Dün akşam dönemin son dersini yaptım. Bir teşekkür ve şükür
yazısı yazmaya kendimi yükümlü hissediyorum. Vakit geç oldu. Uykum da var ama
biliyorum ki, zaten uykum olsa da uyuyamayacağım. Boşuna yatakta
debelenmektense, yazmak, yazarak geceyi geçirmek en doğrusu.
Dün akşam dönemin son dersini yaptım ve dönemi kendi açımdan
tamamlamış oldum. Bundan sonrası, ödeviyle, sunumuyla, finaliyle,
bütünlemesiyle öğrenciye ait. Artık öğrenci düşünsün. Top benden çıktı. Rahatlıkla
söyleyebilirim ki, keyif aldığım, mutlu olduğum bir dönem geçirdim. İşimden
keyif almayı önemsiyorum, çünkü benim için başarının anlamı sadece keyif almak,
mutlu olmak; varolduğum anı kişiliğime en uygun tarzda tüketmek. Keyif aldığım
bir dönem oldu, o halde başarılıyım, o halde var olduğum anları kişiliğime en uygun
tarzda tükettim, bu kadar basit. Kariyer merdivenlerini tırmanıp mutsuz bir
adam olmaktansa, akademik kariyerin en altında kalıp işini mutlulukla yapmayı
daha doğru buluyorum.
Özetle, bu dönem iki dersim vardı ve her ikisini anlatmak
için çabalamaktan keyif aldım. Bu keyfin üç müsebbibi var. Üçüne de ayrı ayrı
teşekkür etmezsem haksızlık etmiş olacağım. Bu yazı işte bu teşekkürün ifadesi.
Birincisi, fakülte yönetimine teşekkür ediyorum.
İkincisi, asistan arkadaşlara.
Üçüncüsü de, öğrencilere.
Fakülte yönetimine teşekkür etmemim sebebi, bu dönem üzerime
az ders yükü yüklemeleri. Böylece, hem birlerle, hem üçlerle daha uzun soluklu,
daha geniş, konuları aceleye getirmeden, daha yavaş ders işleme imkanı
bulabildim. Nerdeyse her hafta, her iki sınıfla da ek ders yapabildik. Böylece
konuları, biraz daha bol örnekle, pratik çalışmalarla ve ayrıntılı
inceleyebildik. Eğer ders yüküm bu kadar az olmasaydı, ek ders yapma imkanımız asla
olmayacaktı. Daha da önemlisi, ağır ders yükü altında ezileceğimden, var olan
derslere de yorgun, bitkin girecektim, bu da ders verimini daha da düşürecekti.
Şu ders yükü meselesini biraz açmalıyım. Çünkü bilen biliyor
ama bilmeyen beni çok üzüyor.
2010 yılının Temmuz ayında Trabzon’a geldiğimde, ders
anlatma tecrübem neredeyse hiç yoktu. Fakat, tüm deneyimsizliğime, hatta
cehaletime rağmen, ders anlatmayı çok istiyordum. Çünkü akademisyen olma
hayallerim suya düşmüştü, hiç değilse iyi bir ders anlatıcısı olayım ve bununla
ömrümü tamamlayayım istiyordum. Kenarda köşede kalayım, bana az iş versinler,
ben de kendimi fazla yormadan yaşayıp gideyim diye bir derdim asla olmadı.
Bütün derdi bu olanları da hiç anlamadım. Çalışmak, insanı hem diri tutuyor,
hem de hayatın hakkını verdiğini hissediyorsun. Maaşımı alırım, gerisi beni
ilgilendirmez anlayışına hiç sahip olmadım. 2010’dan bu yana, elimden
geldiğince fakültenin işleyişine katkıda bulundum, sorunun değil çözümün
parçası olmaya çalıştım, asla görevden kaçan biri olmadım.
2010’un Eylül ayında dersle başlamadan hemen önce, o zamanki
dekan hocamız bana “Medeni mi anlatmak istersin, yoksa Borçlar mı?” diye
sormuştu. Uzun boylu düşünmeden “Borçlar” demiştim. Erbabı bilir, özel hukukun
gözbebeği Borçlar’dır. Özel hukuk dersleri içinde kafa açan, hukuk nosyonu
kazandıran, problem çözmeyi öğreten asıl ders Borçlar’dır. Borçlar anlatmayı
hep sevdim, hatta Medeni ve Ticaret anlatırken bile, çoğu konuda Borçlar’a
dalış yaptım, öğrenci ne kadar farkında bilemem ama çoğu Medeni ve Ticaret
dersinde ben hep Borçlar anlattım. Bu hem zorunluluktu, hem de Borçlar
anlatmayı sevdiğim için keyfim öyle istiyordu. Oysa o yıl Borçlar’ı severek,
isteyerek tercih etmeme rağmen, ders bana bir boy büyük geldi ve dersin ağırlığı
altında ezildim, bocaladım. Eğer sadece Borçlar dersi üzerime yüklenseydi,
belki yine bocalardım ama daha az bocalardım. Fakat, Borçlar’ın dışında
Ticaret, İş Hukuku, Hukuka Giriş derslerini, değişik yerlerde ve saatlerce anlatmak
yükünü üstlenmek zorunda kaldım. Polis Okulunda, Metalurji Mühendisliğinde,
İİBF’de derslere girip çıkmaktan, o çok sevdiğim Borçlar dersini hakkını vermek
mümkün olamadı. Yani bir koltuğa iki değil dört karpuz sığdırmak zorunda kaldım
ve tüm çabama rağmen hiçbir ders, en çok da Borçlar dersi, hayal ettiğim
seviyenin çok altında seyretti. Bir dönem bittiğinde kendimi başarısız
hissettim.
Sonraki bir yıl askerlik ve yeniden Trabzon.
Ağır ders yükü hiç değişmedi. Haftada 35-40 saat ders
anlattım. Şikayet ettiğim de oldu, olmadı değil, fakat şikayetle bu işin
değişmeyeceğini kanıksadığımdan, var olan durumu en iyi şekilde değerlendirmeye
çalıştım. İki hedefim vardı: Ders anlatmaktan hep keyif almak ve ne olursa
olsun öğrenciye faydalı olmak. Ders yapmaktan keyif aldıkça, öğrencinin de
dersi sevdiğini ve ifade ettiklerimin anlaşıldığını sezdim. Bu beni çok motive
etti. Aşırı çalışmaktan yorgun düştüğüm çok an oldu. Aşırı çalışmak, uyku düzenimi
de bozdu. Çoğu zaman ders, -ne tuhaf-, bittikten sonra da kafamın içinde
kendini anlatmaya devam etti. Bu hafif şizofrenik halet-i ruhiyeyi sevdim. Küçük
çaplı bir delilikti bu aslında (ve hala devam etmekte, bitmiş değil). Fakat,
bundan kaçış nasıl olsun. Sabah ders, öğleden sonra ders, akşam ders, hafta
sonu ders... Hayat dersten ibaret olunca, ders dışı anlarımda bile, beynimin
içinde, hayali öğrencilere ders anlatmaya devam ettim.
Dersle ilgim sadece ders zamanlarına, güz ve bahar
dönemlerine mahsus değildi. Yaz tatillerim de hep derslerle meşgul olmakla
geçti. Derste anlattığım konuların daha iyi kavranması için sürekli ders slaytı
hazırladım ve her yıl bu slaytlarımı gözden geçirerek, daha açık ve anlaşılır
olması için gayret ettim. Ders slaytlarıma verdiğim emeğin en büyük tanığı,
galiba, Göksel Kırtasiye’nin sahibi Selahattin Bey’dir. Ona da bu vesileyle
teşekkür ediyorum. Son beş yılda, bana, belki farkında, belki farkında değil,
çok katkısı olmuştur.
Lafın kısası, son beş yıl ağır ders yükü altında ezilmeden
ayakta kalmaya çabalamakla, buna rağmen işimden keyif almak için ve öğrencilere
faydalı olabilmek için uğraşmakla geçti. Keyif alma amacıma ulaştığımı
söyleyebilirim, tek tük keyif bozan vakaları dışta tutarsak, son beş yıl, güzel
geçti, çok güzel geçti. Peki öğrenciye faydalı olabildim mi? Belki evet, belki
hayır. Zaten kimse kimseye bir şey öğretemez, ancak öğrenmesine yardım edersin.
Ben sadece “çaba” gösterdim. Elimden gelen sadece bu oldu. “Çaba”mı gören
talebe, benden bir şey öğrenemese bile, çabamdan ötürü bana saygı duydu ve beni
sevdi. Ben de onları çok sevdim. “Çaba”mı görmeyen, göremeyen birkaç kendini
bilmezi ne affettim, ne de affederim.
Eğer daha az dersim olsaydı, özellikle kendi fakültemin
öğrencilerine daha çok katkıda bulunacağımı aklımdan geçirirdim. Bu yıl
nihayet, aklımdan geçeni uygulama imkanım oldu. Fakülte yönetimi beni İİBF’nin
koridorlarında gezinmekten kurtardı ve bana sadece iki dersin sorumluluğunu
verdi. Böylece haftada 35-40 saat ve sabah-öğle-akşam ders anlatmaktan
kurtulup, sadece kendi fakültemizin öğrencileri ile ilgilenmek imkanı
bulabildim. Zaman bana kalınca, rahatça ve geniş geniş ders yapmak, yetmeyince
ek derslerle takviye etmek mümkün olabildi. Postacının, haftasonu tatilinde
şehri dolaşması gibi, bana arta kalan zamanı da yine derslerle doldurarak
geçirdim. Böylece, hem aldığım keyif arttı, mutlu oldum; hem de nicedir hayalimde
olan kendi fakültemizin öğrencileriyle daha yoğun ders yapma amacımı da
gerçekleştirmiş oldum.
Lafı uzattım, hemen bağlayacağım. Fakülte yönetimine
teşekkür ettim, beni İİBF koridorlarından kurtarıp, zamanımı HF amfilerine ve
sınıflarına tahsis ettiği için. İkinci olarak, asistan arkadaşlara da teşekkür
ediyorum. Çünkü, İİBF’deki dersler onların çabalarıyla yürütüldü, benim bir
dahlim olmadı. Onların her biri de, en az benim kadar, belki daha fazla ders
anlattılar. Eğer onlar olmasaydı, ben bu dönemde anlattığım dersin 4 katını
anlatmak zorunda kalacaktım. İş başa düşünce haftada 40 saat de, 45 saat de
anlatılıyor. Fakat, arzu edilen hedefi tutturmak mümkün olmuyor. Sabah İcra,
öğleden sonra Medeni, akşam Ticaret, ertesi gün Borçlar diye diye dersler
geçiyor, sonra beden iflas ediyor, ne sen dersten keyif alıyorsun, ne de
öğrenci dersten verim alıyor. Eğer, bu dönem asistanlar ders yükümün önemli bir
parçasını üstlenmeselerdi, ben bir şekilde dersleri kör-topal yürütürdüm, ancak
birkaç kendini bilmezin haksız ithamlarına yine maruz kalırdım ve şu yazdığım teşekkür
yazısını kesinlikle yazıyor olmazdım.
Dönem bitti, güzel bitti, fakülte yönetimine ve asistanlara
teşekkür ettim ama en çok öğrencilere teşekkür ediyorum. Özellikle de birinci
sınıflara. Tüm okullar “öğrenci” için var. Öğrenciyi dışta bırakırsanız, geri
kalan her şey, binalar, memurlar, hocalar, kampüsler hatta kitaplar anlamını
yitirir. O yüzden, hedefte mutlaka öğrenci olmak zorunda. Öğrenme ve öğretme,
heyecan istiyor. Daha doğrusu öğrencide ve öğretende heyecan olmazsa, dersler
kuru, yavan ve tatsız geçiyor. Birinci sınıflara her ders anlatmaya girdiğimde,
öğrencilerin yüzünde öğrenme heyecanına tanık oldum. Bu heyecan, seneye -ne
yazık ki-, azalacak biliyorum. Bu heyacanı uzun süreli kılmak, hatta fakülte
bitene kadar muhafaza etmek biraz da bizim elimizde. Ben, elimden geldiğince
onların heyecanını üst seviyede tutmaya çalıştım. Onlar da benim bu çabama,
derslerime katılarak, derslerime aktif katılarak, soru sorarak, öğrenme
kanallarını açık tutarak ve bunları yaparken de, en ufak bir saygısızlıkta
bulunmayarak, benim keyfimi bozmayarak karşılık verdiler. Onların hukuk
mesleğine iyi bir adım atmaları için karınca kararınca çabaladım. Umarım faydam
olmuştur, umarım faydam olmaya önümüzdeki yıllarda da devam eder.
Son olarak, ilişkimiz her ne kadar gel-gitli olsa da, Allah’a
da şükrediyorum. Son beş yıldır derslerle yatıp derslerle kalktığımdan ailemi,
eşimi, çocuklarımı ihmal ettim. Buna rağmen, büyük kızım da, oğlum da –benden pek
de destek görmeden gösterdikleri- başarılarıyla beni gururlandırdılar. İlkokula
bu yıl başlayan küçük kızımın da ablasının, abisinin izinden gideceğini
seziyorum. Demek ki çocukların içinde var, benle ilgisi yok. Eve ekmek getirmek dışında, onların
eğitimleriyle çok fazla ilgilenmediğim, ilgilenemediğim halde, eşimin de benim
de yüzümüzü ağarttılar. Bana, anlayışlı-fedakar bir eş; tanıyan herkes
tarafından övülen, takdir edilen çocuklar nasip ettiği için, Allah’a da
şükrediyorum.
Herşey yalan, aile gerçek. Vesselam.
Hüseyin Cem ÇÖL
12 Aralık 2015 –
Pelitli