31 Mart 2013 Pazar

Ben Askerdeyken…




Anadolu erkeği için askerlik “ocağı” kendini ispatlama yeridir. Askerliğini yapmayana kız verilmez, çünkü henüz “erkekliğini ispatlamamış” gözüyle bakılır. İlk gurbettir askerlik, anadan-babadan ayrı geçirilen ilk günlerdir; otoriteyle (=devletle) ciddi anlamda ilk tanışılan, boyun eğmenin, itaat etmenin, güç karşısında ezilmenin ne olduğunun öğrenildiği ilk yerdir. O yüzden Anadolu erkeği biraz çekingen, güç karşısında susan, boyun eğen, isyan etmeyen, kendisine verilene razı olan, adını tam koyalım  “pısırık” bir yapıya sahiptir. Anadolu kadını ise, askerlik yapmadığı için olsa gerek, daha ataktır, daha cevvaldir, daha girişkendir. Erkek, askerde devletin düzeni bozulmasın diye itaat etmesi gerektiğini öğrenir; askerden gelir, evlenir, bu kez de karısına itaat eder, evlilik düzeni bozulmasın diye.  Kim ne derse desin, Anadolu’da evi yöneten kadındır. Erkek, zurnanın son deliğidir.

Askerlik, devlete bağlı olmanın esaslarının belletildiği bir hizaya sokma aracıdır aslında. Erkek belleğinde silinmez izler bırakır, orada geçen her gün. Erkeğin bir ömür boyu askerlik anısını anlatması da bundandır; askerlik günleri silinmemecesine kazınmıştır belleğine çünkü. Hep askerlikten dem vuran erkekleri, kadınların anlamaması kadar doğal bir şey olamaz. Yapmayan elbette bilmez. O travma tezgahından geçmeyen için askerlik anıları, bitmez tükenmez bir laf salatasıdır.

Bir yıl önce tam bugün askerliğimin son günüydü. Çakma bile olsa “teğmenliğimin” son günü. Aslında 8 Mart’ta fiilen askerliğim bitmiş ve Trabzon’a dönmüştüm, fakat resmi olarak askerliğimin bitmesi için Mart ayının bitmesi gerekiyordu. 1 Nisan 2012 Pazar günü kendimi hayli “çıplak” hissettiğimi anımsıyorum. Sanki 40 yıllık askermişim de, rütbelerim sökülmüş gibi tuhaf bir psikoloji sarmıştı her yanımı. Askerliğe çok mu alışmıştım, askerliği çok mu sevmiştim bilmiyorum. Fakülteden mezun olduktan sonra, yüksek lisans-doktora derken, hep büyük bir sorun olarak yaşadı askerlik kafamın içinde. Nihayet askere gitmeye kesin karar verdiğimde 36 yaşındaydım, 15 yıllık evliydim ve 3 çocuk babasıydım. O yüzden korkarak, çekinerek gittim askerliğe. Zaman zaman “askerlik ortamı hiç bana göre değil” dediğim de oldu fakat öyle sanıyorum ruhumun bir yanı askerliği çok sevdi. Her asker gibi ben de “gün saydım”, hatta mahkemedeki bilgisayarda “şafakmetre” bile vardı, askerliğin bitmesine kaç gün, kaç saat, kaç dakika kaldığını her an gösteren… Fakat, şimdi anlıyorum ki, insan ne kadar sızlansa da, şikayet etse de, ah bir bitse dese de, içten içe seviyor da o ortamı. “Stockholm sendromu” denilebilir mi buna bilemem.

Son gün, 8 Mart 2012 Cuma günü, her zamanki gibi sabah saat sekizde mahkemedeydim. Son günüm olduğu için sivil giyinmiştim, hatta son hafta hep sivil giyinmiştim, binbaşının müsamahakâr tavrı nedeniyle. Sabah, her zamanki gibi “toplantı” yapıldı. Bu “toplantı” geleneği hakkında birkaç kelam etmek lazım. Benim görev yaptığım mahkemede, her sabah, muvazzaf subaylar ve benim gibi askerliğini yapmakta olan yedek subaylar, bazen odalardan birinde, eğer hava müsaitse kameriyede toplanır ve yaklaşık bir saat kadar, çaylar, kahveler eşliğinde sohbet ederlerdi, yani “toplantı” dediğim “çaylı sohbet” idi. Bu toplantıları bir yönüyle hiç sevmezdim, çünkü nedense orada asosyalliğim tutardı, pek az konuşurdum, sıkılırdım, bir an önce bitse de dosyaların başına dönsem, iş yapsam derdim içimden. Bir yönüyle ise, bu toplantı geleneğini kurumsal açıdan çok gerekli, çok faydalı ve çok insani bulur; orada olmaktan zevk de alırdım. Bir kurumda birlikte çalışan insanlar arasında, çalışma verimini, hadi bu meseleye kapitalist bir bakıştır deyip çalışma veriminden vazgeçeyim, dayanışma duygusunu, bilgi ve görgü alışverişini, acılara birlikte katlanma, mutlulukları birlikte paylaşma hasletini artırdığı için; bu toplantıları çok da “insani” bulurdum.

O gün toplantıda olağandışı bir durum yaşanmadı, sanırım her zamanki gibi sakin ve sessizdim. Toplantı bitti, herkes odasına dağıldı. Ben de bir köşeye çekildim. Saat onbir gibi artık veda etmenin zamanı gelmişti. Binbaşının odasına girdim. Bir binbaşı misafiri vardı odasında. Anladı veda için geldiğimi. “Hüseyin otur, az bekle” dedi. Boş koltuğa oturdum. Misafiriyle olan konuşması az sürdü ama orada o konuşmanın bitmesini beklerken, ben her şeyin bittiğini, mahkemedeki son günüm olduğunu, bir an denilebilecek bir zaman içinde aniden kavradım ve içime birden hüzün çöküverdi. Nerdeyse ağlayacaktım, iki binbaşı kendi arasında konuşurken. Binbaşıyla vedalaşıp çıktım odasından.  Ve ben tek tek odaları dolaşıp veda etmeye başladım. Nerde ilk koptum hatırlamıyorum ama artık kime sarılsam ağlıyordum. O sırada mahkemeye gelen avukatlarda şaşkınlıkla bana bakıyorlardı. İki kattan ibaret mahkeme binasındaki tüm odaları tek tek dolaştım; ağlamaktan kimseyle doğru dürüst vedalaşamadım bile. Sonra bahçeye çıkıldı. Terhis olan her askere yapıldığı gibi, bir de bahçede son bir veda ve birkaç veda fotoğrafı… Yanımda, beni yolcu edecek olan dostum Fahri ile beraber, yine ağlaya ağlaya uzaklaştım mahkemeden…

Neden bu kadar ağladığımı sonra çok düşündüm. Bunun tek bir izahı vardı: Sevmiştim… Mahkemeyi, askerliği, üniformayı, dosyalarla uğraşmayı, işleyen bir çarkın içinde önemi tartışmalı da olsa bir yer işgal etmeyi, bir dosyanın tekemmül etme sürecini, her birine “abi” dediğimiz komutanları, mahkemedeki sivil memurların canayakınlıklarını, benle aynı kaderi paylaşan yedek subay arkadaşlarımı ve elbette erleri… Acılar, sıkıntılar yok muydu, elbette vardı. Demek ki, tatlısı acısından daha ağır basan bir askerlik yapmıştım. Bu kadar gözyaşının başka izahı olamaz.

Askerlik anıları pehlivan tefrikası gibidir. Ufak bir anı, her yazışta, her anlatışta balon gibi şişirilir, bir türlü bitmek bilmez. Bitmek bilmez ama bir yerde bitirmek de lazım…

Rahat!...

Hüseyin Cem ÇÖL
31 Mart 2013 – Pelitli 

30 Mart 2013 Cumartesi

Cin Ali Hayatı Öğreniyor...



- Nerden çıktı şimdi bu ticari vekil?
- Gece, birden aklıma geldi işte. Hani olur ya çizgi filmlerde, birden lambalar yanar. O misal.
- İyi de bu iş birden lambaların yanmasıyla olacak bir iş mi? İnceden inceye düşünmek, konuşmak, tartışmak lazım değil mi?
- İyi de kimle? 
- Haklısın kimle. Herkes kendi derdinde.
- El almak lazım geldiğini ben de çok iyi biliyorum. Lakin elini uzatan olmayınca, artık bu yaştan sonra el dilenecek değilim ya. Biraz araştırma yaptım. Bu hamurdan ekmek çıkar sanki.  Küçük adımlar ve adamlar gördüm bu yolu genişleten.  
- Sen katkıda bulunabilecek misin peki bu yol büyütme çalışmasına. Sen de küçük bir adamsın nihayetinde.
- Ne olduğumun farkındayım. Say ki, benim yapacağım da karıncanın hacca gitmeye niyetlenmesinden farksız. Elimden geleni yapayım, varsın desinler ki, bu da olmamış, ne gam. Bir kez öldük, bir daha ölürüz; ölmeye teşne değil miyiz? Hem bu kez tadını çıkara çıkara ölürüm hiç değilse?
- Ya vereceğin emek?
- Emek zayi olmaz. Hem başarmak demek, illaki netice almak değildir; çabalamak, gayret etmek, ümitvar olmak, üretirken tebessüm etmek ve tebessüm ettirmek de, az şey midir Allah aşkına?
- Elbette çok şeydir. Ama Cem’cim insanlar zarfa bakarlar, mazrufa değil.
- Zarf, başkalarının değer hükmüdür. Başkalarının değer hükmü beni bağlamaz. Başkalarının bana verdiği etiket değil, benim kendime verdiğim değer önemli. 
- Şimdi ne yapacaksın?
- Şimdi on üç sene önce bu işin nasıl yapılması gerektiğini kendi kendime nasıl öğrenmişsem, aynı yöntemle yeniden yola koyulacağım. Bu yol benim yolum olacak. Bir elimde kazma, bir elimde kürek önden ve yanlardan yolu genişleteceğim.  Genişletmek de yetmez, yolu herkesin kullanabileceği konfora da sokmak lazım. Çukurlar dolmalı, tümsekler törpülenmeli. Üzerinde salına salına, ferah-fahur gezmeye müsait olmalı. Yolda çalışmaktan yorulunca, yol kenarlarındaki çimenlere uzanmayı, gökyüzünün maviliğinde kaybolmayı da ihmal etmeyeceğim bu sefer. Güneş yüzümü yalarken tüm yorgunluğumu almalı ve beni yeniden yolda çalışmak için isteklendirmeli.  
- Madem kararlısın, hadi başla o zaman. Ne kadar erken başlarsan o kadar erken biter.
- Zaman rakibim değil ki. Zamanla yarışmıyorum, bir yarış da yok zaten ortada. Sadece çaba var, sadece gayret.  Aslolan emek, gerisi teferruat. 
- Bunu yaz bir kağıda da, müsait bir yerime asalım.
- Bu yolda beraber miyiz sen onu söyle?
- Elbette. Dört bir yanımla.
- O vakit BİSMİLLAH. 

Hüseyin Cem ÇÖL
30 Mart 2013 – Pelitli

28 Mart 2013 Perşembe

Eski Bir Günden Arta Kalan



“Yaşadığım her anı, günlüğüme yazmak zorunda mıyım? Evet, evi[1] tahtakurusu baskınına uğradığı için, sabahleyin Ahmet[2] ilaçladı. Bu yüzden ev darmadağın. Evet, Tunalı Hilmi’de, Esat, Tahran Caddelerinde, Sharton Otelinde, Karum Ticaret Merkezinde[3] dolaştım bugün. Evet, Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu[4] romanını okuyorum. Feride’nin çılgınlıklarını okuyorum, onu anlamaya çalışıyorum. Evet, Kurtuluş Parkında[5] maç izledim. Kızaran göğü seyrettim. Evet, Hacettepe Üniversitesinin sıcak ve sıvaşık kütüphanesinde[6]yim. Bunları yazmalı mıydım?”
8 Nisan 1996 – ANKARA


[1] Ev, Topraklık’ta, Kazan Sokak’ta, bir yokuşun ortasında, bir apartmanın birinci katında. Televizyonumuz yoktu. 24 Aralık 1995 seçimlerini izleyebilmek için, mühendislikten emekli olan evsahibimizin evine gitmiştik de, ödünç televizyon almıştık, stajer avukat İbrahim’le. Hatay’da, avukat şimdi.
[2] Evdeki iki öğrenci Ahmet’le bendim. Diğerleri hep stajer avukat ya da stajer hakim-savcı idiler. Fakülte bitince, Ahmet de, hakim-savcı sınavını kazandı. Trabzon Vakfıkebirli idi. Stajını yaptı, ilk atandığı yer Adana Düziçi Cumhuriyet Savcılığı idi. Erzincan’a ataması yapıldı ikinci kez. Erzincan’a arabasıyla giderken kaza yaptı, vefat etti. 1999 yılında. Evliydi, bir de kızı vardı. Allah rahmet eylesin.  
[3] Ankara’nın öte yanı beni hiç sarmamıştır. Pek az gezerdim Çankaya’nın görece zengin muhitlerini. O gün nasılsa yolum o tarafa düşmüş.  
[4] 8-9-10 Nisan 1996’da okumuştum Çalıkuşu’nu. Adeta dünya dışı bir yolculuğa çıkmıştım bu romanı okurken. Çok kitabın içine girdim, çok kitabın içinde yaşadım ama Çalıkuşu kadar beni dünyadan her zerremle koparıp alanı pek azdır.
[5] Kurtuluş Parkı; ev, fakülte ve Kızılay üçgeninin tam ortasında. Çok giderdim, çok severdim. Orada halı sahada maç yapanları izlemek de ayrı bir keyifti. Hava hep serin olurdu, hele akşamüzeri ise salınan ağaç dalları arasında gökyüzü hep maviyle kırmızının dansına başlardı.  
[6] Hacettepe Üniversitesinin kütüphanesi, “ineklerce” pek makbul bulunan bir mekandı. Özellikle sınav dönemlerinde, tıpçıdan çok hukukçuya rastlanırdı. Ve çok sıcaktı, çok çok sıcaktı. Hep sıcak bir yer olarak aklımda kalacak o kütüphane. 

Hüseyin Cem ÇÖL
28 Mart 2013 - H 309 

27 Mart 2013 Çarşamba

Hayat Devam Ediyor...



"Aşk, başka ne olsundu, hayatın mazereti..."
İsmet ÖZEL

Bazen iyi, bazen az iyi, bazen berbat, bazen kötü, bazen kötüden daha kötü, bazen az kötü, bazen fevkalade, bazen fevkaladenin de fevkinde, bazen ancak bu kadar güzel olabilir, bazen daha iyisi olabilirdi, bazen eh artık buna da şükür, bazen işte budur dedirtecek kadar her şey muazzam, bazen hiç olmadı bu şimdi, bazen olduğu kadar, bazen olanda hayır vardır eh ne yapalım, bazen gelecek sefere inşallah, bazen daha ne olsun, bazen içgüveysinden hallice, bazen neden ben, bazen iyi ki ben…

Sen ders anlatırken havalanmakta olan bir uçağın görüntüsü pencerenin birinden girer, diğerinden çıkar; işte o an bazenler silinir aklından, kaybolur, önemsizleşir…

Hayatın akmakta olduğu gerçeği, tüm siliklikleri, tüm acabaları, tüm kuşkuları, tüm belirsizlikleri siler süpürür.

Her zaman…

Hüseyin Cem ÇÖL
27 Mart 2013 – Pelitli 

Mim Kemal Öke Nerede?



Gece dersine daha dinç gireyim düşüncesiyle, akşamüzeri altı gibi, kanepeye uzanıp biraz kestirmiştim. Bir uyandım aklımda Mim Kemal Öke. Allah Allah! Nedir bu şimdi? Yıllar var ki, kendisini ekranda görmemişim. Demek ki, beden ve zihin gevşeyince, ne alaka denilebilecek her ne varsa hepsi birdenbire akla üşüşüyor.

Mim Kemal Öke, ilkgençliğimin o bol kitaplı, içine kapanık ama kendi içinde hayli zengin dünyasının saygıdeğer, lafı dinlenir, sözüne itibar edilir bir idolüydü. Kendisini dinlemekten, televizyonda seyretmekten, gazetede yazılarını okumaktan zevk alırdım.  Tarihçiydi Mim Kemal Öke. Ki ben, ilkgençliğimde tarihi ne çok severdim. Evde babamın kitaplığında tarih kitaplarının hatırı sayılır derecede çok olması, bu kitapların sayfalarını karıştırmaktan tarifsiz bir zevk alışım, ablamın tarih okuması, tarih öğretmenlerimin tarihe olan ilgimi her daim teşvik etmeleri, hepsi, bendeki tarih merakının ve sevgisinin artmasına sebep olmuştu. Bu merak ve sevginin, televizyondaki ve gazetedeki uzantısı ise Mim Kemal Öke idi. Say ki günümüzün İlber Ortaylı’sı.

Mim Kemal Öke deyince hafızama düşen ilk ışık; tok sesli, kalın bıyıklı ve epey seyrek saçlı bir görüntü. Sonra bu görüntü değişti: Mim Kemal Öke kendisinden beklemediğim bir iş yaptı, saç ektirdi, evet saç ektirdi. Seyrek saç gitti yerini gür saça bıraktı; bıyıklar da kesildi. Kendini tarihe vermiş bilim adamı tipi yerini, nerdeyse Yeşilçam jönlerine taş çıkartacak yakışıklı bir televizyon yıldızına bıraktı. Bir tek tok ses baki kaldı eski Mim Kemal Öke’den. Sesden gayrı her şey silindi gitti. “Haydi Bastır” diye bir yarışma programı bile sunduğunu bile hatırlıyorum, o bir zamanların ağırbaşlı tarihçisinin.         

O vakitler çok yadırgamıştım, sade ben değil bildiğim herkes bu değişimi yadırgamıştı. Şimdi elbette böyle düşünmüyorum; insan kendisine sunulan bu kısa ömrü en mutlu nasıl ve hangi biçimde geçireceğini düşünüyorsa, düşündüğünü başkalarının ne dediğine bakmaksızın yapmalı, yapabilmeli. Mim Kemal Öke’de kendisi için en uygun olanı yaptı, görünümünü değiştirdi, elbette bilgisi, birikimi yine aynı kaldı ama nedense görünümü değiştikten sonra “tarihçi” sıfatıyla pek az ekranlara çıktı.

Bir süre sonra ise…

Hepten ortadan kayboldu…

Epey var ki, onun izine rastlamıyorum; ne ekranlarda, ne gazetelerde… Kitapçı raflarında yeni bir kitabına da tesadüf etmiş değilim; eski kitaplarına da. Ankara’daki kadar kitapçı kitapçı gezebilme imkanım yok Trabzon’da ama yine de ender kitapçı gezilerimde hiç rastlamıyorum Öke’ye. Oysa Musul petrolleri üzerine yazdığı kitap, bir dönem ne çok ses getirmişti.


Akşam bir saat kadar uyuduktan sonra saat yedi gibi uyandım, uyku sersemliği içinde birden zihnime Mim Kemal Öke düşüverdi, uyku sersemliği geçmeden alelacele toparlanıp sınıfa gittim, ders anlattım, odama döndüm ve bu yazıyı yazdım.

Şimdi ilk işim, bu yazıyı bloga ekledikten hemen sonra, nette Mim Kemal Öke’yi aramak olacak.

Bakalım, bulabilecek miyim?

Hüseyin Cem ÇÖL
27 Mart 2013 – H 309 

26 Mart 2013 Salı

Milli Duyguya Bir Örnek Verin...



Sis'ler içindeki 
vadi yazılarından 
nasılsa nette kalabilmiş bir numune...

Geçen hafta bir yemek parasına birkaç düzine kitap satın almıştım Cebeci’deki bir sahaftan. Satın aldığım kitapların birkaçını da okumuştum.

Bugün akşamüzeri, işte bu “sadece bir” simit parasına denk düşen kitaplardan birini elime aldım okumak için. Abdullah Demir’in “Al Gülün Dikeni” isimli kitabıydı bu. Fıkralarla süslenmiş bir otobiyografi kitabı. Yazar Abdullah Demir bir mimar. Üslubu sıcak, samimi ve tatlı. Bir kez okunduktan sonra, bir kez daha okumayı istetecek bir kitap. Fıkralarla anlatılanların ilgisini kurmakta hayli güçlük çektim. Fakat, öyle bile olsa, araya serpiştirilen fıkralar, anlatımı daha bir güzelleştirmiş, bu kesin.

Kitabı henüz bitirmiş değilim. Hatta yarılamadım bile. Aslında kitap bittikten sonra bu tür yazıları yazarım ama bugün bir sebepten dolayı dayanamayıp kuralı bozdum. Çünkü kitapta yazarın, beni epeyce güldüren, hatta kahkaha attıran bir anısını okudum. Bu hoş anıyı da paylaşmak istedim.

1929 doğumlu yazar ilkokul öğrencisi olduğu dönemden bir anısını anlatıyor:

Yıl 1939. (…) Yurt bilgisi dersi o yıl okutuldu. Sınıfta milli duygu konusunu işliyorduk. Öğretmenim Hilmi Ercan, milli duyguyu; “Milletçe ağlanan, Milletçe sevilen şeydir” diye tarif etti.

“Hatay’ın Anavatan’a kavuşmasına milletçe sevindik, Ulu Önder Atatürk’ün Ölümüne milletçe ağladık.” diye örnek verdi.

Sınıfın göze batan öğrencisi olduğum için bir örnekte benden istedi: “Pazar günü bağda çalışan ırgatlarımıza azık götürürken, eşek ürktü düştüm, kafam yarıldı, ağladım” dedim.

“Milli duygu bunun neresinde?” dedi ve dayağı yedim. Sınıf ikincisi Ahmet’e, “şimdi de sen bir örnek ver” dedi.

“Cuma günü kurulan pazardan babam irişkik (sucuk) almış. Anam da onu çömleğe koyarak duvara asmış, boyum yetmedi, bir sopa ile çömleği düşürdüm. Çömlek kafamı yardı, ağladım” dedi.

Öğretmen Ahmet’i daha kötü dövdü.

(Abdullah Demir – “Al Gülün Dikeni”, Otobiyografi, Ankara, 1994, s. 12-13.)

Hüseyin Cem ÇÖL
2006 ? - ANKARA 

23 Mart 2013 Cumartesi

Yurtta Sulh Olsun...



Vefatının 40. yılında
SEVGİ, SAYGI, ŞÜKRAN
ve RAHMETLE...
Allah birdir Peygamber Hak
Rabbül alemindir mutlak
Senlik benlik nedir bırak
Söyleyim geldi sırası

Kürt'ü Türk'ü ve Çerkes'i
Hep Adem'in oğlu kızı
Beraberce şehit gazi
Yanlış var mı ve neresi?

Kuran'a bak İncil'e bak
Dört kitabın dördü de Hak
Hakir görüp ırk ayırmak
Hakikatte yüz karası

Binbir ismin birinden tut
Senlik benlik nedir sil at
Tuttuğun yola doğru git
Yoldan çıkıp olma asi

Yezit nedir, ne kızılbaş
Değil miyiz hep bir kardaş
Bizi yakar bizim ateş
Söndürmektir tek çaresi

Kimi ne çeker dilinden
Hem belinden hem elinden
Hayır ve şer emelinden
Hakikat bunun burası

Şu alemi yaratan bir
Odur külli şeye kadir
Alevi Sünnilik nedir
Menfaattir varvarası

Cümle canlı hep topraktan
Var olmuşuz emir Haktan
Rahmet dile sen Allah'tan
Tükenmez rahmet deryası

Veysel sapma sağa sola
Sen Allah'tan birlik dile
İkilikten gelir bela
Dava insanlık davası

AŞIK VEYSEL

20 Mart 2013 Çarşamba

19 Mart 2013 Salı

“Une Femme est Une Femme” : Elbette Öyledir



Öyle olan ne? İzah edeyim.

“Une Femme est Une Femme”, yani “Kadın Kadındır”, Fransız yönetmen Godard imzalı 61 yapımı bir film. İki erkek ve bir kadın arasındaki aşk üçgeni denebilir mi bu filme? Belki. Fakat, asıl mevzu aşk da değil gibi, kadın-erkek ilişkileri de değil, asıl mevzu kadının ne istediği.

Sinemadan da, kadınlardan da pek anlamam. Bu filmden kendimce bazı çıkarımlarım elbette oldu ama ne kadar doğru verilere ulaştığım tartışılır. Anladığım kadarıyla şunu diyor bu film: Kadınlar, her ne kadar aşk için yaşıyorlarmış gibi yapsalar da, aslında asıl gayeleri ne aşk, ne de erkek. Aşk sadece işin süsü, erkek ise basit bir araç. Amaçsa, sadece ve sadece anne olmak, yani çocuk doğurmak. Tek başına anne olunamayacağı için, mutlaka bu iş için bir erkek gerektiği için, tek düşünceleri “bir” erkeği sepetlemek. “Aşk” ise erkeğin gözünü boyamak, onu elde etmek için kullanılan bir tuzak. Erkek, bu oyunun müzmin salağı rolünde her daim. Sanıyor ki bana tapan bir kadın var. Varsın öyle sansın. Aldanmak da güzeldir.

Aslında “Kadın Kadındır” filmi, bu haliyle geleneksel kadın-modern kadın ayrımını da reddediyor; modern kadın yoktur, sadece kadın vardır ve kadın her yerde, her konumda aynı kadındır.

***

Ne keyifsiz bir gündü bu Pazartesi. Şükür ki bitti.

Hüseyin Cem ÇÖL
19 Mart 2013 – Pelitli 

17 Mart 2013 Pazar

Türkiye’de Hukuk Fakültelerinin Sayısal Görünümü




92'de sınava girdiğimde sayıları sadece 8 idi: Ankara, İstanbul, Marmara, 9 Eylül, Gazi, Selçuk, Dicle ve  Erzincan.

Şimdi 69 olmuşuz. 6'sı da kapıda bekliyor.

Hayır, ne münasebet şikayetçi değilim. Elbette sayıları artacaktı, artması lazım gelirdi, belki bu kadar hızlı değil ama yine de yerinde saymayacaktı. Hayatın olağan hızına tamamen uyan bir durum. Sürpriz yok. Aksi olsa şaşmak lazım gelirdi.

Daha çok laf kaldırır bu tablo, lakin ben şimdilik kısa keseyim.

Hüseyin Cem ÇÖL
17 Mart 2013 - H 309