14 Mart 2016 Pazartesi

(üşümüş, üzgün, ürkek ve masum)


Yıllar önce aldığım ve sadece bir hafıza kartı gibi kullandığım, bilgileri depoladığım bir gmail hesabım var. Eş dost pek bilmez. O yüzden buraya mail atan da pek olmaz zaten. Çok eskiden buranın sohbet programını kullanırdım. Sohbet edecek kimse kalmayınca gmaile pek az bakar olmuştum.

Bugün, malum tatsız bir gün, can sıkıntısından, ne var ne yok diye gmail hesabımı yokladığımda Ocak ayında gönderilmiş ve okunmayı bekleyen (üşümüş, üzgün, ürkek ve masum) bir mail buldum. Aklıma “Dar Alanda Kısa Paslaşmalar” filmi geldi. Yazılan ama okunmayan, okunamayan mektuplar. Okunmadığı için cevapsız kalan mektuplar. Elde kalan “yıllarca boş dükkana kira vermişiz” dedirten çaresizlik.

Sadede geleyim. Bilesin ki, mektup gönderilenin cevap yazmamakta bir kabahati yok. Çünkü mektup eline geç ulaştı. 

Şimdi bu mektubu (evet bu cevap mektubudur) Kafka gibi “her zaman senin” diye bitirmek isterdim ama ne ben Kafka’yım, ne de sen Milena.

Hüseyin Cem ÇÖL 

14 Mart 2016 – H 309

7 Mart 2016 Pazartesi

Panel Notları


1.      Panelin ilk çeyreğinde öyle bir uykum geldi ki, bir uyku ancak bu kadar gelebilirdi.

2.      Panelde okumak için yanıma Onur Caymaz’ın kitabını almıştım, yanlış yapmışım. Zaten ben son yıllarda şiir de sevmez oldum. Şiirsel, sembolik üslupla yazılan kitapları sevmediklerime hediye edesim geliyor.

3.      Bence konuşmacılar oturmasın, ne diyeceklerse ayakta, kürsüde salına salına desinler. Aslında en doğrusu hiç konuşmamak.

4.      Bu talebe milleti beni dinlerken ne biçim sıkılıyordur. İyi ki talebe değilim.

5.      Hibrit rejim nedir? Hibrit otomobille bir ilgisi var mı?

6.      En büyük başkan, bizim başkan.  

7.      Az ciddi olalım: İnsanoğlunun bütün arayışları kutsaldır, arayış içinde olmak doğal olduğu kadar zorunludur da. Acaba sistem arayışlarının temelinde toplumu daha iyiye ulaştırmak amacı mı yatıyor? Bu bir soru değil, ben de artık saf değilim. 

Hüseyin Cem ÇÖL

7 Mart 2016 – H 309 

23 Şubat 2016 Salı

Sarmalın İçinde


Sana anlatacaklarım var. Aylar önce “yazacağım, bekle”, dedim, yazmadım; ne zaman yazacak diye bekliyorsundur da sen şimdi.

Evimizin kapısı ile caminin kapısı birbirine bakardı. Sokak küçüktü, ben çok daha küçüktüm, o yüzden sokak bana dünya kadar büyük gelirdi. Yaz mevsimi olmalı. Camiye Kuran öğrenmeye gittiğimiz günlerden biri. Hocanın ya da müezzinin yokluğunda, artık kim akıl ettiyse, cümbür cemaat minareye akın ettik. Önce en haylazlar, sonra uydum kalabalığacılar, en son da çekingen ama gruptan ayrı kalmak istemeyen tayfa. Minareye çıkmak, nefes tüketen korku veren bir tecrübeydi. DNA sarmalı misali döne döne şerefeye ulaştık. Şerefeden mahalleye bakınan fazla oyalanmadan aşağı iniyordu, çünkü, şaka değil, minare yıkılmakla yıkılmamak arasında gidip geliyordu. Bir minarenin içinde irili ufaklı yirmi çocuk. Kimisi şerefede, kimisi nefes nefese yukarıya çıkmakta, kimisi aşağı doğru yuvarlanmakta.

Bu anıdan çıkarılacak hisse, elbette “minarelere asansör yapılmalı” değil.  

Hüseyin Cem ÇÖL

H 309 – 23 Şubat 2016 

1 Ocak 2016 Cuma

Mandalinadan Farkımız Yok


Gençken bir dünya tasavvurum vardı. Mandalinadan farkımız olduğunu, daha doğrusu mandalinadan üstün olduğumuzu sanıyordum, sanmıyordum da bu tasavvur daha hiçbir şeyin farkında değilken, aniden üzerime boca edilmişti ve ben gerçekliğin başka türlü olabileceğini aklıma hiç getirmemiştim.
Bir mandalina yiyeyim de yatayım artık. Geç oldu.

Hüseyin Cem ÇÖL

1 Ocak 2016 - Pelitli

16 Aralık 2015 Çarşamba

Dönüş Yolunda Sis Bastı Her Yanı


Dalida ağlamaklıdan şen-şakrak tona geçip aşkını Porto Fino’da bulduğunu ilan etmemişken, Jacques Brel erkeklik onurunu ayaklar altına alıp “köpeğin olayım, gitme” dememişken, henüz John Lennon dinin olmadığı bir dünyanın olabileceğini hayal etmemişken, bunlardan önce, çok çok önce, ben limandan arabayı çıkarırken, işte o an, Vega “olmaz deme, belki olur bak, günün sonunda neler neler” derken, “aşk başlar YENİDEN kanımızda” lafı ateşli vücuduma ağır ağır işlerken, evet tam işte o an, yanıbaşımda beliriverdin en güzel fotoğrafınla. Ayırt etme gücümü kaybettiğim günlerdeki gibi, dünya içinde başka bir dünya kurmanın sarhoşluğuyla baktım sana. Gülümsedim. Aramızdaki muvazaa o kadar mutlaktı ki, değil üçüncü kişileri, kendimizi bile pekala aldatmış, var mı yok mu belli olmayan bir ilişkinin girdabına kendimizi kaptırmıştık. O anın sarhoşluğuyla klimayı açtım, arabanın içini cehenneme çevirdim, ibre üç rakamlarda istikrar bulmuşken kırmızı ışıklara daldım boğa gibi. Haksız fiil rengine bürünmeyen, bir tarafı sönük kalmış küçük masum suçlar irtikap ettim. Ne çok değiştiğimi zannederken, aslında hiç değişmediğimi, aslında kimsenin değişmediğini, sadece var olan durumun sıkıcılığından kurtulmak için o tapınılası insanoğlunun kendini aldattığını da, o an, gözümü yoldan çevirip senin gözlerine bakarken idrak ettim ama irademi beyan etmeye kendimde kudret bulamadım.   
*
Hadi ara beni.

Hüseyin Cem ÇÖL
16 Aralık 2015 – Pelitli

12 Aralık 2015 Cumartesi

Teşekkür ve Şükür Yazısı



Dün akşam dönemin son dersini yaptım. Bir teşekkür ve şükür yazısı yazmaya kendimi yükümlü hissediyorum. Vakit geç oldu. Uykum da var ama biliyorum ki, zaten uykum olsa da uyuyamayacağım. Boşuna yatakta debelenmektense, yazmak, yazarak geceyi geçirmek en doğrusu.

Dün akşam dönemin son dersini yaptım ve dönemi kendi açımdan tamamlamış oldum. Bundan sonrası, ödeviyle, sunumuyla, finaliyle, bütünlemesiyle öğrenciye ait. Artık öğrenci düşünsün. Top benden çıktı. Rahatlıkla söyleyebilirim ki, keyif aldığım, mutlu olduğum bir dönem geçirdim. İşimden keyif almayı önemsiyorum, çünkü benim için başarının anlamı sadece keyif almak, mutlu olmak; varolduğum anı kişiliğime en uygun tarzda tüketmek. Keyif aldığım bir dönem oldu, o halde başarılıyım, o halde var olduğum anları kişiliğime en uygun tarzda tükettim, bu kadar basit. Kariyer merdivenlerini tırmanıp mutsuz bir adam olmaktansa, akademik kariyerin en altında kalıp işini mutlulukla yapmayı daha doğru buluyorum.

Özetle, bu dönem iki dersim vardı ve her ikisini anlatmak için çabalamaktan keyif aldım. Bu keyfin üç müsebbibi var. Üçüne de ayrı ayrı teşekkür etmezsem haksızlık etmiş olacağım. Bu yazı işte bu teşekkürün ifadesi.

Birincisi, fakülte yönetimine teşekkür ediyorum.

İkincisi, asistan arkadaşlara.

Üçüncüsü de, öğrencilere.

Fakülte yönetimine teşekkür etmemim sebebi, bu dönem üzerime az ders yükü yüklemeleri. Böylece, hem birlerle, hem üçlerle daha uzun soluklu, daha geniş, konuları aceleye getirmeden, daha yavaş ders işleme imkanı bulabildim. Nerdeyse her hafta, her iki sınıfla da ek ders yapabildik. Böylece konuları, biraz daha bol örnekle, pratik çalışmalarla ve ayrıntılı inceleyebildik. Eğer ders yüküm bu kadar az olmasaydı, ek ders yapma imkanımız asla olmayacaktı. Daha da önemlisi, ağır ders yükü altında ezileceğimden, var olan derslere de yorgun, bitkin girecektim, bu da ders verimini daha da düşürecekti.

Şu ders yükü meselesini biraz açmalıyım. Çünkü bilen biliyor ama bilmeyen beni çok üzüyor.

2010 yılının Temmuz ayında Trabzon’a geldiğimde, ders anlatma tecrübem neredeyse hiç yoktu. Fakat, tüm deneyimsizliğime, hatta cehaletime rağmen, ders anlatmayı çok istiyordum. Çünkü akademisyen olma hayallerim suya düşmüştü, hiç değilse iyi bir ders anlatıcısı olayım ve bununla ömrümü tamamlayayım istiyordum. Kenarda köşede kalayım, bana az iş versinler, ben de kendimi fazla yormadan yaşayıp gideyim diye bir derdim asla olmadı. Bütün derdi bu olanları da hiç anlamadım. Çalışmak, insanı hem diri tutuyor, hem de hayatın hakkını verdiğini hissediyorsun. Maaşımı alırım, gerisi beni ilgilendirmez anlayışına hiç sahip olmadım. 2010’dan bu yana, elimden geldiğince fakültenin işleyişine katkıda bulundum, sorunun değil çözümün parçası olmaya çalıştım, asla görevden kaçan biri olmadım.

2010’un Eylül ayında dersle başlamadan hemen önce, o zamanki dekan hocamız bana “Medeni mi anlatmak istersin, yoksa Borçlar mı?” diye sormuştu. Uzun boylu düşünmeden “Borçlar” demiştim. Erbabı bilir, özel hukukun gözbebeği Borçlar’dır. Özel hukuk dersleri içinde kafa açan, hukuk nosyonu kazandıran, problem çözmeyi öğreten asıl ders Borçlar’dır. Borçlar anlatmayı hep sevdim, hatta Medeni ve Ticaret anlatırken bile, çoğu konuda Borçlar’a dalış yaptım, öğrenci ne kadar farkında bilemem ama çoğu Medeni ve Ticaret dersinde ben hep Borçlar anlattım. Bu hem zorunluluktu, hem de Borçlar anlatmayı sevdiğim için keyfim öyle istiyordu. Oysa o yıl Borçlar’ı severek, isteyerek tercih etmeme rağmen, ders bana bir boy büyük geldi ve dersin ağırlığı altında ezildim, bocaladım. Eğer sadece Borçlar dersi üzerime yüklenseydi, belki yine bocalardım ama daha az bocalardım. Fakat, Borçlar’ın dışında Ticaret, İş Hukuku, Hukuka Giriş derslerini, değişik yerlerde ve saatlerce anlatmak yükünü üstlenmek zorunda kaldım. Polis Okulunda, Metalurji Mühendisliğinde, İİBF’de derslere girip çıkmaktan, o çok sevdiğim Borçlar dersini hakkını vermek mümkün olamadı. Yani bir koltuğa iki değil dört karpuz sığdırmak zorunda kaldım ve tüm çabama rağmen hiçbir ders, en çok da Borçlar dersi, hayal ettiğim seviyenin çok altında seyretti. Bir dönem bittiğinde kendimi başarısız hissettim.

Sonraki bir yıl askerlik ve yeniden Trabzon.

Ağır ders yükü hiç değişmedi. Haftada 35-40 saat ders anlattım. Şikayet ettiğim de oldu, olmadı değil, fakat şikayetle bu işin değişmeyeceğini kanıksadığımdan, var olan durumu en iyi şekilde değerlendirmeye çalıştım. İki hedefim vardı: Ders anlatmaktan hep keyif almak ve ne olursa olsun öğrenciye faydalı olmak. Ders yapmaktan keyif aldıkça, öğrencinin de dersi sevdiğini ve ifade ettiklerimin anlaşıldığını sezdim. Bu beni çok motive etti. Aşırı çalışmaktan yorgun düştüğüm çok an oldu. Aşırı çalışmak, uyku düzenimi de bozdu. Çoğu zaman ders, -ne tuhaf-, bittikten sonra da kafamın içinde kendini anlatmaya devam etti. Bu hafif şizofrenik halet-i ruhiyeyi sevdim. Küçük çaplı bir delilikti bu aslında (ve hala devam etmekte, bitmiş değil). Fakat, bundan kaçış nasıl olsun. Sabah ders, öğleden sonra ders, akşam ders, hafta sonu ders... Hayat dersten ibaret olunca, ders dışı anlarımda bile, beynimin içinde, hayali öğrencilere ders anlatmaya devam ettim.

Dersle ilgim sadece ders zamanlarına, güz ve bahar dönemlerine mahsus değildi. Yaz tatillerim de hep derslerle meşgul olmakla geçti. Derste anlattığım konuların daha iyi kavranması için sürekli ders slaytı hazırladım ve her yıl bu slaytlarımı gözden geçirerek, daha açık ve anlaşılır olması için gayret ettim. Ders slaytlarıma verdiğim emeğin en büyük tanığı, galiba, Göksel Kırtasiye’nin sahibi Selahattin Bey’dir. Ona da bu vesileyle teşekkür ediyorum. Son beş yılda, bana, belki farkında, belki farkında değil, çok katkısı olmuştur.

Lafın kısası, son beş yıl ağır ders yükü altında ezilmeden ayakta kalmaya çabalamakla, buna rağmen işimden keyif almak için ve öğrencilere faydalı olabilmek için uğraşmakla geçti. Keyif alma amacıma ulaştığımı söyleyebilirim, tek tük keyif bozan vakaları dışta tutarsak, son beş yıl, güzel geçti, çok güzel geçti. Peki öğrenciye faydalı olabildim mi? Belki evet, belki hayır. Zaten kimse kimseye bir şey öğretemez, ancak öğrenmesine yardım edersin. Ben sadece “çaba” gösterdim. Elimden gelen sadece bu oldu. “Çaba”mı gören talebe, benden bir şey öğrenemese bile, çabamdan ötürü bana saygı duydu ve beni sevdi. Ben de onları çok sevdim. “Çaba”mı görmeyen, göremeyen birkaç kendini bilmezi ne affettim, ne de affederim.  

Eğer daha az dersim olsaydı, özellikle kendi fakültemin öğrencilerine daha çok katkıda bulunacağımı aklımdan geçirirdim. Bu yıl nihayet, aklımdan geçeni uygulama imkanım oldu. Fakülte yönetimi beni İİBF’nin koridorlarında gezinmekten kurtardı ve bana sadece iki dersin sorumluluğunu verdi. Böylece haftada 35-40 saat ve sabah-öğle-akşam ders anlatmaktan kurtulup, sadece kendi fakültemizin öğrencileri ile ilgilenmek imkanı bulabildim. Zaman bana kalınca, rahatça ve geniş geniş ders yapmak, yetmeyince ek derslerle takviye etmek mümkün olabildi. Postacının, haftasonu tatilinde şehri dolaşması gibi, bana arta kalan zamanı da yine derslerle doldurarak geçirdim. Böylece, hem aldığım keyif arttı, mutlu oldum; hem de nicedir hayalimde olan kendi fakültemizin öğrencileriyle daha yoğun ders yapma amacımı da gerçekleştirmiş oldum.

Lafı uzattım, hemen bağlayacağım. Fakülte yönetimine teşekkür ettim, beni İİBF koridorlarından kurtarıp, zamanımı HF amfilerine ve sınıflarına tahsis ettiği için. İkinci olarak, asistan arkadaşlara da teşekkür ediyorum. Çünkü, İİBF’deki dersler onların çabalarıyla yürütüldü, benim bir dahlim olmadı. Onların her biri de, en az benim kadar, belki daha fazla ders anlattılar. Eğer onlar olmasaydı, ben bu dönemde anlattığım dersin 4 katını anlatmak zorunda kalacaktım. İş başa düşünce haftada 40 saat de, 45 saat de anlatılıyor. Fakat, arzu edilen hedefi tutturmak mümkün olmuyor. Sabah İcra, öğleden sonra Medeni, akşam Ticaret, ertesi gün Borçlar diye diye dersler geçiyor, sonra beden iflas ediyor, ne sen dersten keyif alıyorsun, ne de öğrenci dersten verim alıyor. Eğer, bu dönem asistanlar ders yükümün önemli bir parçasını üstlenmeselerdi, ben bir şekilde dersleri kör-topal yürütürdüm, ancak birkaç kendini bilmezin haksız ithamlarına yine maruz kalırdım ve şu yazdığım teşekkür yazısını kesinlikle yazıyor olmazdım.

Dönem bitti, güzel bitti, fakülte yönetimine ve asistanlara teşekkür ettim ama en çok öğrencilere teşekkür ediyorum. Özellikle de birinci sınıflara. Tüm okullar “öğrenci” için var. Öğrenciyi dışta bırakırsanız, geri kalan her şey, binalar, memurlar, hocalar, kampüsler hatta kitaplar anlamını yitirir. O yüzden, hedefte mutlaka öğrenci olmak zorunda. Öğrenme ve öğretme, heyecan istiyor. Daha doğrusu öğrencide ve öğretende heyecan olmazsa, dersler kuru, yavan ve tatsız geçiyor. Birinci sınıflara her ders anlatmaya girdiğimde, öğrencilerin yüzünde öğrenme heyecanına tanık oldum. Bu heyecan, seneye -ne yazık ki-, azalacak biliyorum. Bu heyacanı uzun süreli kılmak, hatta fakülte bitene kadar muhafaza etmek biraz da bizim elimizde. Ben, elimden geldiğince onların heyecanını üst seviyede tutmaya çalıştım. Onlar da benim bu çabama, derslerime katılarak, derslerime aktif katılarak, soru sorarak, öğrenme kanallarını açık tutarak ve bunları yaparken de, en ufak bir saygısızlıkta bulunmayarak, benim keyfimi bozmayarak karşılık verdiler. Onların hukuk mesleğine iyi bir adım atmaları için karınca kararınca çabaladım. Umarım faydam olmuştur, umarım faydam olmaya önümüzdeki yıllarda da devam eder.        

Son olarak, ilişkimiz her ne kadar gel-gitli olsa da, Allah’a da şükrediyorum. Son beş yıldır derslerle yatıp derslerle kalktığımdan ailemi, eşimi, çocuklarımı ihmal ettim. Buna rağmen, büyük kızım da, oğlum da –benden pek de destek görmeden gösterdikleri- başarılarıyla beni gururlandırdılar. İlkokula bu yıl başlayan küçük kızımın da ablasının, abisinin izinden gideceğini seziyorum. Demek ki çocukların içinde var, benle ilgisi yok. Eve ekmek getirmek dışında, onların eğitimleriyle çok fazla ilgilenmediğim, ilgilenemediğim halde, eşimin de benim de yüzümüzü ağarttılar. Bana, anlayışlı-fedakar bir eş; tanıyan herkes tarafından övülen, takdir edilen çocuklar nasip ettiği için, Allah’a da şükrediyorum.

Herşey yalan, aile gerçek. Vesselam.

Hüseyin Cem ÇÖL
    12 Aralık 2015 – Pelitli  

23 Mayıs 2015 Cumartesi

Sol Yanım Ağrıyor


Saatlerce GÜLLÜ dinleyebilirim.
Saatlerdir GÜLLÜ dinliyorum.
Yanında finger bisküvi ve yoğurt.
Canım finger bisküvi ve yoğurt çekti.



Hüseyin Cem ÇÖL
23 Mayıs 2015 - Erzincan

21 Mayıs 2015 Perşembe

Unutursam Fısılda : Hayat Güzeldir...


20 Mayıs 2015 - Çarşamba / Sunum Hatırası.

Daha izlenecek çok film var. Daha dinlenecek çok türkü. O ağaçlıklı yoldan daha nice yürünecek, ılık akşamların tadını çıkara çıkara… Sahil kenarında oturup çay içilecek daha nice akşam. Daha dökülecek çok ter var. Öğrenmenin heyecanının paylaşılacağı nice an var. Okunacak çok kitap var. Yapraklar arasında nice dünya var, anlaşılmayı, keşfedilmeyi bekleyen.   

Belki aşık olmak bile var kaderde yeniden, kimbilir.

Velhasıl, daha yaşanacak bir ömür var. Unutma, unutturma. Unutursam -yanımda ol- fısılda kulağıma.

Daha yapılacak çok iş var.

Film devam ediyor Cem’cim!  

Hüseyin Cem ÇÖL
21 Mayıs 2015 – Pelitli

18 Mayıs 2015 Pazartesi

O An


"Ben yazarken ağladım da, 
sen okurken ağlama!"

Meşa Selimoviç, 40 yaşını “insan ömrünün en kötü çağı” olarak niteler, Derviş ve Ölüm romanında. “Çünkü”, der, “arzulayabilmek için henüz genç, arzuladıklarımızı gerçekleştirmek içinse yaşlanmış sayılırız.”

Selimoviç’in 40 yaş yargısını, tesadüf bu ya tam da 40 yaşındayken okumuştum. Ne genç, ne yaşlı olunan bu tuhaf yaşın tüm gelgitlerini, şimdiye dek hiç olmadığım kadar sükûnetle ve teslimiyetle ve hatta saadetle yaşıyordum. Telaş terki diyar etmişti bedenimi. Hayattan hiçbir beklentim kalmamıştı ya da kalmıştı da onlara ulaşamayacak olmanın tuhaf teslimiyeti, ataleti, huzuru ve rahatlığı içindeydim. Bir yandan da, hayatımda hiç olmadığı kadar çalışıyor, gayret ediyor, sürekli sorguladığım mesleğimi daha iyi yapabilmek için çırpınıyor, hayata dört kolla sarılıyordum. “Beklentisiz gayret” diye özetlemiştim içimde bulunduğum halet-i ruhiyeyi. Selimoviç haklıydı: Arzular bitmiyordu ama arzulara koşacak mecali yoktu kırkındakilerin. Selimoviç haksızdı: İnsan ömrünün en kötü çağı değildi bu. Hatta ne kötüsü, insanın en sakin, en durgun, en dingin çağıydı bu. Kemale erme yolunda en ciddi adımdı.

40 yaşımı sevmiştim. Zaten ben “araf” adamıyım. Ne genç, ne yaşlı olunan, iki arada kalınan, ne o yandan, ne bu yandan olunan, sui generis, hiçbirine benzemeyen, bu yaş, 40 yaşı, tam da bana göreydi. 40 yaş grilerin altın çağıydı. Taraf olmanın, bir doğruya bel bağlamanın yanlış olduğunu düşünenlerin; o yüzden her tarafın doğrusunu (doğru tek bir tarafın tekelinde değildir ve hiçbir taraf tek başına doğruyu temsil edemez) dinlemek gerektiğine inananların, dolayısıyla hiçbir tarafta olamayanların rengiydi gri. Ben baştanbaşa griydim. Aynı zamanda hem teist, hem deist, hem agnostik, hem ateist olunabilen, yani aslında hiçbiri olunamayan, tam da dünyaya özgü absürd bir bulamacın ortasındaydım. 40 yaş, grinin en yoğun tonuydu. 40 yaşımda, grinin dibinde kaybolmuştum.

12 Mayıs’ta 40 yaşına veda edip, 41’e adım attım. Bir an kendimi çok yaş’lanmış hissettim. Oysa ben arada kalmayı, ne genç, ne yaşlı olmayı özümsemiş, yani içselleştirmiştim. Hatta hep böyle devam edecek sanmıştım. 41’e adım atar atmaz, içimdeki gencin öldüğünü, geri dönülemez noktaya geldiğimi, kavşaksız yola girdiğimi artık tamamen yaşlandığımı hissedip hüzünlendim. Belki de, hüzünlenmemim nedeni, Eylül’den bu yana çok çalışıyor olmanın verdiği yorgunluk ve birkaç gündür kendini alttan alttan hissettiren gizli ateş de olabilir. Ateş ve yorgunluk bedenimde mesken tutmuşken girdim 41 yaşıma.

O gece, 13 Mayıs gecesi, saat üç gibi (deprem saatidir, malum) kabusun ortasında uyandım. Ateşliyken kabus görmek bana korku dolu ama tuhaf bir zevk verir. Beynim, bir daire içinde kısır döngü yapadursun, delirmenin eşiğine geldiğimi bildiğim halde, gördüğüm kabusların eşsizliğinden, renk ve olay cümbüşünden müthiş lezzet alırım. O gece gördüğüm kabusu netlikle hatırlamıyorum. Hatırladığım, yürüme bandında koşan fare gibi saçma bir olayın tekrarı içinde yorgun düştüğüm. Her kabusta olduğu gibi. Biteviye zulüm. Vücut ateşi, korkuyu besliyor. Korku, kabus doğuruyor. Kabus ateşi körüklüyor. Ateş korkuyu… Zavallı Cem, bu zincirin arasında aklına mukayyet olmaya çalışıyor.

Sabah olur olmaz fakülteye damladım. Dönemin son dersleri iyice gözümde büyüyor. Hiç ders yapasım yok. Yorgunluk ve gizli ateş, beni benden almış. Saat 10’daki İcra dersini 15 dakikada hallediyorum. Kötü bir final. Oysa Maliye bölümüyle gayet iyi bir dönem geçirmiştik. Döneme yakışır bir “final dersi” yapmamış, yapamamış olmanın iç sıkıntısıyla odama gidiyorum. Bugün bir “final dersim” daha var. Üstelik, benim için çok daha değerli bir sınıfın, mini mini birlerin final dersi. Fakat, hiç ders yapacak vaziyetim yok. Zaten bir yandan da ödevlerini getiren talebelere zoraki laf yetiştiriyorum. Ne yapmalı? Final dersini yapmasam ayıp olur mu? Neden ayıp olsun? Daha bu gençlerle ben üç yıl beraber olacağım. Yani “final” bile sayılmaz, olsa olsa “sezon finali”. Bir yandan ödevleri teslim alıyor, ödevini teslim eden öğrencilerle kısa sohbetler yapıyor, bir yandan da yarın blogda yayınlayacağım ödev cevaplarını hazırlıyorum. Yorgunluk tavan yapmış durumda. Ders yapamayacağım kesin gibi. İki saat çekemem mümkün değil. Karar verdim: Ders yapmayacağım. Hem iyi de bir bahane buldum. Dersin olduğu saatte bir konferans tertipleniyor fakültede. Gençleri oraya yönlendiriyorum. Aman diyorum katılın, çok önemli, hukuk mesleği hakkında lüzum ötesi, dehşetli malumat verilecek, sakın kaçırmayın. Ders de neymiş, konferans dersten daha mühim. Ders yapmayacak olmak, kısa bir an rahatlatıyor beni. Beynim bir yükten kurtuluyor. Teşekkürler Halil. Hızır gibi yetiştin.

Öğle oldu. Eve gitmeliyim. Biraz dinlensem iyi olacak. Acıktım da. Açlığa gelemiyorum son birkaç yıldır. Bu bir hastalık belirtisi midir? Eve gideyim, hem yemek yerim, hem de dinlenirim. Sonra yine okula dönerim. Ödevlerini getiren öğrenciler kapalı odanın önünde boşuna beklemesinler diye kapıya kağıt yapıştırıyorum: “Saat 14:00’de odamdayım. Saat 16:30’a kadar…” Oysa saat 14:00’de odamın birkaç kilometre uzağında, Sahil Yolu’nda bariyerlere çarpmış, baygın vaziyette ambulansı bekliyor olacaktım. Saat 16:30’a kadar da Farabi Acil Servisi’nde şoktan kurtulma çabası içinde kıvranacaktım, kimi zaman gözyaşı dökerek…

Eve gitmek için fakülteden çıktım ama eve gidemedim. Bir öğrencimi, saf ve temiz uşak Taylan’ı, kaldığı yurdun yakınında bıraktım. Eve giden yol, Uğur Market’in sağındaki yol, inşaat yüzünden kapalı. Aşağı inip ana yoldan eve gitmeyi de nedense gözüm kesmedi. Yolu kapalı görünce, geri döndüm. Aklıma Selahattin Bey geldi. Kırtasiyeci. Ne zamandır esnaf komşusunda bir balık yemeyi kafamdan geçiriyordum. Aslında balık sevmem, hamsi hariç. Bugün bir farklılık olsun istedim. Gideyim de balık yiyeyim.

Balığı (uskumruyu) tek başıma yedim. Enfesti. Hiç abartmıyorum, hayatımda yediğim en güzel balıktı. Elbette hamsiler hariç.

Arabayı çalıştırdım. Havaalanı kavşağından okula doğru döndüm. Forum önünden geçerken eşim telefonla aradı. Havada az yağmur. Küçük kızımın anaokulunda gösterisi vardı bugün: Kafkas Dansı. Evde bilmemneyi unutmuşlar. Hava yağmurlu olduğu için ve evle okul arası uzak olduğu için, benim gelip onu anaokulundan almamı ve eve götürmemi istedi. Tamam dedim geliyorum.

Okula giderken hep beklediğim kavşakta, kırmızı ışıkta bekliyorum. Hava yağmurlu ya, sileceklere ara sıra dans ettiriyorum. Dalmışım. Sileceklerin dansının etkisi olabilir mi dalmamda? Ne düşünüyorum meçhul. 103.7 her zaman olduğu gibi açık. Türkülerin deryasında geziniyorum yine. Dalgınlığımı yan taraftan cama vuranlar bölüyor. Orta yaşın üzerinde zayıf ve perişan bir kadın. Dileniyor. Son günlerde caddelerde sayıları artan Suriyelilerden biri. Her bencil insan gibi ben de rahatsızım bunları görmekten. Trabzon’da hiç Suriyeli görmesem, Suriye İç Savaşı umurumda olmayacak. Zaten ne yalan söylemeli pek de umurumda değil. (Gençler, siz beni örnek almayın.) Camı açmıyorum. Zaten yeşil de yandı. Dilencinin söylene söylene uzaklaştığını seziyorum. Beddua etme ihtimali zihnimi yokluyor. Umursamıyorum.

Yeşil yandıktan hemen sonra, sağdan okula çıkmıyor, geldiğim yola geri dönmek için tam karşıya sürüyorum arabayı. Yine kırmızıya yakalandım. Bekliyorum. Beklerken, hiç tanımadığım başka birinin de başka bir güzergahtan bana doğru… Neyse…

Yeşil bu kez daha çabuk yandı. Silecekleri bir kez daha, bu kez hızlı hızlı dans ettirdim. Kontrollü bir şekilde karşı yola girdim, Sahil Yolu’na çıkan Forum’un yanındaki yola… O kısa yolda nasıl gittiğim, hangi düşüncelerin girdabında kaybolduğum, yolda olduğumu neden unuttuğum tamamen meçhul. Belki de tansiyonum düştü.

Birden sol yanımda iki aracın göründüğünü, direksiyonu telaşla sağa kırdığımı hayal meyal hatırlıyorum.

Çarpışma anının hafızamda en ufak bir izi yok.

Bayılmışım.

Ne kadar baygın kaldım, bilmiyorum. Belki on, belki onbeş dakika. Belki daha az. Solumda gençten biri parmaklarını bana gösterip “bu kaç, bu kaç” diye soruyor. Safça cevap veriyorum sorularına. İlkinde dört parmağını göstermişti, ikincisinde ise bir. Bilgi yarışmasında her soruyu bilen ama hayatın cahili yeniyetmeler gibiyim. Sorular bitince etrafıma bakınıyorum. Ön cam kırılmış. Kırıkların arasından bariyeri fark ediyorum.

O an anladım kaza yaptığımı. Kısa bir flashback. Birden kendimi ana yolda bulmuştum. Hemen sağımda iki aracı ansızın fark etmiştim. Direksiyonu sağa kırmak için son bir hamle yapmıştım. 

Demek ki kurtaramamışım.

Demek ki kaza yapmışım.

Gayrı ihtiyari el frenini çekiyorum. Kontağı kapatıyorum. Vitesi park vaziyetine alıyorum. Sonra elime bacaklarıma bakıyorum. Bacaklarımı hareket ettiriyorum, ettirebiliyorum. Görünürde pek bir şey yok.

Ölmemişim.

O an, çok kısa bir an, kazaya rağmen, ölmediğimi anladığım o an, beynimin kıvrımlarını şimşek hızıyla korkunç bir düşünce yalayıp geçiyor: Hazır kaza da yapmışken keşke ölmüş olsaydım.

Bu isteğimin sebebi hayattan bezmek ya da hayattan sıkılmak falan değil. Aksine, türlü çilesine, derdine, sıkıntısına rağmen, yaşamayı çok seviyorum. Tamam “hayat dolu” biri olduğum söylenemez ama hayatı her zorluğuyla kabul ettiğim ve sevdiğim kesinlikle söylenebilir. İnsanoğlunun bu dünyadaki macerası zaman zaman beni büyülüyor ve ben de bu büyülü yolculuğunda insanlık ailesine bir katkım olmasa bile, onlardan biri olduğum için kendimi şanslı sayıyor ve yaşadığım her günü bu maceraya tanık olduğum için çok değerli buluyorum.

O halde…

Kendimi bildim bileli, bir büyük sorunun cevabını merak ettim. Bu soruya verdiğim cevap yıllar içinde değişti. Fakat, yıllar içinde değişen bu cevaplarımın hangisinin doğru olduğundan emin değilim. Hayatta olduğum sürece de, asla emin olamayacağım verdiğim cevabın doğruluğundan. Bize bu topraklarda bin küsur yıldır takdim edilenler korkunun doğurduğu masaldan mı ibaret, yoksa hakikatin ta kendisi mi? Biz hayal miyiz, gerçek mi? Bu hayat sürecek mi ölümle, yoksa bitecek mi? Hepsi aynı olan soruların asla gri olmayan, siyah ya da beyaz olan cevaplarını hayattayken anlamam imkansız ancak öldükten sonra anlayacağım. Daha doğrusu anlarsam kaybedeceğim, anlamazsam kazanacağım. Ölmemiş olmak, cevaba ulaşmayı tehir etti. Ayılıp da kendime geldiğimde, bir fırsat kaçtı dedim hâl lisanımla.

Sonra hemen eşimi aradım. Sakin bir sesle, bu tür anlarda sakinliğimi koruyabilmeyi nedense çok iyi başarırım, ufak bir kaza yaptığımı, gelemeyeceğimi söyledim. Eşim, gerçekten ufak bir kaza yaptığımı sandı, üzerinde durmadı, tamam ben eve giderim, gelmene gerek yok dedi. Başka bir şey demedi. Hatta bana hafifçe sitem etmiş gibiydi. Sanki yine kendi işimi kendim göreceğim, bana yine bir yardımın dokunmayacak der gibiydi.

Araçtan çıkmak istedim. Kapıyı açamadım. Anlaşılan sürücü kapısından darbe almışım. Ambulans görevlisinin yardımıyla sağdaki kapıdan çıktım. Araca baktım. Görünen tarafında bişey yok. Sağ far bariyere bindirmiş. Ön cam kırık. Arabanın solunu göremiyorum. Felaket o tarafta olmalı.

Ambulans görevlisi beni aceleyle ambulansa götürüyor. Yolun ortasında bir başka arabayı o an fark ediyorum. Ön tarafı ezilmiş.

Ambulans yatağına yattığımda, görevli TC’mi soruyor. Tane tane söylüyorum: 43 01 23 … O an aklıma ödevler geliyor. Öğrenciler, beni odamda bulamayınca boş yere kapıda benim gelmemi bekleyecekler. Tuhaf bir sorumluluk duygusu beni kıskaca alıyor, rahatsız ediyor. Ne yapmalı? Hem bir de akşam dersim vardı. Bu vaziyette ders yapmam mümkün değil. Okan’ı arayıp haber vermeli. Program yine aksayacak.

Acile geldik. Hep birileri göz hizama girip kısa sürede kayboldular. Biri boyunluk taktı boynuma. Biri koluma serum taktı. Biri iğne yaptı, kan aldı. Biri neren ağrıyor diye sordu. Sol dizkapağım ağrıyor dedim. Biri beni röntgene soktu. Biri beni sedyede yürüttü aceleyle. Kimdi onlar, bilemem. Birinden telefon istedim. Ercan’ı aradım. Konuşamadım, ağladım. Ercan hemen sonra geldi yanıma. Yine ağladım. Ödevler var dedim, teslim edilecek. Hocam boşver biz hallederiz dedi. Sonra Okan’ı aradım. Çıkmadı. Ercan’a Murat Hocayı arattırdım. Durumu anlat, derse gelemeyecekmiş de dedim. Ayhan Bey’in, Perihan Hanım’ın sesini duydum etrafımda. Sonra birinci sınıf öğrencilerinden birkaçının oda kapısındaki telaşlı sesleri çalındı kulağıma. Yine ağladım.

Aklıma fakülteden arkadaşım Vakfıkebirli Ahmet geldi. Aynı yurtta, aynı evde kalmıştık dört yıl boyunca. Çok samimi değildik belki ama arkadaşımdı işte. Fakülteden mezun olur olmaz Hakimlik-Savcılık sınavını kazanmıştı. Hemen de evlenmişti. Adana’nın bir ilçesine savcı olarak atanmıştı. Sonra Erzincan Savcılığına tayini yapılmış. Ben çok sonra öğrendim. Eşiyle ve kızıyla Adana’dan Erzincan’a giderken bir kamyonun altına girmiş. Duyduğumda ne çok şaşırmıştım. Ona ölmeyi hiç yakıştıramamıştım. Ahmet aklıma geldi ve ben yine ağladım.

Yatmaktan sıkılınca Ayhan Bey’in, Ercan’ın yardımıyla doğruldum. Pencere kenarına gidip kaza yaptığım yere baktım. İyice baktım. Her katil, cinayet mahalline geri dönermiş: Raskolnikov, bana ötelerden göz kırptı. Pencereden üç kişi bakıyorduk, sadece ben fark ettim Raskolnikov’un hayaletini.

Güya 16:30’a kadar odamda olacaktım. Oysa o saatleri Acilde, yaşadığım tatsız olayın sıcak etkisiyle hayatla ölüm arasındaki bağı anlamak için kafa yormakla geçirdim.

41. yaşımın ilk günü o kadar berbattı ki, 40. yaşımın güzelliği gözümde daha bir parladı.

Belki de sağ kalmakla, hayatı zirvede bırakma fırsatını ıskaladım.

Ve ben öldükten sonra ne olacağını hala çok merak ediyorum.

Hadi kötü bir espriyle bu yazıyı tamamlayayım:

En çok da kitaplarıma.

Hüseyin Cem ÇÖL 
18 Mayıs 2015 – Pelitli

12 Mayıs 2015 Salı

Kırkbir


Kendimi yaş'lanmış hissediyorum.

Eve gideyim de bari mum üfleyeyim.

Hüseyin Cem ÇÖL
12 Mayıs 2015 - H 309