10 Haziran 2013 Pazartesi

Nokta



"İdeolojinin yaraya merhem olduğu zamanlar olmuştur. Ancak yekpare hayatı anlamaya yetmez! Tüm sermayeni ideolojiye yatırma, eksik kalırsın!"


AHMET MÜMTAZ TAYLAN

9 Haziran 2013 Pazar

Kırmızı Pazar




Kız sen burda yeni misin peki leyla nerde
Hani çekirdek gözlüm örümcekten korkan
Kim ulan beni herkes tanır git patronuna sor
Elektrikçi ihsan dedin mi içkide üstüme yoktur

Leyla güzel kızdı ben böyle göz görmedim
Sen de güzelsin bak omuzların mesela
Biz elektrikçi kısmı karanlıkta güreşiriz
Ölüm tellerde ıslık çalar gözümüz pektir
Saçların kendinden mi sarı boyadın mı
Öyle örtülü bakma içimi karıştırıyorsun

Buranın tesisatını biz yaptık cahit'le beraber
Düğmeye şöyle dokun süt gibi aydınlık
Cahit askere gitti bak leyla da gitmiş
Geceleri uyku tutmuyor işin yoksa cigara iç
Yıldızlar boğazıma dizili inanmazsın
Dilsiz misin nesin bir şey söylesene
İstanbul'dan mı geldin yalnız mısın


ATTİLÂ İLHAN

Hocaya “Bey” Diye Hitap Etmek



Ankara’da “Çek” mevzusu ile ilgili bir sempozyuma katılmıştım bundan üç-beş sene önce. O sempozyumdan aklımda kalan tek sahne şu:

İsim vermekte sanırım mahsur yok ama ben ne olur ne olmaz isim vermeyeceğim. Bir hocamız, hadi ona (A) diyelim, çekle ilgili bir tebliğ sunmuştu da, o konuda yazılan ilk monografilerden birine atıf yapmamıştı. O ilk monografinin yazarlarından biri de salondaydı. Hadi ona da (B) diyelim. Kendi eserine atıf yapılmadığı için pek bir kızmış olmalı ki, (B), söz aldı, kürsüye çıktı ve biraz sert bir edayla “Beyefendi”, dedi, (A)’ya hitaben, “ben sizi pek titiz bir araştırmacı bilirdim, fakat görüyorum ki, tebliğ konunuzla ilgili bu alanda yazılmış eserleri yeterince incelememişsiniz, inceleseydiniz, 1960’larda yazdığımız şu ortak esere de atıf yapardınız” dedi ve yerine oturdu. Salonda kısa bir sessizlik yaşanmıştı. Oturum başkanının, ortamın daha da gerilmemesi için, tebliğ sahibine cevap vermemesini telkin eden bir el hareketinde bulunduğunu da çok iyi hatırlıyorum. Fakat tebliğ sahibi, bir şekilde, (B)’nin çıkışına karşılık vermeye niyetliydi. (B) yerine oturur oturmaz, (A), biraz sitemkâr bir tarzla şunları söylemişti: “Ben, Prof.Dr. …., Kabul ederseniz sizin meslektaşınızım, herhangi bir beyefendi değil”. Anlaşılan, tenkitten çok, “beyefendi” hitabı, tebliğ sahibi hocayı rahatsız etmişti.

“Bey” ya da “beyefendi” hitabı, aslında nazik bir anlamı ihtiva etmekte. “Hocam” hitabı ise, hem muhatabına saygı duyduğunu ifade ediyor, hem de muhatabını yüceltiyor. Hocalık, tanrı mesleğidir sonuçta. Hem “bey”, hem “hoca” hitabı olumlu içeriğe sahip olduğuna göre, “hoca” yerine “bey” diye hitap etmenin bir mahsuru olur mu? Olur. İki hitap arasında uçurum farkı var adeta. “Bey” derken, “ben senin hocalığını tanımıyorum, seni hoca olarak kaale almıyorum” anlamı da gizli alttan altta. Eğer bir kötüniyet yoksa, tek sebebi cahillik olmalı. .

Şimdiye kadar ders verdiğim öğrencilerden yüzüme karşı söyleyen olmadı ama bana mail yazarak bir şey soran öğrencilerden birkaçının “bey" diye hitaplarına maruz kaldım. Bana “bey” diyenler benden ders alan öğrencilerim. Şu ana kadar hiçbirini uyarmadım. Bundan sonra da uyarmayı düşünmüyorum. Bir kasıtları, kötüniyetleri olduğunu da sanmam.

Az önce bir mail aldım. “Cem Bey” diye başlayan. İçimi dökeyim istedim.

Hüseyin Cem ÇÖL
9 Haziran 2013 – Pelitli 

8 Haziran 2013 Cumartesi

Bir Kutlu Haber Beklerken




“Ne bu acele, Eylül’ü bekle birader” demeyin. Üstad, son yıllarda adetini bozdu, Eylül’ü beklemeden, yazın ortasında çıkageldi.  Olur a, belki bu yıl da, erkenden selam sarkıtmıştır da, ben iş güç arasında ıskalamışımdır diye “ümitlenmiştim”.  

Biraz aradım öteyi beriyi. Yeni bir hikaye henüz yok. Geçen seneki pek bir çalakalem yazılmış intibaı vermiş idi, yine de okuduk, yine olsa yine okuruz, lakin bu yıl pek kirlendik, zihnimizi bütün kirimizden sıyıracak şöyle esaslı bir hikaye hem hakkımızdır, hem de acil ihtiyacımız.

Hadi gelsin artık.

Hacca gücümüz yetmiyor, bari Kutlu okuyalım.

Hüseyin Cem ÇÖL
8 Haziran 2013 – Pelitli 

Kral Cübbeli



“Bir oyun oynadık, oynamaktayız. Hepimiz farkındayız değil mi? Mış gibi yapma oyunu.” dedi, Malcolm X’in cebindeki oyuncak haç.

“Oyunbozanlık etmenin sırası mı? Hem de birlik ve beraberliğe böylesine ihtiyaç duyduğumuz bir günde”, dedi Cübbeli Ahmet Efendi. Kızmıştı haça anlaşılan.      

*

“Ama bu kral cübbeli” dedi Tusubasa.

“Tusubasa öyle yazılmaz” dedi annesi “Lütfen kayda doğru geçsin, Tsubasa olmalı”.

“Evvela annelerden öğrendik” dedi Mehpare Hanım, “sahte gerçeği, gerçeğin sahtesiyle ustaca kombinlemeyi.”

*

“Ne yapacaksın o Themis heykelini” dedi Louise Salavin.

“Satacağım”, dedi Cyrano de Bergerac.

“Cyrano sen de bunu yaparsan, Tahir Sami ne yapmaz?” dedi Bay K.

“Ama ekmek parası” diyemedi Cyrano, çünkü gerçeği olduğu gibi söylememeyi öğrenmek için sekiz dönem ders görmüştü slaytlar eşliğinde. İçindekini diyemedi de, bir söylev vermeyi daha uygun gördü. Bir söylev: Büyük insanlık ideali hakkında.

*

Gregor Samsa, kendini devcileyin böcek bulmazdan az önce insan bedenli son hâliyle, “Hukuk, iktidarın fahişesidir diyenin ağzına sağlık” dedi. “Ağzına sağlık” lafını duyan yeni işkadını Mukaddes Kısakes, bunu kuracağı ağız ve diş sağlığı merkezinin kapısına ışıklı panolarla yazmayı aklından geçirdi. Oysa Gregor’un kızkardeşi “fahişe” lafına takılmıştı. Mutfağa gitti, irice bir elmayı aldı, ısırdı, kalanını kardeşinin kafasına fırlattı.

Hukuk ve iktidar arasındaki münasebetsiz münasebet alenen icra edilmekteyken, “kuşa bakın” diye haykırdı Gobbels.

Hazirun kuşa baktı.   

 *

“Korkakların klavyesini başlarında parçalamak lazım” dedi Behzat Ç. “Bu nasıl bir kral çıplak yazısıdır la, her tarafından korkaklık akıyor?” diye de ekledi.

“Amirim, kral çıplak değil zaten, kral cübbeli” dedi, Harun.

“La bi sus la biiiippppp, zevzeklik etme” dedi amiri.

Hayalet, güldü. Akbaba, masalı dinlemeye devam etti; piyonlar ölümüne savaşırken perde gerisinde şahla vezirin ahlaksız yakınlaşmasına tanık olmaktan keyiflendi.

E… Sonra ne oldu?

Ne olacak?

Yandı.

Bitti.

Kül oldu.

Vay dede sakalım.
Hüseyin Cem ÇÖL
8 Haziran 2013 – H 309

7 Haziran 2013 Cuma

"Ben Senin Şıklarla Dalga Geçebilme İhtimalini Sevdim..."


"Yumruğa kafa atan beş kafadar..."


20. Diego lakaplı Rüknettin Amannezahmetettin, Ordu ilindeki oto pazarında alım-satım işi yapan 55 yaşındaki Arda Artizneararlabazarda’ya 6.100 TL borç vermiş, ancak vadesi geldiği halde alacağını alamamıştır. Alacağını istediğinde “Sen Karadeniz çocuğu değil misin? Fındık olmadı mı bu Karadeniz’de para olur mu? Soğuğu yiyen geçip gidiyor evine. Ne tıkırtı var ne sıkırtı var, araba satan yok, satış olmayınca sana para da yok” cevabını almıştır. Bunun üzerine Karadeniz çocuğu Diego mafyaya gitmek varken yanlışlıkla icra takibi başlatmıştır. Ödeme emrini eline alan ve gönül işleri yolunda gitmediği için canı hayli sıkkın olan Arda Amca, itiraz dilekçesine aşağıdakilerden hangisini yazarsa takibi durdurabilir?
a) Diego dur allahını seversen zaten ortalık karışık
b) Your eyes are amazing, too.
c) Çılgın!
d) Benim kimseye borcum yok, bak altını da çiziyorum
e) Her hâl ve şartta neşeyi muhafaza, hayatın idamesi için yegâne çaredir. 


Hüseyin Cem ÇÖL
7 Haziran 2013 - Pelitli 

6 Haziran 2013 Perşembe

O Gün



“… birden çıldırıverdiler…”
Ahmet Altan,
Kılıç Yarası Gibi,
Alkım Yayınevi, İstanbul 2006, s. 28

Sayfa 100’deyim. J Muhtemelen Mehpare Hanım’ın yolu Ragıp Bey’le “de” kesişecek. Muhtemelen değil muhakkak. J Jurnalciler, yazıyla mı yoksa şifahen mi bildiriyorlardı jurnallerini padişaha? Murat Bardakçı’ya sormak lazım. Eğer yazıyla bildiriyorlarsa ve o jurnaller sarayın dehlizlerinde saklı ise, işte ben hakiki ve öz Wikileaks diye ona derim. J Mehpare Hanım bir nemfomanyak mı? J Müritler salaktır. Her mürit salaktır. Mürşitler ise zalimdir. Her mürşit zalimdir. J Anadolu hâlâ bir mezarlık. J O gün sen çok güzeldin. J Ahmet Altan, neden aşkı ve cinselliği iç içe sunuyor? Aşkı cinsellikten soyutlamayı yerli aşk filmlerinden öğrenmiş bizim gibi hayat acemilerine bu bilgi çok ağır değil mi? J O gün güzel olduğunu söylemiş miydim? J Şeyh Efendi’nin dramı, aslında binyıllık sahici bir dram. Bir başka coğrafyada yaşayan Cizvitlerin dramı ile aynı. Beden ve ruh çatışırsa, beden de ruh da azap çeker. Ne bedeni susturmaya çalışmalı, ne ruha sırt dönmeli. İkisini de doyurmalı. J Hasan Efendi, saf, yontulmamış ve ehlileşmemiş yanımız. Ve en korkunç, en zalim yanımız. Uyumakta olan bir çocuğun masumiyetini seyrederek sessizce gözyaşı dökebilir de, eğer inandırılmışsa uyumakta olan bir çocuğu boğazlayabilir de. J Şeyh Efendi, ilerleyen sayfalarda topa girecek mi yoksa tekkede postunun üzerinde bedenine ihanet etmiş canlı cenaze gibi hayatını sürdürmeye mi devam edecek? J Aslında bedeniyle barışık tek kişi Mehpare. Lakin onunda ruhu olduğu şüpheli. Aksak leylek. J Hakiki bal, tüm çiçeklerde bir müddet konaklamayı gerektirir. J Sen çok güzel değilsin ama sen o gün çok güzeldin.

Hüseyin Cem ÇÖL
6 Haziran 2013 – Pelitli 

ANILARA MEKTUPLAR - II



Sayın bayan,

Sizden çok çok özür diliyorum. “Sen kimsin be adam, ne diye durduk yerde benden özür diliyorsun?” dediğinizi duymaktayım. Sabredin anlatacağım.

Aslında beni tanımazsınız. Hoş, ben de sizi tanımıyorum ya. 10 yıl önce aramızda tatsız bir hadise vuku bulmuştu. Beş dakika boyunca size korku dolu anlar yaşatmıştım. Fakat, inanın, iki çocuğumun başı üzerine yemin ediyorum ki, size korku vermek dahası size zarar vermek gibi bir amacım asla yoktu. İnanılmaz bir aksilikler zinciri beş dakika boyunca sizi ve beni kuşatıverdi. Doğrusunu söylemek gerekirse o gece sizden çok ben korkmuştum.

Siz belki bu olayı unuttunuz. Belki de unutmadınız, yakın arkadaşlarınıza yıllarca anlatıp durdunuz. Ben sadece eşime anlatabildim bu tatsız “taciz” olayını. Başkalarının benim masumiyetime inanmayacaklarımdan, haksız ithamlara maruz kalmaktan korktum.

Bir bahar gecesiydi… Hava biraz serindi… Saat 22 sularıydı. Cebeci’den Samanpazarı’na doğru çıkmaktaydım. Tarihi değeri olduğu için, yıkılmasına müsaade edilmeyen yüzlerce eski, harap, harabe evin arasında Samanpazarı’nda kaldığım yurda doğru hızlı adımlarla yürümekteyim. Sokaklar yılan gibi kıvrılıyordu önümde. Birden fark ediyorum ki, sessiz ve hayli ıssız sokakta sadece iki kişi var. Biri ben, diğeri de siz. Yaklaşık on metre önümde yürüyorsunuz. Ben arkanızdayım. Sessiz gecenin karanlığında yankılanan ayak seslerimiz havayı iyice geriyor. On metre önümde yürüyorsunuz ve bu gayrıihtiyari sokak arkadaşlığından ürktüğünüzü hissediyorum. Sizi ürkütmek, korkutmak ya da Allah korusun başka türlü bir zarar vermek gibi asla düşüncem yok. Fakat, önümde yürüyorsunuz ve çok rahat fark ediyorum ki benden acaip ürkmektesiniz. Sanki sizi takip ediyormuşum gibi bir durum var ortada. Arkanızı dönüp bana baktınız, tekin biri miyim, güvenilir biri miyim anlamak için. Başınızı hızla önünüze çevirdiniz. Ürkmeye devam ettiğiniz belli. Demek ki benim tekin biri olmadığıma kanaat getirdiniz. “Hay Allah, ne yapsam” diye düşünmeye başladım. Vicdan azabı duymaya başladım. Ayak seslerimiz, ortamı iyice germeye, ürküntünüzü, korkunuzu iyice çoğaltmaya başladı. İnanın o yılan gibi yolda, bir ara sokak olsaydı, hemen sapacaktım sizi eziyetten kurtarmak için. Tam bu sırada, vaziyetin şaşkınlığından mıdır nedir, hiç sevmediğim ve kesinlikle alışık olmadığım bir hareketi, hiç olmayacak bir anda yaptım ve sağ elimle apışaramı hafifçe düzelttim. Hadi benim yaptığım eşeklik neyse de, ya sizin yaptığınıza ne demeli? Ben, sokak ortasında, üstelik gece vakti, üstelik bir kızın arkasında yürümekte iken bu eşekçe hareketi yaptım ve siz de büyük bir isabet kaydederek tam bu esnada, başınızı çevirip bana baktınız ve ne yaptığımı gördünüz. Görür görmez de, panik içinde adımlarınızı hızlandırdınız. Yerin dibine geçtim. Ne yapacağımı bilemedim. Yol yok ki sağa sola sapayım. Geriye dönüp geldiğim yöne yürüsem belki daha çok korkacak, hatta muhtemelen koşmaya kalkacaksınız. “Bari hızlanayım, şu kızı geçeyim de bu ıstırap, bu işkence bitsin artık” diye düşündüm ve adımlarımı hızlandırdım. Adımlarım hızlandıkça, ayak seslerinin şiddeti yükseldi ve gerilim daha da arttı. Hızlandığımı fark edince, daha da korkunç bir şey oldu, siz de hızlandınız! “Yahu kadın, sen yavaş yürü, benim amacım, hızla yürüyüp seni geçmek, sana bir şey yapacak değilim, sakin ol” diye bağıracağım nerdeyse. İkimizde hızlı adımlarla yürümeye başladık. Dışarıdan biri bizi görse, kesin, benim sizi takip ettiğimi düşünecektir. Çünkü vaziyet aynen öyle görünüyor. Fakat, kime anlatırsın derdini? Allah’tan gideceğiniz ev, o sokakta biraz ötedeymiş. Bir evin önünde durdunuz, hızla zile bastınız. İçimden “oh be, kurtuldum, evi yakınmış” diye düşünerek, yolun karşısından, neredeyse duvara bitişik vaziyette yürüyerek yanınızdan geçtim. Kabus bitmişti nihayet.

Olay, anlattığım gibidir sayın bayan. İçimden zerre miktar kötülük geçmemiştir inanın. Dünya-ahret bacımsınız. Size korku dolu anlar yaşattım ama inanın benim hiçbir suçum yoktu bu işte. Her şey, bir anda, paldır-küldür oluverdi.

Bir kez daha özür diliyorum sizden. Aradan on koca yıl geçti. Evlenmişsinizdir mutlaka. Çocuklarınız falan da olmuştur. Belki de hala, o yıkık-harabe evlerin birinde oturuyorsunuz.

Neyse efendim. Mektubu uzatmanın anlamı yok. Diyeceğimi dedim. Allah’a emanet olun. Size tacizsiz, mutlu, huzur dolu günler dilerim.

İmza : Gecenin bir vakti, ıssız bir sokağı birlikte adımladığınız genç

Nam-ı Diğer Salavin
8 Eylül 2006 - ANKARA 

ANILARA MEKTUPLAR – IV



H. abi,

O gün ne yaptığınızı biliyorum. Zaten sen de, “o gün ne yaptığınızı bildiğimi”, biliyorsun. Bu mektup, bir anlamda, bilineni tekrarlamaktan öteye geçmeyecek. Olsun. Ben yazmaktan yüksünmüyorum. Aksine, anılarımı hatırlamak ve yazıya dökmek, hoşuma bile gidiyor.

Dokuz yıl olmuş, dile kolay. Zaman ne çabuk geçiyor öyle değil mi? Sen, o vakitler, birkaç yıllık avukattın. Gençtin, dinamiktin, yakışıklıydın, geleceğin parlaktı. O günlerde popüleritesi yüksek bir siyasi partiyle de organik bağın vardı. Yani, ayağını sağlam kazığa bağlamıştın. Bana gelince… Hayata hızlı girmenin bedelini ödüyordum. Genç yaşta fakülteyi bitirmiş ve hemen yuva kurmuştum. Belki bir şeyler öğrenirim düşüncesiyle bürona gelirdim. Güya staj yapıyordum ama her şey göstermelikti işte.

O gün… Hatırla canım işte o gün… Neydi o yanında çalıştırdığın gencin adı? Hafıza yok ki anasını satayım, unutuyorum işte böyle. Adı her neyse, büroda yoktu işte. Tek ben vardım. Sen içerde dosyalarla meşguldün. Sonra o kadın geldi büroya. Daha önce de büroya geldiğine tanık olmuştum bu kadının. Otuz küsur yaşlarında, alımlı, kendine aşırı güvenen, güzelce bir kadındı. Kocası müteahhitti ve hayli zengindi. İçeri girdi. Çay söyledim size. Sonra beni yanına çağırdın. Rasgele bir kağıda, bir icra dosyasının numarasını yazdın, benden adliyeye gitmemi ve bu numaralı dosyaya para yatıp yatmadığını öğrenmemi istedin. Şaşırmıştım. Benden pek böyle şeyler istemezdin. Hevesle gittim adliyeye. Bir şeyler öğrenmek için can atıyordum, çünkü.

Dosyaya para yatmamıştı. Hemen döndüm. Adliye bürona yakındır bilirsin. Çarçabuk geliverdim büroya. Biraz da telaşlı tabiatlıyımdır, hatırlarsan. Hızla büroya girdim, kapıyı tıklatır tıklatmaz odana daldım ve sizi…

Sizi, odanın orta yerinde birbirinizden hızla ayrılırken gördüm. Çok telaşlanmıştın. Kadın da suçlu gözlerle bir müddet bana bakmış, sonra yavaşça yerine oturmuştu. Senin daha fazla mahcup durumda kalmaman için, dosyaya para yatmadığını söyledim ve kapıyı yavaşça kapatıp dışarı çıktım.

O gün, orada, muhtemelen “öpüşüyordunuz”. Zevkinizi hangi safhada böldüm bilmiyorum. Elbisenizde bir dağınıklık fark etmediğime göre, ya işin başındaydınız, ya da sadece dokunmak ve öpüşmekle yetiniyor, sonrasını başka bir ana saklıyordunuz. Allah korusun, size iftira atmak istemem. Büroda değil ama başka yerlerde mercimeği fırına vermiş olduğunuz muhakkak. Sonuçta, kılıcı kında görmüşlüğüm yok. Fakat, takdir edersin ki, ben çocuk değilim. O gün de çocuk değildim.

Yanlış anlamanı istemem. Benim kimseyi yargılamak gibi bir niyetim yok. Hele hele aradan bunca yıl geçtikten sonra… Olup biten her şey “zamanaşımına” uğramışken hele… Herkes, kendi amelinden sorumlu. Senin kiminle ne yaptığın beni asla ilgilendirmez. Seni, bu olaydan ötürü asla suçlamadım ve suçlamam da. Çünkü ben suç takdiri yapabilecek mevkide değilim. Hesabını gereken yerde, gereken mevkiye verirsin. Bana değil.

Aslına bakarsan, seni suçlamadığım bir yana, seni anlayabiliyorum da… Yakışıklı, bekar ve unvan sahibi bir adamdın. Gerçekten o şehrin en yakışıklı avukatı sendin. E, kadın da hem güzeldi, hem de (çok afedersin) vermeye teşne bir tabiatı vardı. Ateşle barut yan yana olunca “infilak” kaçınılmazdır haliyle.

Bugüne kadar, senin mesleki ve siyasi kariyerine zarar vermemek için –eşim hariç- hiç kimseye anlatmadım bu olayı. Şimdi, köprünün altından çok sular aktı. Şu an bunları alenen yazmam da bir mahsur yok. Türkiye’de binlerce H. ön isimli avukat var. Kim bilecek seni? Hem bilse ne olacak? Olan olmuş, ölen ölmüş değil mi?

Yıllar boyunca seni uzaktan takip ettim. Şu an, bildiğim kadarıyla mesleki ve siyasi hayatının zirvesindesin. Muhtemelen önümüzdeki seçimlerde meclise bile gireceksin. Evlendiğini, bir oğlunun olduğunu da biliyorum. Allah işini rast getirsin.

Sana siyasi ve mesleki kariyerinde başarılar, özel yaşamında mutluluklar diliyorum.

İmza : Hocanın oğlu

Nam-ı Diğer Salavin
8 Eylül 2006 - ANKARA 

ANILARA MEKTUPLAR – I



Sayın hocam,

Bağışlayın adınızı unuttum. İsmail mi, İbrahim mi öyle bir şeydi galiba. Sizinle tanıştığımda doçenttiniz, profesörlük beklediğinizi falan söylemiştiniz. Aradan üç koca yıl geçtiğine göre şimdi profesörsünüzdür muhtemelen. Gıyabınızda tebrik ederim sizi.

Sizi birkaç ay önce Haberal’ın televizyonunda görmüştüm. Adınızı unutsam da, simanızdan hemen tanıdım sizi. Dizilerde de oynayan bir tiyatro oyuncusuna çok benziyorsunuz. Fakat, komediye bakar mısınız, o oyuncunun da adını bilmiyorum.

Bu mektubu size neden yazdığımı merak ediyorsunuz değil mi? Hemen merakınızı gidereyim. “Size teşekkür etmek için” yazıyorum bu mektubu. Siz bana “o gün”, hayat merdivenimde işe yarayacak çok önemli bir şey öğrettiniz. “E, ne olacak, koskoca hocayım, işim gücüm zaten öğretmek” deyip geçmeyin. Sizden öğrendiğim bilgi, kürsüde anlattığınız yalan-yanlış bilgiler cinsinden değildi. Daha “esaslı” bir şeydi, “rehber bilgi” gibi. Ezberlenip unutulan cinsten değil, öğrenilip asla hafızadan çıkmayan cinstendi. Sabırsızlanmayın, anlatacağım.

O gün, TUS’tu galiba, bir sınavda birlikte görevliydik. Siz başkan, ben gözetmen. Sınav yerine erkenden gitmiştim. Siz, benden daha önce gelmiştiniz. Tanıştık. Ordan buradan konuşmaya başladık. Çalışmalarınızdan bahsettiniz. Söz “kitaplarınıza” geldi. En son yayınladığınız kitabı çantanızdan çıkardınız. Yeni doğan bebeğine itina gösteren anne edasıyla kitabınızı bana tanıttınız. Kitap, hiç unutmam “kare” biçimliydi. “Neden böyle” diye sormuştum. “Öğrenciler fotokopi çekemesin de, satın alsınlar” diye cevap vermiştiniz. Kitabınızla ilgili öyle heyecanlı, öyle arzu dolu konuşuyordunuz ki, gıptayla karışık şaşkınlık içerisindeyim. 13. kitabım demiştiniz ama sanki ilk kitabı çıkan acemi yazarların sevinci içindeydiniz. Benim de kitaplara ilgi duyan biri olduğumu anlayınca “aşkla” anlatmaya devam ettiniz. Kitap hakkında epey bir malumat verdikten sonra, hiç beklemediğim, hiç ummadığım, beni hayretlere gark eden bir şey yaptınız. “Kitapevlerinde 12 milyon lira ama ben 10 milyona veriyorum” dediniz ve kitabı masanın benden yana olan kısmına bırakıp iki adam geri çekildiniz. Ben, olup bitene anlam verememenin şaşkınlığı içindeydim. Ne diyeceğimi bilemedim. Onca lafı, kitabını tanıtan bir profesör adayından mı dinlemiştim, yoksa müşteri psikolojisini çok iyi bilen usta bir tezgahtardan mı? Hoca-öğrenci diyalogu sandığım şey, en adisinden satıcı-müşteri diyalogu imiş meğer. Bir bilim adamının, öğrencisine müşteri nazarıyla bakması en hafif deyimle “alçaklıktır”. Aslında o kişinin, ne bilimle ne de adamlıkla da ilgisi vardır. Onca lafı, kitabınızı bana kakalamak için sarfettiğinizi anladığımda, bir an sizden, kitaptan, hocalardan, eğitim sisteminden, bilimden, hasılı “kağıdın kutsiyeti etrafında halkalanan her şeyden” tiksindim. İçim nefretle doldu.

Teklifinizi anlamamış gibi yaptım ve “ürününüzü” satın almadım tabi. Ama o gün sizden çok esaslı bir şey öğrendim. Bu mektubu yazmama sebep olan “çok esaslı bir şey”.

: Özümüzü “kemale” erdirmedikçe, geldiğimiz makamların, sahip olduğumuz unvanların hiçbir değeri yoktur. Sadece karnımızı doyururuz o kadar. Kendimiz dahil hiç kimseye esaslı bir faydamız olmaz. Makam ve unvan, insanı kemale erdirmez, kemale eren insan makam ve unvanının hakkını verir. Ve nihayet, çöpçüsünden profesörüne, hamalından başbakanına kadar bütün insanlar aynı arzuların, aynı hayallerin, aynı sıkıntıların sarmalında yuvarlanıyor. Bu anlamda insanlar arasında korkunç bir eşitlik var. 

İşte bunları öğrettiniz bana sayın hocam. Bir kez daha teşekkür ederim herşey için.

Çalışmalarınızda başarılar diliyorum. Kitabınız, okurunuz/müşteriniz ve kazancınız eksik olmasın. Esen kalın.

Bir öğrenciniz

Nam-ı Diğer Salavin
8 Eylül 2006 - ANKARA