29 Aralık 2013 Pazar

Kampüste Koyunlar...


An itibariyle H 309 penceresinden hayatın görünümü...  (Saat : 09.19)

Kampüste koyunları gördüğümde aklıma gelen ilk sorunun "bu yasal mı?" olması, farkındayım, komik değil, trajikomik.

Hüseyin Cem ÇÖL
 29 Aralık 2013 - H 309 

Anladım ki…


"Yalan dünya yârsiz olmaz."
Aşık VEYSEL

Dün akşam eve giderken eczaneye uğradım ve en hafifinden bir uyku ilacı satın aldım. Akşam yemeğinden sonra baktım göz kapaklarım isyanlarda vurdum kafayı yastığa. Uyku ilacından bir tablet bile almamış olmama rağmen, yatakta bir o yana bir bu yana döndolaş yapmadan aniden uykuya daldım. Uyandığımda sabahın dördüydü. Nerdeyse sekiz saat kesiksiz uyumuşum. Anladım ki, tıptan şaşmamak lazım, uyku ilacının uykusuzluğa gerçekten yardımı oluyormuş. Bir de kullansam, düşünün, kimbilir kaç saat uyuyacaktım.

Sabahın dördünde uyanan insan ne yapar? Elbette kahvaltı. İki haşlanmış yumurta, bir demlik dolusu çay. Anladım ki, insan uykusunu alınca en kuru kahvaltı bile başka bir tat veriyor.  

Futbolla çok sıkı bir bağım yok, Galatasaray taraftarı da değilim, buna rağmen kahvaltı sırasında elime kumanda aletini aldığımda ilk önce, TRT’nin teletext’ini açıp, dün akşam Galatasaray’ın oynadığı maçın kaç kaç bittiğini öğrenmek istedim. Oysa şu hengamede kimin kimi yendiğinin ne önemi var? Türkiye’nin ayarı bir kez daha bozulmuşken, futbol neyime? Anladım ki, tek ayarsız Türkiye değil, ben de biraz ayarsızım.

Kanallar arasında gezinip de Türkiye gerçeğine rast gelmemek, Türkiye gerçeğinden bigane kalmak elbette mümkün değil. Sabahın beşi bile olsa, içinde hep beraber boğuştuğumuz bu güzel ülkeyi analiz etmeye çalışanların ateşli konuşmaları sürgit devam etmekte. Türkiye’de kimse masum değil. Herkesin bir açığı var. Herkes, gözünü ötekinin açığına dikmiş durumda, ötekinin açığını ne kadar çok dillendirirse kendi kıçındaki yırtığı kimsenin görmeyeceğini vehmediyor. Bu ülkede herkesin tenceresinin dibi kara. Anladım ki, bu ülkenin her ferdi esaslı bir ahlak eğitiminden geçmedikçe iflah olmamız imkansız. İyi de bu eğitimi kim verecek?

Televizyonu kapattım. Evden çıktım. Pazar sabahı ama yine dükkanda yapılacak iş var, çok şükür. Trabzon’da bu sabah anlatılmaz güzel. O kadar güzel ki, acaba sahile insem mi diye bile aklımdan geçirdim. Şifayı kapmaktan korktuğumdan denize uzaktan bakmakla yetindim. O bile yetti, içimin yaşama sevinciyle dolması için. Anladım ki, hayat sabahları çok güzel.

Herşeye rağmen.

Hüseyin Cem ÇÖL
29 Aralık 2013 – H 309 

28 Aralık 2013 Cumartesi

Dönem Biterken


İktisat ve Çeko Bölümü öğrencileriyle dönemin son Ticaret Hukuku dersi.
(28 Aralık 2013 - Cumartesi, HUK 302)

Öğrenmek pekala mümkündür ama öğretmek mümkün müdür, bilmiyorum. Bildiğim şu ki, öğretmek mümkün olsa da olmasa da, öğreten kendini kandırarak sanki öğretmek mümkünmüş gibi çaba içinde olmalı. Nasılsa öğretmek mümkün değil dememek lazım. Asıl öğrenilen ve öğretilen belki de hayat boyu “çaba” içinde olmanın gereği. Bu çabaya rağmen öğretmek yine de mümkün olmayabilir, sınıfta beyan edilen bilgiler öğrencinin zihninde bir karşılık bulmadan pencereden havaya toza karışabilir. Böyle bile olsa, belki “çaba”nın kendisi, belki “üslup”, belki “yaklaşım” öğrencide karşılık bulmuş olabilir.  

Umarım öyledir.

Hüseyin Cem ÇÖL
28 Aralık 2013 – H 309

26 Aralık 2013 Perşembe

Bu Yazıyı Okumayın ya da Okuyacaksanız Bile Okumamış Gibi Yapın


Yıllar önce bir vadi’ye deneme tadında yazılar göndermekteydim. İlk yazımın başlığı, hala hatırımdadır, “Özgürce Yazabilmek” idi.

Bu önemsiz girizgahı şu lafı edebilmek için yaptım:

Yazı, insanın duygusunu, düşüncesini, hayallerini, hayal kırıklıklarını, kendisini, hayat algısını aktarma aracı. Bu aracın amaca uygunluğu ise, yazanın özgür olmasına bağlı. Yazan özgürse, yazı samimi ve sahici bir hal alıyor. Yazanın özgürlüğünün önündeki birinci engel, “yazdıkları karşılığında para alması”. Para için yazmak elbette ayıp değil. Ama ana amaç para kazanmak olunca, yazanın kaleminden yazmak istedikleri değil, kendisinden yazılması istendikleri dökülüyor, yani nabza göre şerbet veriyor. Bu bir. İkinci engel ise, “okunmak”. Bu nokta ilginç. Her yazan okunmak ister, okunmak için yazar. Oysa okunmak, yazanın özgürlüğünü kısıtlayan en büyük engeldir. Çok okunan değil, az okunan hatta hiç okunmayan yazanlardır asıl “özgür” olan. Okunduğunu bilen yazan, yazarken rahat olamaz zira. Okuru hesaplayarak yazı yazılmaz, yazılsa da içten olunamaz.

Muhayyel nazarlara arz olunur.

Hüseyin Cem ÇÖL
26 Aralık 2013 – H 309 

O Şehre Sitem


O şehirde muhafazakarlık, düşünerek kabullenilmiş, özde sindirilmiş bir hayat algısı değil de; nesilden nesile geçen bir alışkanlık. Başka türlü bir hayat tasavvuru olmadığı, olamadığı için sürgit devam eden gelenekler bütünü. Böyle olduğu içindir ki, kendisini en çok özde değil, şekilde gösteren hamlıklar topağı. O şehirde muhafazakarlık, bir şemsiye kimlik. Altına girmese yok olacağını zanneden insanları vehimlerinden geçici bir süre kurtaran bir sığınak. O şehirde muhafazakarlık, zorunlu bir maske. O şehirde muhafazakarlık, insanların birbirini içine çektikleri, çıkmaya çalışanları zorla aralarına aldıkları kaynayan bir kazan. O şehirde muhafaza edilen, aslında güdük bir ömür; başka bir hayat algısına kapı aralayan her tür düşünce ve duyguyu düşman belleyen dışa kapalı bir toplum. Bu yüzden o şehirde başkaları cehennem. Hele “araf” oluru, idraki imkansız bir hayat sahası.

O şehirde barış ve savaş iç içe. O şehrin düğününde cenaze, cenazesinde düğün havası koklamak mümkün. İnsanların görece sakinliklerin altında, her an kavgaya, laf dalaşına hazır olduklarını gösteren bir potansiyel mevcut. O şehirde ipler aslında kadınların elinde. Bu yüzden, cansız hayata can katmanın en kullanışlı ve en ucuz aleti “laf”. Kapalı bir kutu içinde vakit nasıl geçer? Eğer, dışarı çıkma ümidin yoksa seni manevi açıdan doyuran bir işin, bir meşgalen, bir sanatın, bir merakın, bir hedefin de yoksa kapalı bir kutunun içinde ne yaparsın? El-cevap: Başkalarıyla kavga edersin. Kendi içinde barış olmayan her insan, kavgasını mutlak dışarı taşırır. İçindeki boşluğu söz kavgasıyla, ağız kavgasıyla yani “çekişerek” doldurur; o da yetmezse “vuruşarak”. Malumdur, tabiat boşluk kaldırmaz.

O şehir soğuk. Belki insanlar bu yüzden bu kadar huzursuz. Donmamak için, biraz ısınmak için, kendi kısır hayatlarını az da olsa renklendirmek için anlamsız bir laf savaşının neferi olmaya can atıyorlar. Ancak savaşırken yaşadıklarını var sayıyorlar. İç barış, donmakla ölümle eşdeğer.    

O şehir her geçen gün biraz daha ıssız. O şehirde tanıdıklar ya yaşlanıyor ya da bir bir eksiliyor. Babaannem, eniştem derken dayım. Sıradaki kim?

O şehir orada, ben buradayım. Şimdilik elbette. Er ya da geç ulaşacağımız son durağımız yine o şehirde: Yukarı Tekke Mezarlığında.

Hüseyin Cem ÇÖL
26 Aralık 2013 - H 309

22 Aralık 2013 Pazar

21 Aralık 2013 Cumartesi

Yılın Şarkısı : "Yaralı"


Müzikten anlamam. O kadar anlamam ki, arka arkaya Beethoven’ın 9. Senfonisi ile Ankaralı Namık’ın Dar Geldi Sana Angara’sını dinleyip, ikisini de beğendiğimi söyleyebilirim. Laf aramızda kimse duymasın, gerçekten ikisini de beğenirim. Müzikten anlamam derken ifade etmek istediğim, birincisi rafine bir müzik beğenisine sahip değilim, konu müzik olunca mezhebim, dinim, partim, ideolojim yok; ikincisi ise müziğin tekniğini (nota, enstrüman vs.) bilmem.

Müzikten anlamam ama müzik dinlemeyi severim. Müzik dediğimiz, tabiatta dağılan biçimsiz seslere biçim verme arayışı değil midir? Sesler nasıl dağınıksa, insanın ruh hali de bir o kadar dağınık. Her insanın içinde en hayvani arzular ve en ulvi duygular birlikte at oynatıyor. “İnsan”, insan olmaya çalışan bir hayvandır sonuçta. Hamurumuzda hayvanlık var ama aklımız sayesinde ulaşmamız gerekenin insanlık olduğunu fehmediyoruz. O yüzden bu kadar karmaşığız. Böyle olunca, tabiatta bulunan dağınık sesler, bazen hayvan kalmış yanımızda, bazen de insan olmaya çalışan yanımızda rağbet buluyor ve biz dinlediğimiz müziği beğendim diyoruz. İki sabitsiz bir yerde kesişince, insan dinlediği müzikten zevk alıyor, ötesi laf-ı güzaf. Anlamamak, sevmeye engel değil; işin hülasası bu.

Bu yıl, kendimle baş başa kaldığım anların çoğunda, H 309’da, evde, arabada hep müzikle iç içeydim. İnternet sağolsun, istediğin şarkı, türkü emrine amade. İnsan istedikten sonra, dünyanın en ücra köşesinde dinlenen müziğe ulaşması çok zor değil. Peki ben bu yıl bunca çeşitlilik içinde ne dinledim. Sıralayayım.

1.                 Evvela, bu yıl, geçen yıl da olduğu gibi bol bol Neşet Ertaş dinledim. Dinledim lafın gelişi. Doğrusu, “Neşet Ertaş söylerken ben diz çöküp ders aldım” demek daha doğrusu. Çünkü, Neşet Ertaş’a bir müzisyenden çok, “alaylı alim” gözüyle bakıyor ve öyle seviyorum.

2.                 TRT Müzik, yüzlerce televizyon kanalı içinde, en çok durakladığım kanaldı bu yıl. Bir yerde yazmıştım, TRT Müzik hariç, bütün kanalları tek tek televizyon hafızasından silsem zarar etmiş olmam.    

3.                 Seksenli yıllardan kalan her şarkı yüreğimi titretmeye devam etti bu yıl. Yine ısrarla Ümit Besen, Ferdi Özbeğen, Coşkun Sabah, Ferdi Tayfur, Müslüm Gürses, Neşe Karaböcek, İbrahim Tatlıses dinledim her fırsatta.  

4.                 Bir de şu bizim Angaralılar var. Ankara yıllarımdan kalma bir alışkanlık mı bilemem. Ne zaman dinlesem, bir daha dinlemek istiyorum. “Hayatı tesbih yapmış sallayanları” da, “atara atar yapan Ankara bebelerini” de, “Osman’a kaçmış Şaziye’yi de” seviyorum, ayıp değil ya.


5.                 Lakin hepsi bir yana, bu yılın beni dinleye dinleye sarhoş eden şarkısı “Yaralı”dır. Bir şarkıyı arka arkaya, hiç mola vermeden tam 17 kez dinlediyseniz, tek başına bir büyük devirmiş gibi dünyaya bir hoş bakıyorsunuz.

Bengü'cüm, bari önümüzdeki yıl böyle şeyler yapma be kuzum. Zaten yaralı yüreğimizi daha bir tarumar etmenin ne gereği var?

Hüseyin Cem ÇÖL
21 Aralık 2013 - H 309

19 Aralık 2013 Perşembe

Küpe




"Olay çözmeyi öğrenmek, olay çöze çöze olur."

Prof. Dr. Cengiz KOÇHİSARLIOĞLU

"Bin Yıl Geçse Sürer İçimde Rüzgarın..."


Yolda Kadırga FM’i dinliyordum. Niyeyse birden aklıma geldi. Havaalanının önünden geçmekte idim, yoldan gözümü almadan sağ yanımda uzanan denizin maviliğinin tadını da çıkarıyordum. Düşündüm ki, tamam dünya yalan hayat güzel. Gelgelelim, burada sanılanın aksine bir paradoks yok. Hayatın güzelliği aslında dünyanın yalan olmasında. Yani dünya yalan olduğu için aslında hayat güzel. Hep bu oyun, bu oyalanma, bu anlık mutluluklar ve mutsuzluklar, bu bir yerde sabit kalamama, bu baş döndürücü hız hayatı güzel kılan dünyanın cilveleri. Dünya gerçek olsa hayat böyle ışıl ışıl, canlı, renkli olmayacak. Dünya gerçek olsa, hayat cansız, yavan, kuru olacak. Aslında güzeli güzel kılan da yalan olması. Yalan ve güzellik, bir madalyonun iki yüzü. Biri diğerini tamamlıyor. Aşk da öyle: Bir yanılsama ama yaşanması gereken bir duygu.     

Düşünceler beynimde akarken uzakta kırmızı ışığın yandığını fark ettim, yavaşladım ve tam lambanın önünde durdum. Aniden düşünce trafiğim de durdu. Arkası gelmedi.

Hüseyin Cem ÇÖL
19 Aralık 2013 – Pelitli 

16 Aralık 2013 Pazartesi

Kendi Perspektifimden Yılın En’leri


Yılın Şarkısı
Yılın Filmi
Yılın Oyunu
Yılın Adamı
Yılın Kadını
Yılın Kitabı
Yılın Şiiri
Yılın Köşe Yazarı
Yılın Karikatürü
Yılın En Güzel Günü
Yılın En Kötü Günü
Yılın En Tuhaf Günü
Yılın En Önemli Günü
Yılın Yazılamayanı


Yıl bitene kadar her gün bir "en"i yazmaya niyetim var. Girizgah niyetine şu notu düşeyim: 2013 gerçekten güzel bir yıldı. Çabanın ve iyimserliğin içinde harmanlandığım hızlı ve yoğun bir yıldı. En az 2012 kadar, hatta ondan bile iyiydi. 2011'in de gözümde büyütmemeyi başarabildiğim nice sıkıntısına rağmen farklı ve kendine özgü güzellikleri vardı.

Güzel yıllar bir bir geride kalıyor.  

Hüseyin Cem ÇÖL
16 Aralık 2013 – Pelitli