13 Mayıs 2013 Pazartesi

Trabzonspor İçin Tespit Vakti



Futbolu severim ama ne tuttuğum takımın kazanması beni neşelendirir, ne de yenilmesi üzüntüye boğar. Artık epey uzakta kalmış bir çocukluk arkadaşı gibi tuttuğum takım da. Ne onu hepten unutabiliyorum, ne de eskisi gibi ona karşı muhabbet duyuyorum. Her geçen yıl, onunla aramdaki mesafeyi biraz daha açıyor.

Futbolu severim ama futboldan pek anlamam. Yine de istinabeyi ofsaytla karıştıracak kadar cahil olduğum da söylenemez. O kadar da değil.

Futboldan anlamam ama bu söyleyecek hiç sözüm olmadığı anlamına da gelmez. Hayır, hangi futbolcunun hangi mevkide oynaması gerektiği konusunda ahkam kesemem. Onu demek istemedim. Üç yıldır Trabzon şehrinde yaşayan ve hak vaki olana kadar bu şehirde yaşamak azim ve kararlılığında biri olarak, bir tespitim var, onu arz edeceğim naçizane.  

Tespitim şu:

Yakinen görmekteyim ki; Trabzon’daki Trabzonspor taraftarlarının, Anadolu takımlarına karşı besledikleri sebebi belirsiz hınç, Anadolu’daki Trabzonspor sevgisine sekte vuruyor. Belki son yıllarda azalsa da, çocukluğumdan biliyorum ki, Anadolu’da, üç büyüklerden sonra en çok tutulan takım Trabzonspor’du. Öyle ki, pek çok futbol meraklısı için kendi şehrinin takımı bile ikinci sırada gelirdi. Anadolu’daki Trabzonspor taraftarlarının bir defa bile Trabzonspor maçına gittiklerini sanmam, muhtemelen Trabzon şehrine de hiç ayak basmamışlardır. Trabzonspor’u tutmalarında, kendi şehirlerinin yapamadığını Trabzonspor’un başarabilmiş olması önemli bir sebep olsa gerek. Ancak, bir türlü gelmeyen şampiyonluk, Trabzon’daki Trabzonspor taraftarını, İstanbul takımları neyse de, Anadolu takımlarına karşı da agresifleştirdi. Oysa bu bindiği dalı kesmekten farksız. Trabzonspor, sadece Trabzonluların tuttuğu bir takım değildir, Trabzonspor sadece bir şehir takımı da değildir, hatta Trabzonspor bir bölge takımı da değildir. Trabzonspor, bin yıldır kendi yağıyla kavrulmaya çalışan, sadece asker deposu olarak görülen, buna rağmen her defasında hor görülen, adam yerine bile konmayan, bir yarımadanın, Anadolu’nun takımıdır. Bizim takımımızdır, bizdendir. Bir Trabzonlunun kendi şehrinin takımına sahip çıkması elbette anlaşılabilir bir tutumdur. Fakat, bu takımın Trabzon dışında mukim sevdalıları da yok değildir. Görmekteyim ki; Trabzonluların aşırı sahiplenici tutumu, Trabzonspor’u, annelerinin aşırı sevgisi yüzünden özgüvenini yitiren ve çevresiyle sağlıklı iletişim kuramayan çocuklara benzetmektedir.   

***

Mayınlı bölgeye adım atmışım gibi bir his var içimde.

Hüseyin Cem ÇÖL
13 Mayıs 2013 - Pelitli

10 Mayıs 2013 Cuma

Sayenizde




Herkesin hayatında unutamayacağı bir gün vardır; sanırım ben de yaşadıkça 17 Nisan 2013’ü hiç unutmayacağım. Aslında yaşadığım kayda değer anlara ilişkin duygularımı ve düşüncelerimi kanatlandırarak uzun uzun yazma becerim fena değildir. O günü yazmaya kalksam, pehlivan tefrikasından hallice bir yazı ortaya çıkacağı da kesin. Buna rağmen hiçbir vakit yazmayacağım o uzun yazıyı. Çünkü, 17 Nisan deyince yüzüme içten ve samimi bir “tebessüm” yerleşiyor. Bu “tebessüm” benim için çok anlamlı ve bu anlam beni manevi açıdan fevkalade tatmin ediyor. Ortalığı lafa boğarak, o masum tebessümün arka planda kalmasını istemiyorum. İlerleyen hayatımda olmadık bir günün olmadık bir zaman diliminde, hatırıma o günü getireceğim, yüzüme o günün ışığı düşecek, yine tebessüm edeceğim ve o tebessümün verdiği rahatlamayla “hayat, her ne yaşanırsa yaşansın gerçekten güzel” diyeceğim. Bu da “sayenizde” olacak.

Ben size teşekkür ederim.

Hüseyin Cem ÇÖL 
10 Mayıs 2013 - H 309 

8 Mayıs 2013 Çarşamba

Bir Öğrencime Açık Mektup



Sevgili Pikaçu,

Hayat gülünce güzel. Bu mektubu sana yazmamın yegane sebebi azcık da olsa tebessüm etmek ve ettirmek. İnan başka bir şey değil. Beni hoşgöreceğine inanmasam bu mektubu yazmazdım. Zaten, kim olduğunu bir sen, bir ben, bir de Allah biliyor. Eğer, sen öğrenciler arasında namın yürüsün diye “ey ahali, o Pikaçu var ya, işte o benim” diyerek ortaya çıkmazsan, kimse bu mektubun muhatabının sen olduğunu bilmeyecek. Gerçek şu ki, senden böyle bir ifşaat sadır olacakmış gibi bir his de var içimde. Bende öyle bir izlenim bıraktın. Pek belli etmesem de, bende de azcık fırlamalık vardır, Allaha şükürler olsun.  

Hatırlarsan, geçen ayki Borçlar Hukuku Genel Hükümler vizesinde, işin içine biraz da mizansen katarak şöyle bir soru sormuştum: “Minik Dostlarımız” programının sunucusu Seda Akgül, programına konuk olarak katılan Av.Aziz Abdülaziz’e “Türk Borçlar Kanunu’nda kişilere hayvanları öldürme hakkı tanınıp tanınmadığını” sormuştur. Av.Aziz Abdülaziz’in yerinde siz olsaydınız bu soruya ne cevap verirdiniz?

Verdiğin cevaptan anladığım kadarıyla, kendini gerçekten Av.Aziz Abdülaziz’in yerine koymuşsun, adeta sınav sorusunun içine tüm zerrenle dühul etmişsin, sanki sınav salonundan stüdyoya ışınlanmışsın. Mizansenimin bu kadar gerçekçi ve canlı olabileceği inan hiç aklıma gelmemişti. Cevabını okurken seni Seda Akgül’ün karşısında, grand tuvalet giyinmiş, bacak bacak üstüne atmış, konusuna hakim bir edayla oturmuş konuşurken tahayyül etmekten kendimi alamadım. Cevabını, buyur, aşk ile hep beraber okuyalım:  “Seda Akgül hanıma çok güzel bir noktaya parmak bastığı için teşekkür ederdim. İnsanın, insanlık tarihi boyunca devrim niteliğinde birçok gelişim kaydettiğini ve her geçen gün dönüp arkaya baktığında dünün insanının ne kadar vahşi ve ilkel olduğunu vurgulamasına karşılık, temelde birçok benzerlik taşıdığı bir varlığa karşı yapılan ilk çağ barbarlığına çok normalmiş gibi göz yumabilecek kadar iki yüzlü olduğunu söylerdim. Eğer bu sırada reklama girilip, stüdyodan uzaklaştırılmadıysam, TBK m.68’in bu duruma ön ayak olduğunu belirtir ve bundan dolayı Türkiye’yi suçlamamızın anlamsız olduğunu asıl suçlunun hayvanları “meta” ve “şey” olarak gören evrilmeye mahkum hukuk anlayışının olduğunu söylerdim.”

Cevabın üç cümleden ibaret fakat sanki istesen sayfalar dolusu yazabilecekmişsin gibi. Neden kısa kestin güzel kardeşim? Daha bu yazdıkların “giriş” bile sayılmazken, “gelişme” ve “sonuç” nerede? Stüdyodan atılacağını mı düşündün konuyu uzatırsan? Yoksa, senin üç cümlene Seda Akgül dayanamadı da, gerçekten kapı dışarı mı edildin? O gün stüdyoda ne oldu anlatır mısın? Bir “okurun” olarak, gelişmelerden haberdar olmak benim de hakkım.

Üç cümle yazmışsın ve ne yalan söyleyeyim sadece ilk cümlende ne demek istediğini anlayabildim. Diğer iki cümlen üzerinde dünden bu yana düşünmekteyim, zengin, çağrışımlara açık bir dilin var çünkü. Anlama başarısına eriştiğim ilk cümlene ise, eğer “Adab-ı Muaşeret” dersinin sınavını yapıyor olsaydım, inan tam not verirdim, fakat kabul edersin ki, Borçlar sınavında Seda Hanım’a teşekkür ettin diye sana “aferin, ne iyi ettin, böyle devam et koçum” diyecek değilim. Madem sınav sorusunu cevaplarken, kendini stüdyo konuğu moduna iyice soktun, hiç değilse daha çok ayrıntı verseydin de, kağıt okumaktan bunalan bu zavallı kardeşin de biraz efkar dağıtsaydı. Senin yerinde ben olsaydım, ana meseleye girmeden önce, çekim öncesi Seda Akgül’ün seni nasıl ağırladığını, sabah sabah -nerden buluyorsan seni hınzır- hangi esprilerle kadını güldürdüğünü, makyajcı kızla aranızda geçen her anlama çekilebilecek konuşmaları, son dakika haberleri nedeniyle programın biraz geç başladığını, Seda Akgül’e fokuslandığın için son dakikada ne olup bittiği hakkında hiçbir fikrinin olmadığını, Seda Akgül’ün o gün pembe ruj sürdüğünü, tırnaklarının her birini gökkuşağı renklerine boyadığını, üzerinde de kendisini daha bir olgun gösteren askılı kırmızı bir elbise bulunduğunu yazar, sonra satırbaşı yapıp ana meseleye geçiş yapardım. Bana bir ara uğra da, sana “giriş” kısmını uzun yazmanın incelikleri hakkında kısa bir ders vereyim. Odamı biliyorsundur umarım. Stüdyodan çıkınca sağda.

İkinci cümleni inan kaç defa okudum bilemezsin. Şimdi anlıyorsun değil mi, neden kağıt okuma savaşlarım bu kadar uzun sürüyor? Senin ve senin gibi anlatım yöntemlerinin hepsini tek bir cümlede kullanma yeteneği tavan yapmış mükaleme üstadları yüzünden. Sizin çağrışımlara açık, zengin, okuyana “işte budur”, akabinde “kimim ben, burası neresi” dedirten üslubunuz benim kağıt okuma hızımın düşük olmasının en büyük amili. Okuyanın uyuşuk beynini tetikleyen, düşüncelere gark eden, level atlatan öylesine efsunlu bir diliniz var ki, bir cümlenizi okuduktan sonra yarım saat kendime gelemiyorum, tekrar kendime gelmek için birkaç doz Ajdar dinlemem gerekiyor, eski seviyeme kavuşabilmem için. Bu kulunuza acısaydınız da, “Ali gel”, “Oya topu tut”, “Baba bana ip al” gibi, benim algı seviyeme uygun kısa ve öz cümleler kullansaydınız ne iyi olurdu!

Dili kullanma yeteneği konusunda yalnız olmadığını, bu alanda sınıfta kayda değer mühim rakiplerin olduğunu da ifade etmek isterim. Misal vermek gerekirse, sınav kağıdına “Temyiz kudretini kaybetmiş kimse kanaatimce hukuk düzeninin el atamayacağı bir boyuta geçiş yapmıştır.” diye yazan sevgili kardeşin Tusubasa’nın ifade ve anlatım yeteneği nerdeyse seninkiyle boy ölçüşecek nitelikte. Sende olup da Tusubasa’da eksik olan “olayı canlandırma yeteneği”. Ki, ikiniz elele verip birlikte metin çalışması yaparsanız, oluşacak sinerji ile bana birkaç hafta idare edecek kadar yazı malzemesi vermiş, beni de şu kısa dünya hayatında ne çok mesut etmiş olursunuz.

Pikaçu Can,

Bir türlü bitmek bilmeyen, daha doğrusu nerde biteceğini kendisi de bilmeyen, nihayet kör bir duvara çarpıp anlamsız kelimelere dağılan ikinci cümlenden anlıyorum ki, evvela, sen bir hayvanseversin, ve saniyen, sen felsefe yapmayı seviyorsun. Son cümlenin giriş kısmından, felsefe yaptığın ve bu nedenle programın ratingini düşürdüğün için, bir an tedirgin olduğun da anlaşılıyor. Bir korku, bir panik havası sezdim satır aralarında. Fikirlerinin Seda Akgül tarafından onaylanmadığını vehmetmişsin, bu yüzden stüdyodan çıkarılacağın bile aklına gelmiş. Neden ki? Bir defa, ben çok iyi tanırım Seda Akgül’ü, kendisi katıksız bir hayvanseverdir. Sana asla kızmaz. El-hak sen de öylesin. Niye seni stüdyodan atsın ki? Bu telaşına bir anlam veremedim. Psikanaliz yapılsa, buradan çok ekmek çıkar gibi bir intiba var içimde. Çocukluğunun iz bırakmış uzak bir köşesinde, doğruyu biraz bulanıkça ifade ettin diye, elindeki lolipopu gözünün önünde tuza mı bastılar, nedir?   

Üçüncü ve son cümlenin bir yerinde, “TBK m.68’in buna ön ayak olduğunu belirtirim” demişsin ya, burada anlam zenginliğinin zirvesinde dolaştığını apaçık sezdim, ne yapsam ne etsem senin seviyene asla ulaşamayacağıma kanaat getirdim, çocuklarım hatırıma geldi, elleri ekmek tutana kadar bana muhtaç olduklarını, bunun için de akıl sağlığımı korumam gerektiğini düşündüm ve kağıdınla vedalaştım. Benden koptuktan sonra, cümlen nerde bitmeyi bildi, kaç parçaya ayrıldı inan hiç bir fikrim yok.

Sevgili Pikaçu,

Tüm bu yazdıklarıma bakıp da, sakın seni ayıpladığımı, kınadığımı sanma. Aksine senin sınıftaki öğrenciler arasında sıra dışı, çılgın, uçuk işler yapmaya en uygun namzed olduğunu düşünüyorum. Bence, fakülteyi bitirince, Tusubasa’yla ortak bir avukatlık bürosu açmayı düşünmelisin. Zaten bu çılgınlığın karesi demektir. Para kazanırsanız, beni de yanınıza alın, musahhih kadrosunda size uzun yıllar hizmet edebilirim. İhtiyacınız olacak gibi görünüyor.

Hep sevgiyle ve tebessümle kal.

Hüseyin Cem ÇÖL
8 Mayıs 2013 – H 309 

7 Mayıs 2013 Salı

Kağıt Okuma Savaşları - III



8.Gün – Cumartesi : Evdeyim. Muharebe meydanından hayli uzakta. Keşke, sarmaş dolaş dosyanın içinde yatmakta olan askerler, kendiliklerinden (=resen?) dosyadan çıksalar, pencereyi açıp, üçüncü kattan kendilerini boşluğa bıraksalar, terk-i dünya etseler… Böylece bu anlamsız savaş bitse, insanlar el ele tutuşsa, birlik olsa, hayat bana bayram olsa…

9.Gün – Pazar : Yine evdeyim. Askerlerin dünkü rüyamı gerçeğe dönüştürdüklerini sanmam, yine de Allahtan ümit kesilmez. Hiç olmazsa bugün olağanüstü bir durum olsa, bir mücbir sebep. TBK m.136’lık bir durum zuhur etse. Kusurum olmasa ama kağıtları okumak da objektif olarak imkansız olsa. Mesela yangın çıkmasın da, kıyamam fakülte binasına, alarm sistemi yangın çıktığını zannedip, bütün binadaki yangın söndürücü sistemi devreye soksa. Masanın üzerinde nerdeyse üç haftadır arsızca yatmakta olan kağıtlar ıslansa, yazılar masaya aksa da hepten okunamaz olsa.  

Ne saçmalıyorsun böyle Cem’cim! Odandaki kitaplar da ıslanacak o zaman sersem. Yok kalsın bu. Duamı geri alıyorum. Üç beş kıçıkırık asker için, üç kuruşluk maaşımla kendimi bildim bileli bıkmadan usanmadan satın aldığım ve nicesinin satırlarına gözümün ışığını düşürdüğüm kitaplarıma zarar gelmesini hiç istemem. Zaten ben öldükten sonra ne olacağını da çok merak ediyorum. Kendime değil canlar, kitaplarıma tabi ki… Kitaba en az benim kadar değer veren bir asistan bulsam, şimdiden kitaplarımla başgöz edeceğim onu, ben öldükten sonra da gerdeğe girerler artık…

10.Gün – Pazartesi : Mesai günü. Ne çok yorgunum. 3 askeri yere devirdim ama bende de kılıç sallayacak derman kalmadı. Çıkıp biraz hava alayım, tebdil-i mekan edeyim, mesai arkadaşlarımla dertleşeyim dedim. Derdimi açtım, okuyamıyorum kağıtları, çabuk pes ediyorum dedim. Hocam, bahar yorgunluğudur, olağandır dediler. Öyledir mutlaka deyip, tembelliğime geçerli bir mazeret buldukları için memnun ayrıldım yanlarından. Fakat Allahın bildiğini kuldan neden saklamalı? Benim yorgunluğum bahara özgü değil ki. Ben, her mevsim yorgunum.

Masama oturup yeniden bir hesap yaptım. 10 günde 52 askerin işini bitirmişim. Daha geriye birinci dosyada 65 sağlam asker benimle çarpışmak için bekleşiyor. İkinci dosyada ise, maşallah tam 154 asker, tertemiz, cillop gibi, bakire bir kız edasıyla 'ne zaman sıramız gelecek, bize de el atsan artık' diye fingirdeşiyorlar. Ben bunları hangi ara okuyacağım erenler? 10 günde 52 kağıt okunduğuna göre, geriye de 219 kağıt kaldığına göre, bu baş döndürücü hızla devam edersem, 41 gün sonra, zafer benim olacak! Tamı tamına 16 Haziran’da! İyi de o tarihte, finaller bitmiş, notlar okunmuş ve açıklanmış olması lazım. Daha ben vizeyle baş edemezken, bir de bunun finali var yani. Zahmet olmazsa biri bana mağmanın girişini göstersin. Çıkışı kendim bulmasam da olur.   

Acı sonuç: Her akşam H 309’da gecelemekte olan askerleri, eve götürmekten başka çarem kalmadı. Uyku falan uyuduğum yok zaten, geceleri daha bir şevkle çalışasım da var ne hikmetse, o halde yarından tezi yok, savaş meydanını eve de taşımalı, sadece gün ışığında değil, gece karanlığında saldırmalı düşmana!

Ne yazık ki daha çoook, to be continued…

Hüseyin Cem ÇÖL 
7 Mayıs 2013 - Pelitli

6 Mayıs 2013 Pazartesi

Kölesiydi Düşüncesinin



“Düşüncesi benden ne kadar farklı olursa olsun 
her insanın kendi düşüncesine sahip çıkma hakkını büyük bir çabayla savunduğumu hatırlamanız 
adil bir davranış olacaktır. 
Bu hakka karşı çıkan herkes, 
şu anda sahip olduğu düşüncenin kölesi olacaktır, 
çünkü kendisini onu değiştirmekten alıkoymaktadır.”

THOMAS PAINE

Her insan, gençliğinde bir felsefi görüşe, siyasi görüşe, ideolojiye ya da dine meyleder; meylettiği sistem, o insanın hayatına yön verir, hayat biçimini belirler. Yaşadıklarını, etrafında yaşananları kabullendiği düşünce/davranış sistemi çerçevesinde yorumlar ve hayatını böylece anlamlandırır. Gençlik, bir arayış çağıdır; hayatı anlam verme ve hayatı anlamlandırma çağıdır. Her genç, kendince bu çağında karşısına çıkan bir eşikte bir müddet gölgelenir.

Bir insanın gençliğinde mensup olduğu sistemin kendisine sunduğu (=dayattığı) düşünce ve davranış kalıplarını, hiç değiştirmeksizin hayatı boyunca sürdürmesi mümkün müdür? Eğer mümkünse, aynı çizgi üzerinde sağa sola kapılmadan ilerlemek, çizgisini bozmamak, bir erdem sayılabilir mi? Erdem sayılır diyebilirsek bu soruya; gençliğinde edindiği çizgisini sonradan değiştirenleri erdemsiz, omurgasız mı saymak icap eder?

Sıcaklığı kaybolmadan hemen cevaplayayım bu soruları. Hayır, mümkün değildir, insan değişir. İnsanın gençliğinde edindiği düşünce ve davranış kalıplarını aynen sürdürmesi imkansızdır. İmkansızdır fakat bir an için bu kuralın istisnası vardır desek bile, bu durum, kesinlikle bir meziyet, bir erdem gibi telakki edilemez. İnsan, yaşadıkça hep bir şeyler öğrenir. Öğrendikçe kendini sorgular, düşüncelerini, davranışlarını değiştirme zorunluluğunu hisseder. Değişim, bir ihtiyaç değil, bir zarurettir. Bu yüzdendir ki, gençliğinde edindiği çizgisini sonradan değiştirenleri erdemsizlikle, omurgasızlıkla suçlamak, ya kötüniyetin ya da empati yoksunluğunun göstergesidir.

***

Emine Şenlikoğlu, takip edebildiğim ve anlayabildiğim kadarıyla çizgisini hiç bozmayan bir isim. Seksenlerin sonlarında birkaç kitabını okumuştum, sonraki yıllar ise uzaktan uzağa takibimde kaldı. Kesin yargılara varmak zor ama anladığım kadarıyla söyleyeyim, İslam algısı hep duygusal zeminde yükseldi ve kendisi gibi İslam’ı duygusal bir bakış açısıyla değerlendirenleri, bilhassa kadınları etkiledi ve bu etkileme gücü sayesinde yıllarca –o kesimde- tutunabildi.

Emine Şenlikoğlu, “hep aynı kalmak imkansızdır” savının bir istisnası. Neden böyle? Bu sorunun cevabını en iyi Emine Şenlikoğlu verebilir. Kendisi, bazı akşamlar twitter hesabından soruları cevaplıyor. Bu akşam da baktım twitter’da. Hazır bulmuşken şu merak ettiğim hususu bir sorayım istedim. Fakat, sosyal medyada üslup çok önemli olduğundan, sorguluyor gibi görünmemek için ortaya soru görünümünde olmayan ama aslında bal gibi bir soru olan bir tesbit yapmakla yetindim. Hesabına şunu yazdım:    

Hanımefendi, gençken sizin birkaç kitabınızı okumuştum. Herkes değişiyor ama siz hep aynı kalıyorsunuz. Değişmemek zor olmalı.

Emine Şenlikoğlu bu tweet’i “övgü”mü zannetti nedir, “retweet”ledi. Hatta bir-iki kişi daha arkasından retweetledi. Yani benim soru cevapsız kaldı.

***

“Kesin inançlı” insanlar değişmeyi bir yenilgi olarak kabul ettiklerinden değişmemiş gibi yapıyorlar. Nasrettin Hoca’nın her on yılda bir kendisine sorulan “yaşınız kaç?” sorusuna her defasında “kırk” demesi gibi, aynı çizgide kalıyor görünmeyi sözünün eri olmanın şiarı olarak görüyor da olabilirler. Yahut bu kişiler gerçekten değişmiyor, değişemiyor. Çünkü onların “öğrenmek” zannettiği eylem, sadece kendi düşüncelerini destekleyen yayınları tekrar tekrar okumaktan ibaret. Odalarının manzarası hep bildik, hep aynı, farklıyı düşman belliyorlar. Edebiyatın ve sanatın has örnekleriyle de ünsiyet kurmadıkları için empati yapamıyorlar; bu yüzden başka insanları anlayamıyorlar. Büyük bir insanlık havuzunun ortasında, aslında hep aynı dertlerle muzdarip olduğumuz ana gerçeğini ıskalıyorlar da insanları kendinden olanlar-olmayanlar diye ayırıp, hayat mücadelesini (=davalarını), kendinden olmayanları kendilerinin safına katmaktan ibaret zannediyorlar.

Ben aslında “kesin inançlı” diye nitelendirilecek insanlardan korkarım. Bu kişiler, ister Müslüman, ister Yahudi, ister Hıristiyan, ister liberal, ister sosyalist, ister Kemalist, ister ülkücü, ister İslamcı, ister ulusalcı vs. her ne olursa olsun; mensup oldukları sistemin doğruluğuna o kadar inanmışlardır ki; o sistemin ülkede/dünyada hakim olması için, zaman gelir, amaca giden her yol meşrudur derler ve bir bakarsınız, başka insanlara zarar vermekten çekinmezler, çünkü kesin inançlılar empati yapamazlar, düşüncelerini ve davranışlarını belirleyen sistemin o kadar kölesi olmuşlardır ki, başkalarının da kendileri gibi insan oldukları gerçeğini çok çabuk unuturlar.

***

Kapıyı  Thomas Paine’in “Akıl Çağı” kitabına yazdığı önsözle açtım; “Esaretin Bedeli” filminden bir replikle kapatayım:    
         

- Ellis Boyd Redding. Müebbet hapis cezanızın kırk yılını geçirmişsiniz. Düzeldiğinize inanıyor musunuz?

- Düzelmek mi? Bir düşüneyim. Bunun ne olduğu konusunda hiçbir fikrim yok artık.

Yani Bay Redding, topluma katılmaya hazır mısınız?

- Ben bunun ne demek olduğunu biliyorum evlat. Ama bu kelime benim için sadece uydurulmuş politik bir kelime. Sizin gibi iş sahibi, takım elbiseli, kravatlı gençlerin bilmek istediği şey ne? Ne yapmamı istiyorsunuz? Yaptığım için pişman olmamı mı?

- Pişman mısınız?

- Pişman olmadığım bir gün bile yok ki. Burda olduğum ya da olmam gerektiğini düşündüğünüz için değil. O zamanları hatırlıyorum da, küçük, aptal bir çocuğun işlediği korkunç suç. Şimdi onunla konuşmak istiyorum. Onunla konuşmak istiyorum ama bunu yapamıyorum. O çocuk geçmişte. Çok eskilerde kaldı. Bu yaşlı adam onun artığı işte. Onunla yaşamak zorundayım. Düzelmek mi? Bu çok saçma bir söz. Gidip fonlarınızı damgalayın evlat ve boş verin gitsin, vaktimi harcamayın. Çünkü doğruyu söylemek gerekirse, artık umurumda bile değil.  

-  APPROVED.  

Küçük ve aptal bir çocukken işlediğimiz suçları, erliğimize halel gelmesin diye, bir ömür boyu meziyetmiş gibi savunmaya devam etmek zorunda değiliz, vesselam. 

Hüseyin Cem ÇÖL
6 Mayıs 2013 – Pelitli 

5 Mayıs 2013 Pazar

Bir Türkünün Peşinde




Dün akşam, KTÜ Atatürk Kültür Merkezi’nde “türkü ziyafeti” yaşandı. KTÜ Türk Halk Müziği Topluluğu, bir buçuk saat boyunca dinleyenleri türküye doyurdular. Emeği geçen herkesin yüreğine sağlık. Küçük kızım –beklediğimden çok daha fazla sabır gösterip- sonlara doğru mızmıldanıp kısa bir kesintiye sebep olsa da, konseri bitene kadar zevkle dinledim. Diğer etkinliklere nazaran, salon daha bir dolu gibiydi. Türküleri seviyoruz anlaşılan.

Konserde pek güzel terennüm edilen bir türkü var ki, hepsinden çok zihnimi işgal etti. İlk kez dinlediğim Hatay yöresine ait bu türkünün, özellikle “benim sevdiceğimde din var iman yok” mısrasına takılmıştım ancak şimdi türkünün tamamını yeniden dinledikçe fark ediyorum ki, türkü baştan sona tuhaf bir bilmeceyi andırıyor.

Türkünün sözlerini buraya alayım da bilmeceyi sonra çözmeye gayret edeyim:

şu karşıki dağda kar var duman yok
benim sevdiceğimde din var iman yok (aman)
vardım baktım nazlı yarim evde yok

ver benim sazım efendim ben gider oldum
süremedim lavantayı konsola koydum

şu karşıki dağda titrer dallar
benim gönlüm arzu çeker tomurcuk güller (aman)
kader kısmet böyleyimiş ne yapsın eller

ver benim sazım efendim ben gider oldum
süremedim lavantayı konsola koydum

Şu karşıki dağ” diye başlayan mısraların asıl anlatılmak istenen meseleye giriş yapmak için “ısındırma” amaçlı söylendiği malum. Buradan Anadolu insanının kollektif bilincine ilişkin bir çıkarımda bulunmak mümkün müdür? Biz Anadolu insanı olarak, diyeceğimizi yekten diyemiyoruz da, önce mutlaka anlamsız/konuyla ilgisiz bir peşrev yapmak zorunda mı hissediyoruz kendimizi? Anlamsız/konuyla ilgisiz peşrevden sonra, tek vuruşta diyeceğimizi diyoruz ama. Bir de, “giriş-gelişme” arasındaki kafiye ortaklığı dışındaki bağlantısızlık, acaba, sadece bizim halk türkülerine özgü müdür? Farkındayım, bilmeceyi çözmek için gayret edeceğimi vaat etmiştim ama soruları çoğaltıp durmaktayım. Zaten ben de gayret edeyim dedim, çözeyim demedim.

Peşrevi bırakayım da asıl kafamı kurcalayan ikinci mısraya gelelim. Türküyü yakan, türkü yakmasına sebep olan asıl meseleyi ikinci mısrada ifşa ediyor: “Benim sevdiceğimde din var, iman yok”. Nedir bu? Konserde ilk duyduğumda, giriş mısrasına uygun bir kafiye arayışının sonucu diye düşünmüştüm, yani peşrev devam ediyordu zannıma göre. Türküyü defalarca dinledikçe anlıyorum ki, aslında türkünün kalbi burası ve türküyü yakan asıl derdini bu mısraya pek güzel gömmüş. Ne diyor dertli aşıkımız? Sevdiceğim beni seviyormuş gibi yapıyor ama aslında sevmiyor diyor. Kabuk var ama öz yok diyor. Ben gerçekten seviyorum da, o işin dalgasında diyor. Daha ne desin erenler?  

Sonraki mısralardan iyice anlıyoruz ki, garibim aşkına karşılık bulamamış, tek taraflı aşktan muzdarip imiş. “Nazlı” yâri evde bulamamak, aşıkımızın aşkına karşılık bulamadığını remzeden bir metafor. Ve yine anlıyoruz ki, aşıkımız çok kırılgan, aşkı için mücadele etmeyi hiç aklına getirmiyor da, “madem beni sevmiyorsun, o halde ben de çeker giderim” havasında. Lavantayı bile sürmeyip konsola bırakması, sevgiliyle beraber hayatın tüm zevklerinden de vazgeçtiğini mi gösteriyor, nedir? Sade sevgiliye değil, hayata da küsmüş olduğunun mu göstergesi? Anlıyoruz ki, aşıkımızda çekingenlik, alınganlık, kırılganlık ve kadercilik iç içe. “Kader kısmet böyle imiş ne yapsın eller” diyor. Bilinçaltında, başkalarından yardım beklentisi mi gizli? Bir yandan kaderci, bir yandan da etrafındakilerden yardım umuyor, “sevdiceğimle aramı bulun” demiyor da, dile getiremediğini etrafındakilerin anlamasını istiyor. Bir yandan da, arabuluculuk işini yapamayacak/yapmayacak olan etrafındakilere kendisi mazeret üretiyor: Kader kısmet böyle, onların da elinden gelen bir şey yok. Ben doğuştan talihsizim der gibi. Şimdi muhayyel maşukumuza hak verir gibi oluyoruz, böylesine kaderci, kırılgan, alıngan ve sinameki bir aşıkı kim ne yapsın? Bir de çehre fakiriyse eğer, hiç çekilmez doğrusu. 

Mesele anlaşıldı. Dağılabiliriz. Kız yüz vermemekte haklıymış beyler. 

Hüseyin Cem ÇÖL
5 Mayıs 2013 – Pelitli 

4 Mayıs 2013 Cumartesi

Kağıt Okuma Savaşları - II



5.Gün – Çarşamba : Günün bilançosu, 13 asker ÖLÜ, bir ben YARALI. Aslında savaşa harcanmayacak kadar güzel bir gündü. Çok sıcak değil, tatlı sıcak. Üstelik bayramdı da. Yine de evde pineklemeye gönlüm razı olmadı, say ki kan kokusu çekti götürdü beni muharebe meydanına. Akşam geç saatlere kadar H309’da kağıtlarla debelenmeme rağmen ancak 13’de kalabildim.

Ben bu hızla çarpışmaya devam edersem finallerden önce notları açıklamam zor görünüyor.

6.Gün – Perşembe :  Sadece 7 asker pert. Tamam, yoğun bir gündü, üç ders yapıldı ancak ders aralarında muharebeye devam edilebildi ama yine de ganimet bu kadar az olmamalıydı. 7 askeri 7 dakikada yere seren cengaverler var bu alemde, ben onların yanında pek bir çaylak kalıyorum.

Bu savaşı tez elden bitirmenin bir yolu olmalı. Aklıma gelen en iyi yöntem “zar” atmak. Lakin, şöyle bir sorun var. Zar atma yönteminde bir öğrencinin alabileceği en iyi sonuç “66”. Şu ana kadar notlar seksenlerde doksanlarda uçuşurken, birden ellilere, altmışlara inerse; öğrenci milleti isyan eder, işte dalgasını geçtiğim asıl “savaş” o zaman kopar! Zar atma yöntemi, en kolay yöntem fakat riskli.

Velhasıl, başka bir yol bulmalı.

Kadirşinas öğrencim BAYRAK'ın,
geçen ayki zor günlerimde
twitter pencereme
bıraktığı anmalık...

Ne zaman elma yesem aklıma geliyor... J
7.Gün – Cuma : Koskoca bir günde sadece 3 askeri yerle yeksan etmiş olmanın hüznü ve şaşkınlığı ile akşam eve gelmiştim. Küçük kızım halıya uzanmış, elinde kağıt kalem, kendince bir şeyler yazıp duruyordu. Ne yazıyor diye eğilip baktım. Ne göreyim beğenirsiniz, birtakım rakamlar… O vakit kafatasımın içinde lambalar yanınca Edison’a rahmet gönderdim. İki tomar dolusu kağıdı okumak madem bu kadar zor, canlar kusura bakmasın artık, benim ufaklığın yanyana yazacağı iki rakama razı olsunlar. Ne çıkarsa bahtlarına.

Fakat bu yöntemin de olabilitesi yok. Çünkü kızım 10’a kadar sayabiliyor, ancak 3’e kadar yazıyor. 3 güzel bir rakam, ancak 33 aldığını öğrenen öğrenci taifesini kalpten öldürebilir. Durduk yere kimsenin sebebi olmak istemem.

Neden kendimi bu kadar yoruyorum ki? Bağdat’ı yeniden keşfetmenin gereği yok. En bilindik yolu denemeli: Çizgi yöntemi… Yarın, yine H309’a gideyim, odanın ortasına tebeşirle kalın bir çizgi çekeyim, dosyanın içinden kağıtları çıkarayım, çizgiye ayağımı basıp vargücümle kağıtları havaya fırlatayım, deniz tarafına düşenlere aradaki mesafeye göre 50 +, pencere tarafına düşenlere ise 50 – not vereyim.

Gerçi bu yöntemde de, yere eğilip kağıtları toplama sıkıntısı var ama eh artık o kadar sıkıntıya da mı katlanmıyah? 

To be continued…
Hüseyin Cem ÇÖL
4 Mayıs 2013 – Pelitli 

2 Mayıs 2013 Perşembe

25 Yıl Sonra



Çocukluğum seksenli yıllarda, Sivas’ta, şehrin kenar bir mahallesinde geçti. Koskoca mahallede sadece bir kişinin evinde telefon vardı. Çünkü adam PTT’de de işçiydi. O vakitler, eve telefon kablosu bağlansın diye PTT’ye başvurmak gerekir, talebin kabul edilmesi ve hattın çekilmesi için de üç ay, beş ay, bilemedin bir sene beklemek gerekirdi. Eve telefon bağlatmak çok mühim bir itibar nişanesiydi. Evde telefon olmasına rağmen, yurtdışı görüşmesi yapmak için yine PTT’nin aracılık yapması gerekirdi. Doğrudan yurtdışı görüşmesi yapamazdınız, önce PTT aranacak, oradaki görevli sizi konuşmak istediğiniz kişiye bağlayacaktı.

Mahallemizde tek evde telefon vardı demiştim, evet tek evde… O ev koskoca mahallenin PTT şubesi gibiydi. Şöyle ki: Fransa’da yaşayan halam o eve telefona eder, şimdi rahmetli olan babaannemi istetir, evin kadını –muhtemelen söylene söylene, belki de önemli bir evin hanımı olduğunu düşünmenin gönül rahatlığıyla- bize gelir, babaanneme kızından telefon geldiğini söyler, babaannem binbir telaşla evden çıkar, telefona koşardı. Bazen ben de giderdim o telefonlu eve. Telefon nerde olsa beğenirsiniz? Masanın ya da sehpanın üzerinde mi? Elbette hayır. Bu kadar değerli bir şey, öyle herkesin ulaşabileceği bir yere konur mu? Telefon için, hani futbolda kale direklerinin kesiştiği doksan tabir edilen bir yer vardır ya, odanın tavanının bir köşesinde özel bir raf yapmışlardı ve telefonda konuşacak kişinin, divanın üstüne çıkması gerekiyordu. Babaannemin, divanın üstüne çıkıp, ayakta, bağıra bağıra (bağırmazsa sesinin Fransa’ya gitmeyeceğini mi düşünüyordu bilmem ki) konuşurken ki vaziyeti, hafızamda netliği korumakta.

Zaman öyle çabuk aktı ki, bir anda kendimizi iletişim çağının ortasında bulduk. Artık telefon denilen alet her mahallede tek bir evde değil; bir evdeki her aile ferdinin her birinde bulunabilir hale geldi. Özel televizyonlar ve nihayet internet, yaşadığımız dönüşüme inanılmaz katkıda bulundular. 2013’ü sürmekte olduğumuz günümüzde, artık hayat, seksenlerden çok farklı. Doksanlarda doğanların bu farkı anlaması zor, idrak etmeleri ise imkansız.

Telefonun yaygınlaşması, özel televizyonların çoğalması ve nihayet internetin artık lüks değil basit bir ihtiyaç halini alması artık herkesin kanıksadığı gelişmeler. Cep telefonsuz, özel televizyonsuz, internetsiz bir hayatın mümkünatı yok gibi geliyor insana. Tüm bunların hayatımıza olumsuz etkisi de yok değil elbette ama hiç kimse tüm olumsuzluklarına rağmen, telefondan, televizyondan, internetten vazgeçecek gibi değil.

Lafı ne çok uzattım. Birkaç gün önce, Sivas’ta, Cumhuriyet Ortaokulunda öğrenci iken kendisinden tarih dersi aldığım Lütfü Kengeç hakkında bir yazı yazdım. Acaba nette gezinirken bu yazıya tesadüf eder de, beni hatırlar mı, hatırlarsa cevap yazar mı diye düşünmedim değil. Fakat sesim hiç ummadığım yerden yankı buldu. 25 yıl önce aynı sırayı paylaşdığım ve o gün bugündür kendisiyle hiç irtibat kurmadığım bir arkadaşım, ta Edremit’ten selam sarkıttı. Dün sabah arkadaşımın yorumunu okuyunca, gayrıihtiyari “ey internet, sen nelere kadirmişsin” lafı döküldü ağzımdan.

Ey internet! Bir işe yaradığına ilk kez dün sabah ikna oldum.
Hüseyin Cem ÇÖL
2 Mayıs 2013 – H 309 

1 Mayıs 2013 Çarşamba

Kağıt Okuma Savaşları – I



1.Gün – Cumartesi : İki dosya dolusu düşman askerinin masada mevzilendiği görüldü. Birinci düşman 117 askerden müteşekkil, her bir asker en az 7 sayfalık teçhizata sahip. Dosya üzerinde “Borçlar Hukuku Genel Hükümler” yazıyor, ki alemin bildiği tabirle bu namert düşmana kısaca Borçlar Genel demek en doğrusu. İkinci düşman, daha bir kalabalık: 154 asker. Her biri gladyatör kıyafetinde, sanırsın benim üzerime değil de Kartaca’ya saldırmaya hazırlar. Dosyanın kapağını şöyle bir kaldırmamla, Roma’nın bütün ihtişamı, kibri ve azgınlığı masaya taşacak gibi oldu, lakin onlar Romalıysa ben de “evelallah yiğidin harman olduğu yerden”im, çevik bir bilek hareketiyle dosyanın ağzını derhal kapatıverdim. İçimdeki Ulubatlı Hasan’ı “hele bekle koçum, önce Borçların Geneli, sonra Doğru Roma” diyerek zor teskin ettim.

Evvela “Borçlar Genel” dosyasını önüme sürdüm. Düşman askerlerini kabından çıkarıp masaya yığdım. Biricik silahım kırmızı tükenmez kalemi tüm gücümle kavradım. Destek kıtası olarak fizy.com’dan Neşet Ertaş’ın türkülerine tıklayıverdim.  Neşet Ustanın “ne güzel yaratmış yâr yâr seni yaradan” türküsü eşliğinde, gözüme kestirdiğim en cılız sınav kağıtlarını bir bir okumaya başladım. Bir iki üç derken kesildim. Üç askeri yere sermiştim lakin bende de hâl kalmamıştı. Yiğidin harman olduğu yerden olduğuma kuşku duymaya başladım. Ya benim hisseme yiğitlikten pek az düşmüştü; ya da bu söz bizim ataların analarımızı tavlamak için sarf ettikleri boş bir böbürlenmeden ibaretti. Kırmızı kalemi ağır ağır masaya bıraktım. Öldürdüğüm askerleri, öldürülmeyi bekleyen askerlerin altına yastık yapıp, çıktıkları dosyanın içine yeniden sıkıştırdım.

İlk günkü muharebe yarım saat ancak sürdü.

2.Gün – Pazar : Muharebe meydanına gitmedim. Düşmanlarım masada dosya içinde sarmaş dolaş bekleştiler; bende evde pinekledim.  Ölen kalan yorulan bayılan yok. Sessiz bir Pazar işte. Başka ne olacaktı ki? Pazar günü de savaşacak değilim ya?

3.Gün – Pazartesi : Muharebe meydanına gittim. Baktım düşman melül mahzun masada bekleşiyor. Onları rahatsız etmek istemedim. Zaten yapacak başka işlerim de vardı. O iş bitti, başka bir iş için eve gitmem gerekti. Oğlumu İstanbul’a yolcu ettim. Velhasılı düşmanla öpüşüp koklaşamadan koca bir gün geçiverdi.

4.Gün – Salı : Bu kez muharebe hayli kanlı ve uzun sürdü. Tam 23 askerin ağır ağır, dinlene dinlene, zevkini çıkara çıkara hakkından geldim. Hatta arada bir mola verip, öldürdüğüm askerlerin üzerinde zafer sarhoşu zalim bir kumandan edasıyla çay bile içtim. Askerin numarasını yazmayayım, ayıp olmasın. Daha da savaşacaktım, fakat, masadaki kağıtlar kırmızıya boyanmış kan denizini andırınca, midem bu vahşete dayanamadı, bıraktım. Bir kez daha öldürdüğüm askerleri öldüreceğim askerlerle harmanlayıp rulo yaptım ve dosyanın içine sürdüm. Ertesi gün bayram. Yani mesai yok. Savaşa evde mi devam etsem, yoksa bir gün ara mı versem. Savaşa evde devam etsem diye düşünürken, son anda karar değiştirip, düşmanı çantama yerleştirmekten vazgeçtim. Bu savaş günlüğünü de hangi akla hizmetse, gecenin bir yarısı yazmaya karar verdim.

Can sıkıntısı insana neler yaptırıyor, akıl alır gibi değil…  

To be continued…
Hüseyin Cem ÇÖL
1 Mayıs 2013 – Pelitli 

"Hayatın Neresinden Dönülse Kârdır"



Kimi insan işte bu yitirişi metanetle karşılar, devam edegelen insan evriminin bir parçası diye kabullenir ve yeni şartlara ayak uydurur, hayatını idame ettirebilmesi için başka bir seçeneği de yoktur.

Kimi insan ise, hep o yitirişe takılır kalır, zihninden silemez o saflığı, resetleyemez belleğini, sonraki yıllarda sarsak birkaç adım atar, kendi gibi tutunamayanlardan müteşekkil bir cemaate katılır, cemaat koyultur onun takıntısını, uyumsuzluğunu, sonra garibim baktı yapamıyor, bırakır boşluğa kendini. Nilgün Marmara gibi.

Hala yaşıyor olmak, yenilgiyi kanıksamak demektir.
Hüseyin Cem ÇÖL
1 Mayıs 2013 - Pelitli