13 Nisan 2016 Çarşamba

Yazmasam Olmayacak.

Yazmasam olmayacak.
Üç yıl önce, İİBF Maliye Bölümüne verdiğim İcra ve İflas Hukuku vize sınavında akıllara zarar bir talihsizlik yaşamıştım. Yerel ve ulusal medyada haber bile olmuştum.
Sınav sorularını hazırlarken cevap anahtarlarını da birlikte hazırlamak gibi bir adetim var. Çünkü, sınav yapıldıktan hemen sonra soruların cevaplarını blogda yayınlarım. Altı yıldır bu böyle. Neden bunu yapıyorum? Boşa kürek işte. Yazsan kim ne anlar?
O sınavda da cevap anahtarlarını önceden hazırlamıştım. 40 test sorusu sormuştum ve her sorunun doğru cevabının altını çizmiştim. Soruları A ve B olmak üzere iki gruba ayırmıştım. A grubu sorularını çoğaltırken değil de B grubu sorularını çoğaltırken farkına varamadığım aslında ultra komik bir hata yapmışım. Soru kağıdı yerine cevaplarının altı çizili olduğu cevap anahtarını çoğaltmışım. Sınav anına kadar da bu hatanın farkına ne ben varabildim, ne de sınav görevlisi olan asistanlar.
Sınav günü açıkçası benim için tam bir felaketti. Hayatımın en kötü günlerinden birini yaşadım. Ama o kötü anları uzun uzun anlatmayacağım. Hemen o günün sonuna geleceğim.
O gün akşama kadar stres tepeme çıkmıştı. Hatanın farkına sınav anında varılmıştı ve sınav iptal edilmişti. Tabi öğrenciler isyanlarda. Odama gittim. Ne kadar sakin olmaya çalışsam da, kafam allak bullak. Doğan Medya’dan gazeteciler geldi. Biraz konuştuk. Bana sınavda şaibe olma ihtimalinden söz edince adeta çıldırdım. Adamları nezaketle kovdum odamdan. Sonra kapıya onlarca öğrenci yığıldı. Hepsi bişeyler söylüyor. İptal edilen sınav ne zaman yapılacak, nasıl olacak, yine test mi olacak falan filan. Öğrenci haliyle kendi derdinde tabi. Kapımda onlarca öğrenci var ve ben onların sorularına sakin kalmaya çalışarak ama pek de bunu beceremeyerek cevap vermeye çalışıyorum.
Yavaş yavaş kapımdaki öğrenci kümesi azaldı, sorusunu soran cevabını alan çekildi ve geriye bir kişi kaldı. Kapının önünde karşı karşıyayız. Bir erkek öğrenci. Ben içimden “hadi sen de sor sorunu bir an önce git” dercesine bakıyorum. O da bana bakıyor. Soru soracaktı da, o an beni öyle görünce vaz mı geçti, yoksa aslında soru falan sormak gibi niyeti yoktu da beni teselli etmek için mi oraya gelmişti, hala bunun sırrını çözmüş değilim ve bana baktı, gülümsedi, “hocam, boşverin ya, sizden daha değerli değil ya, altı üstü bir sınav, üzülmenize değmez”, dedi ve yine gülümseyerek çekti gitti.
O öğrenci kimdir bilmiyordum, hala da bilmiyorum. O dönem benden ders alan Maliye öğrencilerinden biri işte.
Altı üstü bir sınav... Altı üstü bir sınav... Altı üstü bir sınav... Altı üstü bir sınav... Altı üstü bir sınav... Altı üstü bir sınav... Altı üstü bir sınav... Altı üstü bir sınav... Altı üstü bir sınav...
Anlatabiliyor muyum?
Hüseyin Cem ÇÖL
13 Nisan 2016 – Pelitli

7 Nisan 2016 Perşembe

Vaziyet-ül Acaip...


Hastayım diyemem ama hasta oluyorum.
Gün içinde klima altında beş-on dakika kaldım. Üstelik o esnada terliydim. Boş bulunup klimayı açtırmakla çok büyük hata yaptım. Cehalet başa bela. Şu an vücudumda hafif ateş var. Boğazımda ise belli belirsiz bir tortu. Sesim hastalık sinyali veriyor. Hülasa, durum hiç iç açıcı değil. Önümde zorlu ve yorucu bir 40 gün beni bekliyor. Hastalık bünyemi ele geçirmeden, tez elden benim ondan kurtulmam lazım.
Buraya da bunları ne diye yazdım bilmiyorum. Sanki ilaç burada.
En iyisi Çiğdem Talu'yu düşüneyim.
Hüseyin Cem ÇÖL
7 Nisan 2016 - Pelitli

14 Mart 2016 Pazartesi

(üşümüş, üzgün, ürkek ve masum)


Yıllar önce aldığım ve sadece bir hafıza kartı gibi kullandığım, bilgileri depoladığım bir gmail hesabım var. Eş dost pek bilmez. O yüzden buraya mail atan da pek olmaz zaten. Çok eskiden buranın sohbet programını kullanırdım. Sohbet edecek kimse kalmayınca gmaile pek az bakar olmuştum.

Bugün, malum tatsız bir gün, can sıkıntısından, ne var ne yok diye gmail hesabımı yokladığımda Ocak ayında gönderilmiş ve okunmayı bekleyen (üşümüş, üzgün, ürkek ve masum) bir mail buldum. Aklıma “Dar Alanda Kısa Paslaşmalar” filmi geldi. Yazılan ama okunmayan, okunamayan mektuplar. Okunmadığı için cevapsız kalan mektuplar. Elde kalan “yıllarca boş dükkana kira vermişiz” dedirten çaresizlik.

Sadede geleyim. Bilesin ki, mektup gönderilenin cevap yazmamakta bir kabahati yok. Çünkü mektup eline geç ulaştı. 

Şimdi bu mektubu (evet bu cevap mektubudur) Kafka gibi “her zaman senin” diye bitirmek isterdim ama ne ben Kafka’yım, ne de sen Milena.

Hüseyin Cem ÇÖL 

14 Mart 2016 – H 309

7 Mart 2016 Pazartesi

Panel Notları


1.      Panelin ilk çeyreğinde öyle bir uykum geldi ki, bir uyku ancak bu kadar gelebilirdi.

2.      Panelde okumak için yanıma Onur Caymaz’ın kitabını almıştım, yanlış yapmışım. Zaten ben son yıllarda şiir de sevmez oldum. Şiirsel, sembolik üslupla yazılan kitapları sevmediklerime hediye edesim geliyor.

3.      Bence konuşmacılar oturmasın, ne diyeceklerse ayakta, kürsüde salına salına desinler. Aslında en doğrusu hiç konuşmamak.

4.      Bu talebe milleti beni dinlerken ne biçim sıkılıyordur. İyi ki talebe değilim.

5.      Hibrit rejim nedir? Hibrit otomobille bir ilgisi var mı?

6.      En büyük başkan, bizim başkan.  

7.      Az ciddi olalım: İnsanoğlunun bütün arayışları kutsaldır, arayış içinde olmak doğal olduğu kadar zorunludur da. Acaba sistem arayışlarının temelinde toplumu daha iyiye ulaştırmak amacı mı yatıyor? Bu bir soru değil, ben de artık saf değilim. 

Hüseyin Cem ÇÖL

7 Mart 2016 – H 309 

23 Şubat 2016 Salı

Sarmalın İçinde


Sana anlatacaklarım var. Aylar önce “yazacağım, bekle”, dedim, yazmadım; ne zaman yazacak diye bekliyorsundur da sen şimdi.

Evimizin kapısı ile caminin kapısı birbirine bakardı. Sokak küçüktü, ben çok daha küçüktüm, o yüzden sokak bana dünya kadar büyük gelirdi. Yaz mevsimi olmalı. Camiye Kuran öğrenmeye gittiğimiz günlerden biri. Hocanın ya da müezzinin yokluğunda, artık kim akıl ettiyse, cümbür cemaat minareye akın ettik. Önce en haylazlar, sonra uydum kalabalığacılar, en son da çekingen ama gruptan ayrı kalmak istemeyen tayfa. Minareye çıkmak, nefes tüketen korku veren bir tecrübeydi. DNA sarmalı misali döne döne şerefeye ulaştık. Şerefeden mahalleye bakınan fazla oyalanmadan aşağı iniyordu, çünkü, şaka değil, minare yıkılmakla yıkılmamak arasında gidip geliyordu. Bir minarenin içinde irili ufaklı yirmi çocuk. Kimisi şerefede, kimisi nefes nefese yukarıya çıkmakta, kimisi aşağı doğru yuvarlanmakta.

Bu anıdan çıkarılacak hisse, elbette “minarelere asansör yapılmalı” değil.  

Hüseyin Cem ÇÖL

H 309 – 23 Şubat 2016 

1 Ocak 2016 Cuma

Mandalinadan Farkımız Yok


Gençken bir dünya tasavvurum vardı. Mandalinadan farkımız olduğunu, daha doğrusu mandalinadan üstün olduğumuzu sanıyordum, sanmıyordum da bu tasavvur daha hiçbir şeyin farkında değilken, aniden üzerime boca edilmişti ve ben gerçekliğin başka türlü olabileceğini aklıma hiç getirmemiştim.
Bir mandalina yiyeyim de yatayım artık. Geç oldu.

Hüseyin Cem ÇÖL

1 Ocak 2016 - Pelitli

16 Aralık 2015 Çarşamba

Dönüş Yolunda Sis Bastı Her Yanı


Dalida ağlamaklıdan şen-şakrak tona geçip aşkını Porto Fino’da bulduğunu ilan etmemişken, Jacques Brel erkeklik onurunu ayaklar altına alıp “köpeğin olayım, gitme” dememişken, henüz John Lennon dinin olmadığı bir dünyanın olabileceğini hayal etmemişken, bunlardan önce, çok çok önce, ben limandan arabayı çıkarırken, işte o an, Vega “olmaz deme, belki olur bak, günün sonunda neler neler” derken, “aşk başlar YENİDEN kanımızda” lafı ateşli vücuduma ağır ağır işlerken, evet tam işte o an, yanıbaşımda beliriverdin en güzel fotoğrafınla. Ayırt etme gücümü kaybettiğim günlerdeki gibi, dünya içinde başka bir dünya kurmanın sarhoşluğuyla baktım sana. Gülümsedim. Aramızdaki muvazaa o kadar mutlaktı ki, değil üçüncü kişileri, kendimizi bile pekala aldatmış, var mı yok mu belli olmayan bir ilişkinin girdabına kendimizi kaptırmıştık. O anın sarhoşluğuyla klimayı açtım, arabanın içini cehenneme çevirdim, ibre üç rakamlarda istikrar bulmuşken kırmızı ışıklara daldım boğa gibi. Haksız fiil rengine bürünmeyen, bir tarafı sönük kalmış küçük masum suçlar irtikap ettim. Ne çok değiştiğimi zannederken, aslında hiç değişmediğimi, aslında kimsenin değişmediğini, sadece var olan durumun sıkıcılığından kurtulmak için o tapınılası insanoğlunun kendini aldattığını da, o an, gözümü yoldan çevirip senin gözlerine bakarken idrak ettim ama irademi beyan etmeye kendimde kudret bulamadım.   
*
Hadi ara beni.

Hüseyin Cem ÇÖL
16 Aralık 2015 – Pelitli

12 Aralık 2015 Cumartesi

Teşekkür ve Şükür Yazısı



Dün akşam dönemin son dersini yaptım. Bir teşekkür ve şükür yazısı yazmaya kendimi yükümlü hissediyorum. Vakit geç oldu. Uykum da var ama biliyorum ki, zaten uykum olsa da uyuyamayacağım. Boşuna yatakta debelenmektense, yazmak, yazarak geceyi geçirmek en doğrusu.

Dün akşam dönemin son dersini yaptım ve dönemi kendi açımdan tamamlamış oldum. Bundan sonrası, ödeviyle, sunumuyla, finaliyle, bütünlemesiyle öğrenciye ait. Artık öğrenci düşünsün. Top benden çıktı. Rahatlıkla söyleyebilirim ki, keyif aldığım, mutlu olduğum bir dönem geçirdim. İşimden keyif almayı önemsiyorum, çünkü benim için başarının anlamı sadece keyif almak, mutlu olmak; varolduğum anı kişiliğime en uygun tarzda tüketmek. Keyif aldığım bir dönem oldu, o halde başarılıyım, o halde var olduğum anları kişiliğime en uygun tarzda tükettim, bu kadar basit. Kariyer merdivenlerini tırmanıp mutsuz bir adam olmaktansa, akademik kariyerin en altında kalıp işini mutlulukla yapmayı daha doğru buluyorum.

Özetle, bu dönem iki dersim vardı ve her ikisini anlatmak için çabalamaktan keyif aldım. Bu keyfin üç müsebbibi var. Üçüne de ayrı ayrı teşekkür etmezsem haksızlık etmiş olacağım. Bu yazı işte bu teşekkürün ifadesi.

Birincisi, fakülte yönetimine teşekkür ediyorum.

İkincisi, asistan arkadaşlara.

Üçüncüsü de, öğrencilere.

Fakülte yönetimine teşekkür etmemim sebebi, bu dönem üzerime az ders yükü yüklemeleri. Böylece, hem birlerle, hem üçlerle daha uzun soluklu, daha geniş, konuları aceleye getirmeden, daha yavaş ders işleme imkanı bulabildim. Nerdeyse her hafta, her iki sınıfla da ek ders yapabildik. Böylece konuları, biraz daha bol örnekle, pratik çalışmalarla ve ayrıntılı inceleyebildik. Eğer ders yüküm bu kadar az olmasaydı, ek ders yapma imkanımız asla olmayacaktı. Daha da önemlisi, ağır ders yükü altında ezileceğimden, var olan derslere de yorgun, bitkin girecektim, bu da ders verimini daha da düşürecekti.

Şu ders yükü meselesini biraz açmalıyım. Çünkü bilen biliyor ama bilmeyen beni çok üzüyor.

2010 yılının Temmuz ayında Trabzon’a geldiğimde, ders anlatma tecrübem neredeyse hiç yoktu. Fakat, tüm deneyimsizliğime, hatta cehaletime rağmen, ders anlatmayı çok istiyordum. Çünkü akademisyen olma hayallerim suya düşmüştü, hiç değilse iyi bir ders anlatıcısı olayım ve bununla ömrümü tamamlayayım istiyordum. Kenarda köşede kalayım, bana az iş versinler, ben de kendimi fazla yormadan yaşayıp gideyim diye bir derdim asla olmadı. Bütün derdi bu olanları da hiç anlamadım. Çalışmak, insanı hem diri tutuyor, hem de hayatın hakkını verdiğini hissediyorsun. Maaşımı alırım, gerisi beni ilgilendirmez anlayışına hiç sahip olmadım. 2010’dan bu yana, elimden geldiğince fakültenin işleyişine katkıda bulundum, sorunun değil çözümün parçası olmaya çalıştım, asla görevden kaçan biri olmadım.

2010’un Eylül ayında dersle başlamadan hemen önce, o zamanki dekan hocamız bana “Medeni mi anlatmak istersin, yoksa Borçlar mı?” diye sormuştu. Uzun boylu düşünmeden “Borçlar” demiştim. Erbabı bilir, özel hukukun gözbebeği Borçlar’dır. Özel hukuk dersleri içinde kafa açan, hukuk nosyonu kazandıran, problem çözmeyi öğreten asıl ders Borçlar’dır. Borçlar anlatmayı hep sevdim, hatta Medeni ve Ticaret anlatırken bile, çoğu konuda Borçlar’a dalış yaptım, öğrenci ne kadar farkında bilemem ama çoğu Medeni ve Ticaret dersinde ben hep Borçlar anlattım. Bu hem zorunluluktu, hem de Borçlar anlatmayı sevdiğim için keyfim öyle istiyordu. Oysa o yıl Borçlar’ı severek, isteyerek tercih etmeme rağmen, ders bana bir boy büyük geldi ve dersin ağırlığı altında ezildim, bocaladım. Eğer sadece Borçlar dersi üzerime yüklenseydi, belki yine bocalardım ama daha az bocalardım. Fakat, Borçlar’ın dışında Ticaret, İş Hukuku, Hukuka Giriş derslerini, değişik yerlerde ve saatlerce anlatmak yükünü üstlenmek zorunda kaldım. Polis Okulunda, Metalurji Mühendisliğinde, İİBF’de derslere girip çıkmaktan, o çok sevdiğim Borçlar dersini hakkını vermek mümkün olamadı. Yani bir koltuğa iki değil dört karpuz sığdırmak zorunda kaldım ve tüm çabama rağmen hiçbir ders, en çok da Borçlar dersi, hayal ettiğim seviyenin çok altında seyretti. Bir dönem bittiğinde kendimi başarısız hissettim.

Sonraki bir yıl askerlik ve yeniden Trabzon.

Ağır ders yükü hiç değişmedi. Haftada 35-40 saat ders anlattım. Şikayet ettiğim de oldu, olmadı değil, fakat şikayetle bu işin değişmeyeceğini kanıksadığımdan, var olan durumu en iyi şekilde değerlendirmeye çalıştım. İki hedefim vardı: Ders anlatmaktan hep keyif almak ve ne olursa olsun öğrenciye faydalı olmak. Ders yapmaktan keyif aldıkça, öğrencinin de dersi sevdiğini ve ifade ettiklerimin anlaşıldığını sezdim. Bu beni çok motive etti. Aşırı çalışmaktan yorgun düştüğüm çok an oldu. Aşırı çalışmak, uyku düzenimi de bozdu. Çoğu zaman ders, -ne tuhaf-, bittikten sonra da kafamın içinde kendini anlatmaya devam etti. Bu hafif şizofrenik halet-i ruhiyeyi sevdim. Küçük çaplı bir delilikti bu aslında (ve hala devam etmekte, bitmiş değil). Fakat, bundan kaçış nasıl olsun. Sabah ders, öğleden sonra ders, akşam ders, hafta sonu ders... Hayat dersten ibaret olunca, ders dışı anlarımda bile, beynimin içinde, hayali öğrencilere ders anlatmaya devam ettim.

Dersle ilgim sadece ders zamanlarına, güz ve bahar dönemlerine mahsus değildi. Yaz tatillerim de hep derslerle meşgul olmakla geçti. Derste anlattığım konuların daha iyi kavranması için sürekli ders slaytı hazırladım ve her yıl bu slaytlarımı gözden geçirerek, daha açık ve anlaşılır olması için gayret ettim. Ders slaytlarıma verdiğim emeğin en büyük tanığı, galiba, Göksel Kırtasiye’nin sahibi Selahattin Bey’dir. Ona da bu vesileyle teşekkür ediyorum. Son beş yılda, bana, belki farkında, belki farkında değil, çok katkısı olmuştur.

Lafın kısası, son beş yıl ağır ders yükü altında ezilmeden ayakta kalmaya çabalamakla, buna rağmen işimden keyif almak için ve öğrencilere faydalı olabilmek için uğraşmakla geçti. Keyif alma amacıma ulaştığımı söyleyebilirim, tek tük keyif bozan vakaları dışta tutarsak, son beş yıl, güzel geçti, çok güzel geçti. Peki öğrenciye faydalı olabildim mi? Belki evet, belki hayır. Zaten kimse kimseye bir şey öğretemez, ancak öğrenmesine yardım edersin. Ben sadece “çaba” gösterdim. Elimden gelen sadece bu oldu. “Çaba”mı gören talebe, benden bir şey öğrenemese bile, çabamdan ötürü bana saygı duydu ve beni sevdi. Ben de onları çok sevdim. “Çaba”mı görmeyen, göremeyen birkaç kendini bilmezi ne affettim, ne de affederim.  

Eğer daha az dersim olsaydı, özellikle kendi fakültemin öğrencilerine daha çok katkıda bulunacağımı aklımdan geçirirdim. Bu yıl nihayet, aklımdan geçeni uygulama imkanım oldu. Fakülte yönetimi beni İİBF’nin koridorlarında gezinmekten kurtardı ve bana sadece iki dersin sorumluluğunu verdi. Böylece haftada 35-40 saat ve sabah-öğle-akşam ders anlatmaktan kurtulup, sadece kendi fakültemizin öğrencileri ile ilgilenmek imkanı bulabildim. Zaman bana kalınca, rahatça ve geniş geniş ders yapmak, yetmeyince ek derslerle takviye etmek mümkün olabildi. Postacının, haftasonu tatilinde şehri dolaşması gibi, bana arta kalan zamanı da yine derslerle doldurarak geçirdim. Böylece, hem aldığım keyif arttı, mutlu oldum; hem de nicedir hayalimde olan kendi fakültemizin öğrencileriyle daha yoğun ders yapma amacımı da gerçekleştirmiş oldum.

Lafı uzattım, hemen bağlayacağım. Fakülte yönetimine teşekkür ettim, beni İİBF koridorlarından kurtarıp, zamanımı HF amfilerine ve sınıflarına tahsis ettiği için. İkinci olarak, asistan arkadaşlara da teşekkür ediyorum. Çünkü, İİBF’deki dersler onların çabalarıyla yürütüldü, benim bir dahlim olmadı. Onların her biri de, en az benim kadar, belki daha fazla ders anlattılar. Eğer onlar olmasaydı, ben bu dönemde anlattığım dersin 4 katını anlatmak zorunda kalacaktım. İş başa düşünce haftada 40 saat de, 45 saat de anlatılıyor. Fakat, arzu edilen hedefi tutturmak mümkün olmuyor. Sabah İcra, öğleden sonra Medeni, akşam Ticaret, ertesi gün Borçlar diye diye dersler geçiyor, sonra beden iflas ediyor, ne sen dersten keyif alıyorsun, ne de öğrenci dersten verim alıyor. Eğer, bu dönem asistanlar ders yükümün önemli bir parçasını üstlenmeselerdi, ben bir şekilde dersleri kör-topal yürütürdüm, ancak birkaç kendini bilmezin haksız ithamlarına yine maruz kalırdım ve şu yazdığım teşekkür yazısını kesinlikle yazıyor olmazdım.

Dönem bitti, güzel bitti, fakülte yönetimine ve asistanlara teşekkür ettim ama en çok öğrencilere teşekkür ediyorum. Özellikle de birinci sınıflara. Tüm okullar “öğrenci” için var. Öğrenciyi dışta bırakırsanız, geri kalan her şey, binalar, memurlar, hocalar, kampüsler hatta kitaplar anlamını yitirir. O yüzden, hedefte mutlaka öğrenci olmak zorunda. Öğrenme ve öğretme, heyecan istiyor. Daha doğrusu öğrencide ve öğretende heyecan olmazsa, dersler kuru, yavan ve tatsız geçiyor. Birinci sınıflara her ders anlatmaya girdiğimde, öğrencilerin yüzünde öğrenme heyecanına tanık oldum. Bu heyecan, seneye -ne yazık ki-, azalacak biliyorum. Bu heyacanı uzun süreli kılmak, hatta fakülte bitene kadar muhafaza etmek biraz da bizim elimizde. Ben, elimden geldiğince onların heyecanını üst seviyede tutmaya çalıştım. Onlar da benim bu çabama, derslerime katılarak, derslerime aktif katılarak, soru sorarak, öğrenme kanallarını açık tutarak ve bunları yaparken de, en ufak bir saygısızlıkta bulunmayarak, benim keyfimi bozmayarak karşılık verdiler. Onların hukuk mesleğine iyi bir adım atmaları için karınca kararınca çabaladım. Umarım faydam olmuştur, umarım faydam olmaya önümüzdeki yıllarda da devam eder.        

Son olarak, ilişkimiz her ne kadar gel-gitli olsa da, Allah’a da şükrediyorum. Son beş yıldır derslerle yatıp derslerle kalktığımdan ailemi, eşimi, çocuklarımı ihmal ettim. Buna rağmen, büyük kızım da, oğlum da –benden pek de destek görmeden gösterdikleri- başarılarıyla beni gururlandırdılar. İlkokula bu yıl başlayan küçük kızımın da ablasının, abisinin izinden gideceğini seziyorum. Demek ki çocukların içinde var, benle ilgisi yok. Eve ekmek getirmek dışında, onların eğitimleriyle çok fazla ilgilenmediğim, ilgilenemediğim halde, eşimin de benim de yüzümüzü ağarttılar. Bana, anlayışlı-fedakar bir eş; tanıyan herkes tarafından övülen, takdir edilen çocuklar nasip ettiği için, Allah’a da şükrediyorum.

Herşey yalan, aile gerçek. Vesselam.

Hüseyin Cem ÇÖL
    12 Aralık 2015 – Pelitli  

23 Mayıs 2015 Cumartesi

Sol Yanım Ağrıyor


Saatlerce GÜLLÜ dinleyebilirim.
Saatlerdir GÜLLÜ dinliyorum.
Yanında finger bisküvi ve yoğurt.
Canım finger bisküvi ve yoğurt çekti.



Hüseyin Cem ÇÖL
23 Mayıs 2015 - Erzincan

21 Mayıs 2015 Perşembe

Unutursam Fısılda : Hayat Güzeldir...


20 Mayıs 2015 - Çarşamba / Sunum Hatırası.

Daha izlenecek çok film var. Daha dinlenecek çok türkü. O ağaçlıklı yoldan daha nice yürünecek, ılık akşamların tadını çıkara çıkara… Sahil kenarında oturup çay içilecek daha nice akşam. Daha dökülecek çok ter var. Öğrenmenin heyecanının paylaşılacağı nice an var. Okunacak çok kitap var. Yapraklar arasında nice dünya var, anlaşılmayı, keşfedilmeyi bekleyen.   

Belki aşık olmak bile var kaderde yeniden, kimbilir.

Velhasıl, daha yaşanacak bir ömür var. Unutma, unutturma. Unutursam -yanımda ol- fısılda kulağıma.

Daha yapılacak çok iş var.

Film devam ediyor Cem’cim!  

Hüseyin Cem ÇÖL
21 Mayıs 2015 – Pelitli