizi kesin.   

9- Ödev tesliminin son gününün 29 Mart oluşuna aldırmayın. Bahar geldi, ödev de neymiş. gezin, dolaşın, eğlenin. Trabzon’da havalar, maşallah diyelim, son günlerde öyle yumuşak ki. “İş bekler, keyif beklemez” der Doğan Hızlan. Ödevinizi vaktinde vermeyin. Vaktinde ödevini veren de ölüyor, vermeyen de. Rahat olun. Sıkıntı yapmayın.

10-  Ödevini geç teslim etmeyi kafasına koyanlar, gece yatmadan önce çok esaslı üç gerekçe düşünsün, abdest alıp iki rekat namaz kıldıktan sonra üç gerekçenin hangisiyle benim karşıma çıkacağının daha hayırlı olacağını rüyasında görmek üzere istihareye yatsın. Allah kolaylık versin. Ayrıca akıl, hem de fikir.

11-  Ödev, bir yönüyle can sıkıntısıdır, eziyettir; bir yönüyle ise kendi çapında başarı, mutluluk ve neşe sebebidir. Bir şey öğrenmek insanı başkalaştırır, mutlu eder; ama her öğrenme çaba da gerektirir. Çaba, sıkıntısız olmaz. Sıkıntı çekilerek başarıya, mutluluğa ulaşılır. Hayat da böyledir canlar.“Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır” der Üstad Karakoç bir şiirinde. “Bazen neşe, bazen keder, hayat böyle geçip gider” der Sezen Aksu güzelim şarkılarının birinde. Siz neşe kısmını boşverin; zamanında yapmayarak, gereği gibi yapmayarak, suçu başkalarına, fakülteye, hocalara, sisteme, devlete, size yüz vermeyen sevgilinize atarak; ödev denilen aslında küçücük bir işi, dev bir sıkıntı böceğine dönüştürün. Başaracağınızdan eminim.

Son bir hatırlatma : An itibariyle  ödev tesliminin bitimine 13 gün 8 saat 26 dakika 24 saniye kaldı…

E hadi…

Hüseyin Cem ÇÖL
16 Mart 2013 – Pelitli 

"Yargıtay Bozma İlamı Doğrultusunda Düzenlettirilecek Raporun..."



Yerel mahkemenin ara kararı aynen şöyle :

"Dosyanın ... hukukundan anlar bir bilirkişiye tevdii sağlanarak Yargıtay bozma ilamı doğrultusunda düzenlettirilecek raporun mahkememize gönderilmesinin istenilmesine..."

Ne demeli bu karara şimdi? Bilirkişinin serbest iradesini tamamen rafa kaldıran bir talep bu. Yargıtay'ın bozma ilamı "doğrultusunda" olacak rapor, yani kararın dışında bir kanaate varılsa bile, o doğrultudan şaşılmayacak. Bu, Yargıtay'ın kararını ufak cümle değişiklikleriyle yeniden yazmak demek.

Bilirkişi değil, noter sanki.

Hüseyin Cem ÇÖL
16 Mart 2013 - Pelitli

14 Mart 2013 Perşembe

İlhan Arsel ile Server Tanilli Arasındaki Önemli Fark



İlhan Arsel 2010’da öldü; Server Tanilli ise 2011’de… İkisi de -en azından bir kesimce- değeri tartışılmaz  bilim adamları idiler. Özellikle “İslam dini” üzerine yazdıkları kitaplar çok ses getirdi, çok okundu, çok tartışıldı.

Ben ikisini de sadece ismen bilirdim; isimleri ve eserleri üzerine kopan tartışmaları ikinci elden takip ederdim fakat hayattalarken her ikisinin de eserlerini de okumuş değildim.

İlhan Arsel’in “Biz Profesörler” isimli kitabına, 2011’in son aylarında, Kars’ta, kelepir kitap zaten küçük bir dükkanda, hani bir taraftaki raflarda kitaplar dizili olan, diğer tarafta ise müzik aletleri satan, hafiften müzik stüdyosunu da andıran o küçücük dükkanda rastlamış ve hemen satın almıştım. Sarıkamış’ın soğuk ve karlı akşamlarında, Orduevi’nde, misafirhanede, Mahkeme’de, fırsat bulduğum her yerde, azar azar okuyarak hatmetmiştim.

Edindiğim intiba iki yönlü idi : Birincisi, Arsel’in bir bilim adamına yakışmayacak agresif, polemikçi, hatta yer yer militan bir dili, üslubu, tavrı hakimdi eserine. Bu gergin tavır; savunulan görüşlerin sanki bir anlık kızgınlıkla, akademik titizliğe aykırı olarak yani pek de ince elenip sık dokunmadan kitaba aktarıldığını akla getiriyordu. Aynı görüşleri sık sık ve sayfalar dolusu tekrarlaması da, savunduklarına kendisini bile tam ikna edememiş bir yazar portresini ele veriyordu. Arsel’i “öfkeli” ve bu nedenle “sağlıksız” bir yazar olarak algıladım.    

İkincisi ise işin başka bir yönü. Türkiye’de hep eğitimin daha kötüye gittiğine dönük bir eğitim klişesi hakimdir. Acaba öyle midir? Eğitim kalitesi önceleri, yani bizler eğitim almadan önceki o muhayyel dönemde iyiydi de, sonra mı bozuldu? Biz mi, her şeyin kötüye evrildiği o talihsiz döneme rast geldik? Ben hiçbir zaman bu kanaatte olmadım. Türkiye’de hiçbir zaman ve hiçbir alanda iyi bir eğitim dönemi olmadı ki, her şey kötüye gidebilsin? Hatta tam aksini savunmak daha doğru. Her şey kötüye gitmiyor, belki çok yavaş ama, karınca adımlarıyla da olsa, her şey iyiye gidiyor. Arsel’in kitabı, o her şeyin çok iyi olduğu düşünülen dönemlerde de, Türkiye’nin en köklü hukuk eğitiminin verildiği düşünülen mekanında, AÜHF’de, aslında profesörler arasında çapsızlığın, intihalin, cesaretsizliğin, öğrenciyi müşteri gören zihniyetin hakim olduğunu; hülasa, eğitimde ve hassaten hukuk eğitiminde hiçbir vakit bir asrı saadet dönemi yaşanmadığını apaçık ortaya koyuyordu.

Server Tanilli’ye gelelim.

Hep okumak istedim Tanilli’yi. Bilhassa Uygarlık Tarihi’ni. Nihayet, kendimi Tanilli okumaya hazır hissedince, geçen ay üç kitabını sipariş verdim netten: “İslam Çağımıza Yanıt Verebilir mi?”, “Uygarlık Tarihi” ve “Din ve Politika”.

İsmi çekti galiba. İlk elime aldığım “Uygarlık Tarihi” değil, “İslam Çağımıza Yanıt Verebilir mi?” oldu. Kaç gün oldu başlayalı yarılamış değilim henüz. Her gün azar azar sindire sindire okuyorum, okumaktayım. Bir şeyler, üstelik esaslı bir şeyler değişmekte farkındayım. Hatta bir vakit, dikkat edin, bu, okuduğum kitabı ne kadar önemsediğimi gösterir, kendime “dur be birader, bir es ver, başka ve zıt kitaplarla zihnine doluşanları ölç bakalım” diyecek noktaya geldim. Es de verdim. Tanilli’yi bir kenara bırakıp, araya iki kitap sokuşturdum.  Biri, bir ilahiyat profesörünün yazdığı siyer kitabı: “Alemlere Rahmet Hz.Muhammed” (Prof.Dr.Hüseyin ALGÜL, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları). İkincisi, daha çok avama yönelik bir eser. Ciddiyeti yok ama benim açımdan çok zengin ayrıntılar içeriyor, halkın bildiği, algıladığı ve yaşadığı İslam’ın en saf özü burada çünkü. Fevkalade ciddiyetsiz bu eseri, sırf bu nedenle çok ciddiyetle okuyorum: “Saadet Devri 6 : Kavuşma” (Ahmet Lütfü Kazancı, Tuğra Neşriyat).  Bu iki kitabı da yarılamış durumdayım. Yer yer Nasrettin Hoca gibi “bunların hepsi kendince, kendi bakış açılarından haklı” dediğim oluyor ama daha çok kendimi Tanilli’nin az bile yazmış olduğunu tasdiklerken buluyorum. Bilhassa kendimi, Kazancı’nın kitabındaki pek çok ayrıntıyı Tanillivari yorumlarken yakaladığımda, geri dönülmez bir noktaya ulaştığımı hissediyorum.

***

Cem’cim, bu gidiş nereyedir?
El-cevap: Aklımın götürdüğü yere.

Cem’cim, aklının götürdüğü yer, sana aklını verenin istediği yer midir?
El-cevap: Aklımı bana veren, aklımın götürdüğü yere gitmem için bana baştan müsaade etmiş demektir. Ben, sadece aklımı kullanmakla mükellefim. Gittiğim yol, benim icadımdır. Vardığım menzil de, daha önce kimsenin varmadığıdır, bana özgüdür, benim içindir. Öğretmen yol açar, o yolda yürümek için imkan hazırlar; ama yürüyecek olan, yürürken engellerle mücadele edecek olan ve hedefe varacak olan benim. Menzilin “belirli”, “herkes için aynı” ve “ulaşılması zorunlu” olduğunu kabul etmek; öğretmeni de öğrenciyi de robotlaştırır; ders de heyecansız, sıkıcı, hep bilinenleri tekrarlayıcı, ufuksuz, yeniye, farklıya ve değişime kapalı olur; sınav ise irade ve akıl rafa kalkacağı için anlamsızlaşır; anlamsız bir sınavın sonunda verilecek ödül de ceza da gülünçtür.  

***

Fark demiştim başlığa, onu yazacaktım, araya iç diyaloglar girdi. Evet Arsel agresif, polemikçi, hatta magazinel bir yazar. Başka görüşlere ve görüş sahiplerine yer yer hakaretamiz yaklaştığı için de, bir bilim adamının olmazsa olmazı olan objektiflik özelliği pürüzlü. Tanilli daha sakin. Bilim adamı sakin olmalı zaten. Görüşlerini en ateşli dille savunurken de sakin olmalı. Agresif bir dil, kanımca, yüksek perdeden bağırarak görüşlerini kabul ettireceklerini sananlara özgü bir çaresizlik hâli. Bundan başka Tanilli’nin, karşı tarafın görüşlerini de anlamak ve bu görüşleri hakaretamiz bir dil kullanmadan yargılamak gibi bir özelliği de var. Ve benim en hoşuma giden üçüncü özelliği: Tanilli’de, bilimsel eserlerde görülen kuru, takır-tukur, soğuk bir dil yok; aksine ancak erbabının anlayacağı ince bir üslup gizli. Bu üslup aynı zamanda görüşlerini okurun zihninde kabul görmesi için önemli bir araç da. Ben bu üslubu çözdüm sanırım. Tanilli’yi okurken, hızla akan bir ırmakta sessiz ama belli bir ritimle yoluna devam eden bir kayığın içinde gibisiniz. Kayık sessizce ilerliyor gibi ama içerde fırtınalar kopuyor. Bu fırtınalar o kadar şiddetli ki, Tanilli, bir fırtınadan başka fırtınaya geçmek için arada bir es veriyor. Tek cümlelik paragraflar bunlar. Genelde de soru cümlecikleri. Bazen de ünlem! Bu es’ler, iki fırtına arasında hem bir dinlenme sığınağı, hem de sonraki fırtınaya okuru zihnen hazırlama mekanı işlevi görüyor. Ara öğün gibi. Öncekilerin sindirilmesini sağlayan, sonrakiler için de yol açan.

Fark demiştim. Birkaç fark yazdım. Özü şu aslında yazdıklarımın: Arsel, kalıcı olamayacak, yazdıkları zamanla önemini kaybedecek, bir dönemin popüler eserleri kategorisine sokulup magazinel düzeyle ele alınacak; oysa Server Tanilli’nin eserleri yaşayacak, var olacak.

Bu bahse dair yazacaklarım bitmedi. Yol bitmedi çünkü. Yolculuk sürüyor.

Hüseyin Cem ÇÖL
14 Mart 2013 – Pelitli

13 Mart 2013 Çarşamba

Off The Record



Varsayalım ki, 
bu yazıyı ben yazmadım, 
siz de okumadınız…

İnsanın kendisini tanıması zordur ama tanıdığım kadarıyla söyleyeyim, sakin biriyimdir. Kolayına birine kızmam, kızmışsam gerçekten son noktaya gelmişimdir, yani muhatabım hak etmiştir de kızmışımdır. İçimde kin de beslemem, gençken çevremde kin beslediğim birileri olurdu, zamanla bu terbiyeden geçtim sanırım, artık kin de tutmuyorum. Kin, sinede bir yüktür, geç de olsa öğrendim.

Lakin… (Laf aramızda bu lakin kelimesi de bana fena halde Süleyman’la Hürrem’i çağrıştırıyor, lakin lafımızın onlarla bir ilgisi yok, geçelim)…

Evet, lakin…

Hani oluyor bazen Dr. Jekyll kimliğinden aniden sıyrılıyorum ve hiç tanımadığım Mr. Hyde benliğimi ele geçiriyor…

İşte o vakit, yıllardır edebiyatın, türkülerin hasıyla özene bezene yoğurduğum kalbim, usta bir işkencecinin göğsündeki sert bir kayaya dönüşüyor.

Ne vakit mi?

Mesela ben tam kendimi kaptırmış dersimi anlatırken, birileri kendi arasında konuştuğu vakit… İşte o vakit Külyutmaz gibi sıraların üstünde seke seke uçarak, derste konuşan öğrencinin suratında Salvador Dali’yi kıskandıracak modern desenler icra etmek ve şemailinde asla eski haline irca olunamayacak tebdilatta bulunmak istiyorum. Akabinde sol cebimden çıkardığım çengelli iğnenin ucunu öğrencinin önce alt dudağından, sonra da üst dudağından geçirmek istiyorum. Öğrencinin feryad-ü figanına bigane kalarak, var gücümle çengelli iğneyi tutturmak, öğrencinin inlemesine Erol Taş kahkahasıyla karşılık vermek istiyorum. O dudaktan çıkabilecek inlemelerin önünü almak için, bu kez sağ cebimden çıkardığım koli bantıyla, sadece ağzını değil, bütün yüzünü bantlamak istiyorum.  

Mesela ben tam kendimi kaptırmış dersimi anlatırken, birilerinin hiç sakınmaksızın sakız çiğnediklerini gördüğüm vakit… Bu kez Külyutmaz gibi sekerek değil, Süperman gibi uçarak öğrencinin burnunun dibinde bitmek, ağzındaki sakız korkudan erim erim eriyene kadar suratının tüm milimetresini budaklı meşe odunuyla okşamak istiyorum. Bundan kelli asla derste sakın çiğnemeyeceğini dil ile ikrar, kalp ile tasdik edinceye kadar; cebindeki yedek sakızları tek tek çıkarıp ağzımda şişirmek ve öğrencinin suratında patlatmak istiyorum.

Tamam sakinim, geçti, yok bişey.

Hüseyin Cem ÇÖL
13 Mart 2013 – H 309 

Üç


Başbakan üç’le başladı malum; sonra dörde çıkardı, bildiğim kadarıyla en son beş’te kapadı. İlerde ne olur bilinmez. Ben bunları tek eş için söylemiştim de diyebilir; o vakit bu rakamları ikiyle, üçle hatta dörtle çarpmak lazım.


Ben şahsen bizzat kendim üç’te bıraktım. Üç bile bu devirde ne kadar zor, erbabı bilir. Eş dersen biz mezara kadar tek’ten şaşmayız. Zaten ikiyle, üçle, dörtle uğraşacak ne hâl var ben de, ne de imkan. Dertsiz başıma dert alacak da değilim. Aklımı peynir ekmekle yemedim.

Başbakanı severim, evveliyatını da az çok bilirim, ta belediye başkanı olmadan öncesini… On yıldır cansiperane gayret sarf ettiğini görüyor ve kendisini yürekten takdir ediyorum. Ben zaten tüm başbakanları severim. O koltuğa oturan herkes hangi siyasi görüşten olursa olsun, şüphesiz bu vatanın nitelikli bir evladıdır. Başbakan da elhak öyledir. Şüphesiz üç, dört, beş derken milletin iyiliği için söylüyor. Yaşlanan Avrupa ortada. Yaşlı bir milletin yaşama tutkusunun azaldığı malum. Yaşama tutkusu olmamak, üretmemek demek, yaşarken ölmek demek. Onların düştüğü duruma düşmeyelim diyor. Haklı. Ama bir yandan da ülkenin eğitim seviyesi yükseliyor. Üniversite adedinin artmasıyla nerdeyse her genç, üniversite öğrencisi olma imkanını elde etti. Bu hız devam ederse evlenme yaşı 30’lara vuracak. Çünkü kimse ayağını sağlam kazığa bağlamadan parmağına yüzüğü takmayacak, takamayacak. Eğitimli nüfus arttıkça her alanda arz açığı talep patlaması yaşanması muhtemel değil mutlak. E bu durumun geç evlenmeye ve az çocuk sahibi olmaya sebep olacağı da muhakkak. Evlenememe ihtimalini hiç zikretmiyorum bile. Hele eğitimli kadınların artması nüfus hızını daha da düşürecek. Dördü, beşi bir yana bırakın üç de hayal olacak; ikiye bile varmadan bir’de stop lambasını yakan çok olacak.  Bir bile, bin çeşit acaba’dan sonra dünyaya merhaba diyecek.

Dede olma meraklısı değilim ama çok erken evlenmiş olmama rağmen sanırım benim dedeliği tatmam ancak 50’lerimde mümkün.

Geçen gün eşim “sen çok iyi dede olursun” demişti de, gecenin bu vaktinde ne yazsam diye düşünürken aklıma geliverdi. Ben de yazdım işte.

Dede ha. Ben. Hay Allah!

Hüseyin Cem ÇÖL
13 Mart 2013 – Pelitli