Bu blog, sorumlusu olduğum derslerin yürütülmesine katkı sağlamak amacıyla hazırlanmaktadır ve TRÜ HUKUK FAKÜLTESİ, TRÜ İLETİŞİM FAKÜLTESİ, KTÜ İKTİSADİ VE İDARİ BİLİMLER FAKÜLTESİ ile KTÜ SAĞLIK BİLİMLERİ FAKÜLTESİ öğrencilerine yöneliktir.
Öğr.Gör.Hüseyin Cem ÇÖL
TRABZON ÜNİVERSİTESİ Hukuk Fakültesi Ticaret Hukuku ABD
"Tangodan hoşlanmaya başlamak için, birkaç yenilgi yaşamış olmak gerekir." JOSE MUJICA
Dün akşam eve giderken eczaneye
uğradım ve en hafifinden bir uyku ilacı satın aldım. Akşam yemeğinden sonra
baktım göz kapaklarım isyanlarda vurdum kafayı yastığa. Uyku ilacından bir
tablet bile almamış olmama rağmen, yatakta bir o yana bir bu yana döndolaş
yapmadan aniden uykuya daldım. Uyandığımda sabahın dördüydü. Nerdeyse sekiz
saat kesiksiz uyumuşum. Anladım ki, tıptan şaşmamak lazım, uyku ilacının uykusuzluğa
gerçekten yardımı oluyormuş. Bir de kullansam, düşünün, kimbilir kaç saat
uyuyacaktım.
Sabahın dördünde uyanan insan ne
yapar? Elbette kahvaltı. İki haşlanmış yumurta, bir demlik dolusu çay. Anladım
ki, insan uykusunu alınca en kuru kahvaltı bile başka bir tat veriyor.
Futbolla çok sıkı bir bağım yok, Galatasaray
taraftarı da değilim, buna rağmen kahvaltı sırasında elime kumanda aletini
aldığımda ilk önce, TRT’nin teletext’ini açıp, dün akşam Galatasaray’ın
oynadığı maçın kaç kaç bittiğini öğrenmek istedim. Oysa şu hengamede kimin kimi
yendiğinin ne önemi var? Türkiye’nin ayarı bir kez daha bozulmuşken, futbol neyime?
Anladım ki, tek ayarsız Türkiye değil, ben de biraz ayarsızım.
Kanallar arasında gezinip de Türkiye
gerçeğine rast gelmemek, Türkiye gerçeğinden bigane kalmak elbette mümkün değil.
Sabahın beşi bile olsa, içinde hep beraber boğuştuğumuz bu güzel ülkeyi analiz
etmeye çalışanların ateşli konuşmaları sürgit devam etmekte. Türkiye’de kimse
masum değil. Herkesin bir açığı var. Herkes, gözünü ötekinin açığına dikmiş
durumda, ötekinin açığını ne kadar çok dillendirirse kendi kıçındaki yırtığı
kimsenin görmeyeceğini vehmediyor. Bu ülkede herkesin tenceresinin dibi kara. Anladım
ki, bu ülkenin her ferdi esaslı bir ahlak eğitiminden geçmedikçe iflah olmamız
imkansız. İyi de bu eğitimi kim verecek?
Televizyonu kapattım. Evden çıktım.
Pazar sabahı ama yine dükkanda yapılacak iş var, çok şükür. Trabzon’da bu sabah
anlatılmaz güzel. O kadar güzel ki, acaba sahile insem mi diye bile aklımdan
geçirdim. Şifayı kapmaktan korktuğumdan denize uzaktan bakmakla yetindim. O
bile yetti, içimin yaşama sevinciyle dolması için. Anladım ki, hayat sabahları
çok güzel.
İktisat ve Çeko Bölümü öğrencileriyle dönemin son Ticaret Hukuku dersi.
(28 Aralık 2013 - Cumartesi, HUK 302)
Öğrenmek pekala mümkündür ama öğretmek
mümkün müdür, bilmiyorum. Bildiğim şu ki, öğretmek mümkün olsa da olmasa da,
öğreten kendini kandırarak sanki öğretmek mümkünmüş gibi çaba içinde olmalı. Nasılsa öğretmek mümkün değil dememek lazım. Asıl öğrenilen ve öğretilen belki de hayat boyu “çaba” içinde olmanın gereği. Bu çabaya rağmen
öğretmek yine de mümkün olmayabilir, sınıfta beyan edilen bilgiler öğrencinin zihninde
bir karşılık bulmadan pencereden havaya toza karışabilir. Böyle bile olsa,
belki “çaba”nın kendisi, belki “üslup”, belki “yaklaşım” öğrencide karşılık
bulmuş olabilir.
Yıllar önce bir vadi’ye deneme
tadında yazılar göndermekteydim. İlk yazımın başlığı, hala hatırımdadır, “Özgürce
Yazabilmek” idi.
Bu önemsiz girizgahı şu lafı
edebilmek için yaptım:
Yazı, insanın duygusunu, düşüncesini,
hayallerini, hayal kırıklıklarını, kendisini, hayat algısını aktarma aracı. Bu
aracın amaca uygunluğu ise, yazanın özgür olmasına bağlı. Yazan özgürse, yazı
samimi ve sahici bir hal alıyor. Yazanın özgürlüğünün önündeki birinci engel, “yazdıkları
karşılığında para alması”. Para için yazmak elbette ayıp değil. Ama ana amaç
para kazanmak olunca, yazanın kaleminden yazmak istedikleri değil, kendisinden
yazılması istendikleri dökülüyor, yani nabza göre şerbet veriyor. Bu bir.
İkinci engel ise, “okunmak”. Bu nokta ilginç. Her yazan okunmak ister, okunmak
için yazar. Oysa okunmak, yazanın özgürlüğünü kısıtlayan en büyük engeldir. Çok
okunan değil, az okunan hatta hiç okunmayan yazanlardır asıl “özgür” olan.
Okunduğunu bilen yazan, yazarken rahat olamaz zira. Okuru hesaplayarak yazı
yazılmaz, yazılsa da içten olunamaz.
O şehirde muhafazakarlık, düşünerek
kabullenilmiş, özde sindirilmiş bir hayat algısı değil de; nesilden nesile
geçen bir alışkanlık. Başka türlü bir hayat tasavvuru olmadığı, olamadığı için
sürgit devam eden gelenekler bütünü. Böyle olduğu içindir ki, kendisini en çok özde
değil, şekilde gösteren hamlıklar topağı. O şehirde muhafazakarlık, bir şemsiye
kimlik. Altına girmese yok olacağını zanneden insanları vehimlerinden geçici
bir süre kurtaran bir sığınak. O şehirde muhafazakarlık, zorunlu bir maske. O
şehirde muhafazakarlık, insanların birbirini içine çektikleri, çıkmaya
çalışanları zorla aralarına aldıkları kaynayan bir kazan. O şehirde muhafaza
edilen, aslında güdük bir ömür; başka bir hayat algısına kapı aralayan her tür
düşünce ve duyguyu düşman belleyen dışa kapalı bir toplum. Bu yüzden o şehirde
başkaları cehennem. Hele “araf” oluru, idraki imkansız bir hayat sahası.
O şehirde barış ve savaş iç içe. O
şehrin düğününde cenaze, cenazesinde düğün havası koklamak mümkün. İnsanların
görece sakinliklerin altında, her an kavgaya, laf dalaşına hazır olduklarını
gösteren bir potansiyel mevcut. O şehirde ipler aslında kadınların elinde. Bu
yüzden, cansız hayata can katmanın en kullanışlı ve en ucuz aleti “laf”. Kapalı
bir kutu içinde vakit nasıl geçer? Eğer, dışarı çıkma ümidin yoksa seni manevi
açıdan doyuran bir işin, bir meşgalen, bir sanatın, bir merakın, bir hedefin de
yoksa kapalı bir kutunun içinde ne yaparsın? El-cevap: Başkalarıyla kavga edersin.
Kendi içinde barış olmayan her insan, kavgasını mutlak dışarı taşırır. İçindeki
boşluğu söz kavgasıyla, ağız kavgasıyla yani “çekişerek” doldurur; o da
yetmezse “vuruşarak”. Malumdur, tabiat boşluk kaldırmaz.
O şehir soğuk. Belki insanlar bu
yüzden bu kadar huzursuz. Donmamak için, biraz ısınmak için, kendi kısır
hayatlarını az da olsa renklendirmek için anlamsız bir laf savaşının neferi
olmaya can atıyorlar. Ancak savaşırken yaşadıklarını var sayıyorlar. İç barış, donmakla
ölümle eşdeğer.
O şehir her geçen gün biraz daha
ıssız. O şehirde tanıdıklar ya yaşlanıyor ya da bir bir eksiliyor. Babaannem,
eniştem derken dayım. Sıradaki kim?
O şehir orada, ben buradayım. Şimdilik
elbette. Er ya da geç ulaşacağımız son durağımız yine o şehirde: Yukarı Tekke
Mezarlığında.
Müzikten anlamam. O kadar anlamam
ki, arka arkaya Beethoven’ın 9. Senfonisi ile Ankaralı Namık’ın Dar Geldi Sana
Angara’sını dinleyip, ikisini de beğendiğimi söyleyebilirim. Laf aramızda kimse duymasın, gerçekten
ikisini de beğenirim. Müzikten anlamam derken ifade etmek istediğim, birincisi
rafine bir müzik beğenisine sahip değilim, konu müzik olunca mezhebim, dinim,
partim, ideolojim yok; ikincisi ise müziğin tekniğini (nota, enstrüman vs.) bilmem.
Müzikten anlamam ama müzik dinlemeyi
severim. Müzik dediğimiz, tabiatta dağılan biçimsiz seslere biçim verme arayışı
değil midir? Sesler nasıl dağınıksa, insanın ruh hali de bir o kadar dağınık. Her
insanın içinde en hayvani arzular ve en ulvi duygular birlikte at oynatıyor. “İnsan”,
insan olmaya çalışan bir hayvandır sonuçta. Hamurumuzda hayvanlık var ama
aklımız sayesinde ulaşmamız gerekenin insanlık olduğunu fehmediyoruz. O yüzden
bu kadar karmaşığız. Böyle olunca, tabiatta bulunan dağınık sesler, bazen
hayvan kalmış yanımızda, bazen de insan olmaya çalışan yanımızda rağbet buluyor
ve biz dinlediğimiz müziği beğendim diyoruz. İki sabitsiz bir yerde kesişince,
insan dinlediği müzikten zevk alıyor, ötesi laf-ı güzaf. Anlamamak, sevmeye
engel değil; işin hülasası bu.
Bu yıl, kendimle baş başa kaldığım
anların çoğunda, H 309’da, evde, arabada hep müzikle iç içeydim. İnternet
sağolsun, istediğin şarkı, türkü emrine amade. İnsan istedikten sonra, dünyanın
en ücra köşesinde dinlenen müziğe ulaşması çok zor değil. Peki ben bu yıl bunca
çeşitlilik içinde ne dinledim. Sıralayayım.
1.Evvela, bu yıl, geçen yıl da olduğu gibi bol bol Neşet
Ertaş dinledim. Dinledim lafın gelişi. Doğrusu, “Neşet Ertaş söylerken ben diz
çöküp ders aldım” demek daha doğrusu. Çünkü, Neşet Ertaş’a bir müzisyenden çok,
“alaylı alim” gözüyle bakıyor ve öyle seviyorum.
2.TRT Müzik, yüzlerce televizyon kanalı içinde, en çok
durakladığım kanaldı bu yıl. Bir yerde yazmıştım, TRT Müzik hariç, bütün
kanalları tek tek televizyon hafızasından silsem zarar etmiş olmam.
3.Seksenli yıllardan kalan her şarkı yüreğimi titretmeye
devam etti bu yıl. Yine ısrarla Ümit Besen, Ferdi Özbeğen, Coşkun Sabah, Ferdi
Tayfur, Müslüm Gürses, Neşe Karaböcek, İbrahim Tatlıses dinledim her fırsatta.
4.Bir de şu bizim Angaralılar var. Ankara yıllarımdan
kalma bir alışkanlık mı bilemem. Ne zaman dinlesem, bir daha dinlemek
istiyorum. “Hayatı tesbih yapmış sallayanları” da, “atara atar yapan Ankara
bebelerini” de, “Osman’a kaçmış Şaziye’yi de” seviyorum, ayıp değil ya.
5.Lakin hepsi bir yana, bu yılın beni dinleye dinleye
sarhoş eden şarkısı “Yaralı”dır. Bir şarkıyı arka arkaya, hiç mola vermeden tam
17 kez dinlediyseniz, tek başına bir büyük devirmiş gibi dünyaya bir hoş bakıyorsunuz.
Bengü'cüm, bari önümüzdeki
yıl böyle şeyler yapma be kuzum. Zaten yaralı yüreğimizi daha bir tarumar
etmenin ne gereği var?
Yolda Kadırga FM’i dinliyordum. Niyeyse birden aklıma geldi.
Havaalanının önünden geçmekte idim, yoldan gözümü almadan sağ yanımda uzanan denizin
maviliğinin tadını da çıkarıyordum. Düşündüm ki, tamam dünya yalan hayat güzel.
Gelgelelim, burada sanılanın aksine bir paradoks yok. Hayatın güzelliği aslında dünyanın yalan
olmasında. Yani dünya yalan olduğu için aslında hayat güzel. Hep bu oyun, bu
oyalanma, bu anlık mutluluklar ve mutsuzluklar, bu bir yerde sabit kalamama, bu
baş döndürücü hız hayatı güzel kılan dünyanın cilveleri. Dünya gerçek olsa
hayat böyle ışıl ışıl, canlı, renkli olmayacak. Dünya gerçek olsa, hayat
cansız, yavan, kuru olacak. Aslında güzeli güzel kılan da yalan olması. Yalan
ve güzellik, bir madalyonun iki yüzü. Biri diğerini tamamlıyor. Aşk da öyle:
Bir yanılsama ama yaşanması gereken bir duygu.
Düşünceler beynimde akarken uzakta kırmızı ışığın yandığını
fark ettim, yavaşladım ve tam lambanın önünde durdum. Aniden düşünce trafiğim
de durdu. Arkası gelmedi.
Yıl bitene kadar her gün bir "en"i yazmaya niyetim var. Girizgah niyetine şu notu düşeyim: 2013 gerçekten güzel bir yıldı. Çabanın ve iyimserliğin içinde harmanlandığım hızlı ve yoğun bir yıldı. En az 2012 kadar, hatta ondan bile iyiydi. 2011'in de gözümde büyütmemeyi başarabildiğim nice sıkıntısına rağmen farklı ve kendine özgü güzellikleri vardı.