28 Aralık 2013 Cumartesi

Dönem Biterken


İktisat ve Çeko Bölümü öğrencileriyle dönemin son Ticaret Hukuku dersi.
(28 Aralık 2013 - Cumartesi, HUK 302)

Öğrenmek pekala mümkündür ama öğretmek mümkün müdür, bilmiyorum. Bildiğim şu ki, öğretmek mümkün olsa da olmasa da, öğreten kendini kandırarak sanki öğretmek mümkünmüş gibi çaba içinde olmalı. Nasılsa öğretmek mümkün değil dememek lazım. Asıl öğrenilen ve öğretilen belki de hayat boyu “çaba” içinde olmanın gereği. Bu çabaya rağmen öğretmek yine de mümkün olmayabilir, sınıfta beyan edilen bilgiler öğrencinin zihninde bir karşılık bulmadan pencereden havaya toza karışabilir. Böyle bile olsa, belki “çaba”nın kendisi, belki “üslup”, belki “yaklaşım” öğrencide karşılık bulmuş olabilir.  

Umarım öyledir.

Hüseyin Cem ÇÖL
28 Aralık 2013 – H 309

26 Aralık 2013 Perşembe

Bu Yazıyı Okumayın ya da Okuyacaksanız Bile Okumamış Gibi Yapın


Yıllar önce bir vadi’ye deneme tadında yazılar göndermekteydim. İlk yazımın başlığı, hala hatırımdadır, “Özgürce Yazabilmek” idi.

Bu önemsiz girizgahı şu lafı edebilmek için yaptım:

Yazı, insanın duygusunu, düşüncesini, hayallerini, hayal kırıklıklarını, kendisini, hayat algısını aktarma aracı. Bu aracın amaca uygunluğu ise, yazanın özgür olmasına bağlı. Yazan özgürse, yazı samimi ve sahici bir hal alıyor. Yazanın özgürlüğünün önündeki birinci engel, “yazdıkları karşılığında para alması”. Para için yazmak elbette ayıp değil. Ama ana amaç para kazanmak olunca, yazanın kaleminden yazmak istedikleri değil, kendisinden yazılması istendikleri dökülüyor, yani nabza göre şerbet veriyor. Bu bir. İkinci engel ise, “okunmak”. Bu nokta ilginç. Her yazan okunmak ister, okunmak için yazar. Oysa okunmak, yazanın özgürlüğünü kısıtlayan en büyük engeldir. Çok okunan değil, az okunan hatta hiç okunmayan yazanlardır asıl “özgür” olan. Okunduğunu bilen yazan, yazarken rahat olamaz zira. Okuru hesaplayarak yazı yazılmaz, yazılsa da içten olunamaz.

Muhayyel nazarlara arz olunur.

Hüseyin Cem ÇÖL
26 Aralık 2013 – H 309 

O Şehre Sitem


O şehirde muhafazakarlık, düşünerek kabullenilmiş, özde sindirilmiş bir hayat algısı değil de; nesilden nesile geçen bir alışkanlık. Başka türlü bir hayat tasavvuru olmadığı, olamadığı için sürgit devam eden gelenekler bütünü. Böyle olduğu içindir ki, kendisini en çok özde değil, şekilde gösteren hamlıklar topağı. O şehirde muhafazakarlık, bir şemsiye kimlik. Altına girmese yok olacağını zanneden insanları vehimlerinden geçici bir süre kurtaran bir sığınak. O şehirde muhafazakarlık, zorunlu bir maske. O şehirde muhafazakarlık, insanların birbirini içine çektikleri, çıkmaya çalışanları zorla aralarına aldıkları kaynayan bir kazan. O şehirde muhafaza edilen, aslında güdük bir ömür; başka bir hayat algısına kapı aralayan her tür düşünce ve duyguyu düşman belleyen dışa kapalı bir toplum. Bu yüzden o şehirde başkaları cehennem. Hele “araf” oluru, idraki imkansız bir hayat sahası.

O şehirde barış ve savaş iç içe. O şehrin düğününde cenaze, cenazesinde düğün havası koklamak mümkün. İnsanların görece sakinliklerin altında, her an kavgaya, laf dalaşına hazır olduklarını gösteren bir potansiyel mevcut. O şehirde ipler aslında kadınların elinde. Bu yüzden, cansız hayata can katmanın en kullanışlı ve en ucuz aleti “laf”. Kapalı bir kutu içinde vakit nasıl geçer? Eğer, dışarı çıkma ümidin yoksa seni manevi açıdan doyuran bir işin, bir meşgalen, bir sanatın, bir merakın, bir hedefin de yoksa kapalı bir kutunun içinde ne yaparsın? El-cevap: Başkalarıyla kavga edersin. Kendi içinde barış olmayan her insan, kavgasını mutlak dışarı taşırır. İçindeki boşluğu söz kavgasıyla, ağız kavgasıyla yani “çekişerek” doldurur; o da yetmezse “vuruşarak”. Malumdur, tabiat boşluk kaldırmaz.

O şehir soğuk. Belki insanlar bu yüzden bu kadar huzursuz. Donmamak için, biraz ısınmak için, kendi kısır hayatlarını az da olsa renklendirmek için anlamsız bir laf savaşının neferi olmaya can atıyorlar. Ancak savaşırken yaşadıklarını var sayıyorlar. İç barış, donmakla ölümle eşdeğer.    

O şehir her geçen gün biraz daha ıssız. O şehirde tanıdıklar ya yaşlanıyor ya da bir bir eksiliyor. Babaannem, eniştem derken dayım. Sıradaki kim?

O şehir orada, ben buradayım. Şimdilik elbette. Er ya da geç ulaşacağımız son durağımız yine o şehirde: Yukarı Tekke Mezarlığında.

Hüseyin Cem ÇÖL
26 Aralık 2013 - H 309

22 Aralık 2013 Pazar

21 Aralık 2013 Cumartesi

Yılın Şarkısı : "Yaralı"


Müzikten anlamam. O kadar anlamam ki, arka arkaya Beethoven’ın 9. Senfonisi ile Ankaralı Namık’ın Dar Geldi Sana Angara’sını dinleyip, ikisini de beğendiğimi söyleyebilirim. Laf aramızda kimse duymasın, gerçekten ikisini de beğenirim. Müzikten anlamam derken ifade etmek istediğim, birincisi rafine bir müzik beğenisine sahip değilim, konu müzik olunca mezhebim, dinim, partim, ideolojim yok; ikincisi ise müziğin tekniğini (nota, enstrüman vs.) bilmem.

Müzikten anlamam ama müzik dinlemeyi severim. Müzik dediğimiz, tabiatta dağılan biçimsiz seslere biçim verme arayışı değil midir? Sesler nasıl dağınıksa, insanın ruh hali de bir o kadar dağınık. Her insanın içinde en hayvani arzular ve en ulvi duygular birlikte at oynatıyor. “İnsan”, insan olmaya çalışan bir hayvandır sonuçta. Hamurumuzda hayvanlık var ama aklımız sayesinde ulaşmamız gerekenin insanlık olduğunu fehmediyoruz. O yüzden bu kadar karmaşığız. Böyle olunca, tabiatta bulunan dağınık sesler, bazen hayvan kalmış yanımızda, bazen de insan olmaya çalışan yanımızda rağbet buluyor ve biz dinlediğimiz müziği beğendim diyoruz. İki sabitsiz bir yerde kesişince, insan dinlediği müzikten zevk alıyor, ötesi laf-ı güzaf. Anlamamak, sevmeye engel değil; işin hülasası bu.

Bu yıl, kendimle baş başa kaldığım anların çoğunda, H 309’da, evde, arabada hep müzikle iç içeydim. İnternet sağolsun, istediğin şarkı, türkü emrine amade. İnsan istedikten sonra, dünyanın en ücra köşesinde dinlenen müziğe ulaşması çok zor değil. Peki ben bu yıl bunca çeşitlilik içinde ne dinledim. Sıralayayım.

1.                 Evvela, bu yıl, geçen yıl da olduğu gibi bol bol Neşet Ertaş dinledim. Dinledim lafın gelişi. Doğrusu, “Neşet Ertaş söylerken ben diz çöküp ders aldım” demek daha doğrusu. Çünkü, Neşet Ertaş’a bir müzisyenden çok, “alaylı alim” gözüyle bakıyor ve öyle seviyorum.

2.                 TRT Müzik, yüzlerce televizyon kanalı içinde, en çok durakladığım kanaldı bu yıl. Bir yerde yazmıştım, TRT Müzik hariç, bütün kanalları tek tek televizyon hafızasından silsem zarar etmiş olmam.    

3.                 Seksenli yıllardan kalan her şarkı yüreğimi titretmeye devam etti bu yıl. Yine ısrarla Ümit Besen, Ferdi Özbeğen, Coşkun Sabah, Ferdi Tayfur, Müslüm Gürses, Neşe Karaböcek, İbrahim Tatlıses dinledim her fırsatta.  

4.                 Bir de şu bizim Angaralılar var. Ankara yıllarımdan kalma bir alışkanlık mı bilemem. Ne zaman dinlesem, bir daha dinlemek istiyorum. “Hayatı tesbih yapmış sallayanları” da, “atara atar yapan Ankara bebelerini” de, “Osman’a kaçmış Şaziye’yi de” seviyorum, ayıp değil ya.


5.                 Lakin hepsi bir yana, bu yılın beni dinleye dinleye sarhoş eden şarkısı “Yaralı”dır. Bir şarkıyı arka arkaya, hiç mola vermeden tam 17 kez dinlediyseniz, tek başına bir büyük devirmiş gibi dünyaya bir hoş bakıyorsunuz.

Bengü'cüm, bari önümüzdeki yıl böyle şeyler yapma be kuzum. Zaten yaralı yüreğimizi daha bir tarumar etmenin ne gereği var?

Hüseyin Cem ÇÖL
21 Aralık 2013 - H 309

19 Aralık 2013 Perşembe

Küpe




"Olay çözmeyi öğrenmek, olay çöze çöze olur."

Prof. Dr. Cengiz KOÇHİSARLIOĞLU

"Bin Yıl Geçse Sürer İçimde Rüzgarın..."


Yolda Kadırga FM’i dinliyordum. Niyeyse birden aklıma geldi. Havaalanının önünden geçmekte idim, yoldan gözümü almadan sağ yanımda uzanan denizin maviliğinin tadını da çıkarıyordum. Düşündüm ki, tamam dünya yalan hayat güzel. Gelgelelim, burada sanılanın aksine bir paradoks yok. Hayatın güzelliği aslında dünyanın yalan olmasında. Yani dünya yalan olduğu için aslında hayat güzel. Hep bu oyun, bu oyalanma, bu anlık mutluluklar ve mutsuzluklar, bu bir yerde sabit kalamama, bu baş döndürücü hız hayatı güzel kılan dünyanın cilveleri. Dünya gerçek olsa hayat böyle ışıl ışıl, canlı, renkli olmayacak. Dünya gerçek olsa, hayat cansız, yavan, kuru olacak. Aslında güzeli güzel kılan da yalan olması. Yalan ve güzellik, bir madalyonun iki yüzü. Biri diğerini tamamlıyor. Aşk da öyle: Bir yanılsama ama yaşanması gereken bir duygu.     

Düşünceler beynimde akarken uzakta kırmızı ışığın yandığını fark ettim, yavaşladım ve tam lambanın önünde durdum. Aniden düşünce trafiğim de durdu. Arkası gelmedi.

Hüseyin Cem ÇÖL
19 Aralık 2013 – Pelitli 

16 Aralık 2013 Pazartesi

Kendi Perspektifimden Yılın En’leri


Yılın Şarkısı
Yılın Filmi
Yılın Oyunu
Yılın Adamı
Yılın Kadını
Yılın Kitabı
Yılın Şiiri
Yılın Köşe Yazarı
Yılın Karikatürü
Yılın En Güzel Günü
Yılın En Kötü Günü
Yılın En Tuhaf Günü
Yılın En Önemli Günü
Yılın Yazılamayanı


Yıl bitene kadar her gün bir "en"i yazmaya niyetim var. Girizgah niyetine şu notu düşeyim: 2013 gerçekten güzel bir yıldı. Çabanın ve iyimserliğin içinde harmanlandığım hızlı ve yoğun bir yıldı. En az 2012 kadar, hatta ondan bile iyiydi. 2011'in de gözümde büyütmemeyi başarabildiğim nice sıkıntısına rağmen farklı ve kendine özgü güzellikleri vardı.

Güzel yıllar bir bir geride kalıyor.  

Hüseyin Cem ÇÖL
16 Aralık 2013 – Pelitli

12 Aralık 2013 Perşembe

Hiç Değilse Arada Bir Hâlini Hatırını Sorun, Ki Anlasın Unutulmadığını


- Cem'cim n'aber?
- N'ossun. Bıraktığın gibi. 

Hüseyin Cem ÇÖL
12 Aralık 2013 - H 309 

Kar ve Yağışı ve Sen


Az önce balkona çıktım. Dün geceden beri neredeyse hiç dinmeyen kar, hala ağır ağır hiç telaş etmeden yağmaya devam ediyor. Kara ve yağışına yabancı biri değilim. Hayatımda pek çok defa gökyüzünün beyaz dansına şahitlik ettim, hayatımda kaç defa ağır ağır salınan kar taneleri altında derin, niyeyse hep kar yağarken derin düşüncelere dalarak sükunetin ve hazzın doruğunda gezindim. Çocukluğum Sivas’ta, yetişkinliğim Ankara’da, askerliğim Sarıkamış’ta geçti. Belki bu yüzden sadece kışı değil, kışın türevlerini zemheriyi, karakışı, ayazı, tipiyi de hamdolsun bilirim. Birkaç yılı saymazsak hep sobalı evlerde ömür tükettim. Soba kurmak, soba temizlemek, soba yakmak, sobada kestane pişirmek, eve girer girmez sobanın etrafına tüneyip ısınmak gibi “fakir hayatı”nın küçük sıkıntılarına, zevklerine ve cilvelerine de şükürler olsun vakıfım. Çocukluğuma dair hatırladığım en güzel hatıralardan biri de, yastığa baş koyduğumda yanan soba ateşinin tavanda oynaşan kızıl ışığını seyretmekti. Ha bir de sokak lambasının huzmesi altında sakin sakin yağan karın gamsız yağışına tanıklık etmek. Bu zenginlikler hala içimi ısıttığına, yüzümü tebessüm ettirdiğine, gönlüme ferahlık verdiğine göre, pek de fakir büyümüş sayılmam değil mi?


- Cem’cim her şeyi anladım da bu yazıda kardan, yağışından bahsetmişsin ama “ben”den bahsetmemişsin.
- “Sen” öyle san!

Hüseyin Cem ÇÖL 
12 Aralık 2013 - Pelitli