8 Haziran 2013 Cumartesi

Bir Kutlu Haber Beklerken




“Ne bu acele, Eylül’ü bekle birader” demeyin. Üstad, son yıllarda adetini bozdu, Eylül’ü beklemeden, yazın ortasında çıkageldi.  Olur a, belki bu yıl da, erkenden selam sarkıtmıştır da, ben iş güç arasında ıskalamışımdır diye “ümitlenmiştim”.  

Biraz aradım öteyi beriyi. Yeni bir hikaye henüz yok. Geçen seneki pek bir çalakalem yazılmış intibaı vermiş idi, yine de okuduk, yine olsa yine okuruz, lakin bu yıl pek kirlendik, zihnimizi bütün kirimizden sıyıracak şöyle esaslı bir hikaye hem hakkımızdır, hem de acil ihtiyacımız.

Hadi gelsin artık.

Hacca gücümüz yetmiyor, bari Kutlu okuyalım.

Hüseyin Cem ÇÖL
8 Haziran 2013 – Pelitli 

Kral Cübbeli



“Bir oyun oynadık, oynamaktayız. Hepimiz farkındayız değil mi? Mış gibi yapma oyunu.” dedi, Malcolm X’in cebindeki oyuncak haç.

“Oyunbozanlık etmenin sırası mı? Hem de birlik ve beraberliğe böylesine ihtiyaç duyduğumuz bir günde”, dedi Cübbeli Ahmet Efendi. Kızmıştı haça anlaşılan.      

*

“Ama bu kral cübbeli” dedi Tusubasa.

“Tusubasa öyle yazılmaz” dedi annesi “Lütfen kayda doğru geçsin, Tsubasa olmalı”.

“Evvela annelerden öğrendik” dedi Mehpare Hanım, “sahte gerçeği, gerçeğin sahtesiyle ustaca kombinlemeyi.”

*

“Ne yapacaksın o Themis heykelini” dedi Louise Salavin.

“Satacağım”, dedi Cyrano de Bergerac.

“Cyrano sen de bunu yaparsan, Tahir Sami ne yapmaz?” dedi Bay K.

“Ama ekmek parası” diyemedi Cyrano, çünkü gerçeği olduğu gibi söylememeyi öğrenmek için sekiz dönem ders görmüştü slaytlar eşliğinde. İçindekini diyemedi de, bir söylev vermeyi daha uygun gördü. Bir söylev: Büyük insanlık ideali hakkında.

*

Gregor Samsa, kendini devcileyin böcek bulmazdan az önce insan bedenli son hâliyle, “Hukuk, iktidarın fahişesidir diyenin ağzına sağlık” dedi. “Ağzına sağlık” lafını duyan yeni işkadını Mukaddes Kısakes, bunu kuracağı ağız ve diş sağlığı merkezinin kapısına ışıklı panolarla yazmayı aklından geçirdi. Oysa Gregor’un kızkardeşi “fahişe” lafına takılmıştı. Mutfağa gitti, irice bir elmayı aldı, ısırdı, kalanını kardeşinin kafasına fırlattı.

Hukuk ve iktidar arasındaki münasebetsiz münasebet alenen icra edilmekteyken, “kuşa bakın” diye haykırdı Gobbels.

Hazirun kuşa baktı.   

 *

“Korkakların klavyesini başlarında parçalamak lazım” dedi Behzat Ç. “Bu nasıl bir kral çıplak yazısıdır la, her tarafından korkaklık akıyor?” diye de ekledi.

“Amirim, kral çıplak değil zaten, kral cübbeli” dedi, Harun.

“La bi sus la biiiippppp, zevzeklik etme” dedi amiri.

Hayalet, güldü. Akbaba, masalı dinlemeye devam etti; piyonlar ölümüne savaşırken perde gerisinde şahla vezirin ahlaksız yakınlaşmasına tanık olmaktan keyiflendi.

E… Sonra ne oldu?

Ne olacak?

Yandı.

Bitti.

Kül oldu.

Vay dede sakalım.
Hüseyin Cem ÇÖL
8 Haziran 2013 – H 309

7 Haziran 2013 Cuma

"Ben Senin Şıklarla Dalga Geçebilme İhtimalini Sevdim..."


"Yumruğa kafa atan beş kafadar..."


20. Diego lakaplı Rüknettin Amannezahmetettin, Ordu ilindeki oto pazarında alım-satım işi yapan 55 yaşındaki Arda Artizneararlabazarda’ya 6.100 TL borç vermiş, ancak vadesi geldiği halde alacağını alamamıştır. Alacağını istediğinde “Sen Karadeniz çocuğu değil misin? Fındık olmadı mı bu Karadeniz’de para olur mu? Soğuğu yiyen geçip gidiyor evine. Ne tıkırtı var ne sıkırtı var, araba satan yok, satış olmayınca sana para da yok” cevabını almıştır. Bunun üzerine Karadeniz çocuğu Diego mafyaya gitmek varken yanlışlıkla icra takibi başlatmıştır. Ödeme emrini eline alan ve gönül işleri yolunda gitmediği için canı hayli sıkkın olan Arda Amca, itiraz dilekçesine aşağıdakilerden hangisini yazarsa takibi durdurabilir?
a) Diego dur allahını seversen zaten ortalık karışık
b) Your eyes are amazing, too.
c) Çılgın!
d) Benim kimseye borcum yok, bak altını da çiziyorum
e) Her hâl ve şartta neşeyi muhafaza, hayatın idamesi için yegâne çaredir. 


Hüseyin Cem ÇÖL
7 Haziran 2013 - Pelitli 

6 Haziran 2013 Perşembe

O Gün



“… birden çıldırıverdiler…”
Ahmet Altan,
Kılıç Yarası Gibi,
Alkım Yayınevi, İstanbul 2006, s. 28

Sayfa 100’deyim. J Muhtemelen Mehpare Hanım’ın yolu Ragıp Bey’le “de” kesişecek. Muhtemelen değil muhakkak. J Jurnalciler, yazıyla mı yoksa şifahen mi bildiriyorlardı jurnallerini padişaha? Murat Bardakçı’ya sormak lazım. Eğer yazıyla bildiriyorlarsa ve o jurnaller sarayın dehlizlerinde saklı ise, işte ben hakiki ve öz Wikileaks diye ona derim. J Mehpare Hanım bir nemfomanyak mı? J Müritler salaktır. Her mürit salaktır. Mürşitler ise zalimdir. Her mürşit zalimdir. J Anadolu hâlâ bir mezarlık. J O gün sen çok güzeldin. J Ahmet Altan, neden aşkı ve cinselliği iç içe sunuyor? Aşkı cinsellikten soyutlamayı yerli aşk filmlerinden öğrenmiş bizim gibi hayat acemilerine bu bilgi çok ağır değil mi? J O gün güzel olduğunu söylemiş miydim? J Şeyh Efendi’nin dramı, aslında binyıllık sahici bir dram. Bir başka coğrafyada yaşayan Cizvitlerin dramı ile aynı. Beden ve ruh çatışırsa, beden de ruh da azap çeker. Ne bedeni susturmaya çalışmalı, ne ruha sırt dönmeli. İkisini de doyurmalı. J Hasan Efendi, saf, yontulmamış ve ehlileşmemiş yanımız. Ve en korkunç, en zalim yanımız. Uyumakta olan bir çocuğun masumiyetini seyrederek sessizce gözyaşı dökebilir de, eğer inandırılmışsa uyumakta olan bir çocuğu boğazlayabilir de. J Şeyh Efendi, ilerleyen sayfalarda topa girecek mi yoksa tekkede postunun üzerinde bedenine ihanet etmiş canlı cenaze gibi hayatını sürdürmeye mi devam edecek? J Aslında bedeniyle barışık tek kişi Mehpare. Lakin onunda ruhu olduğu şüpheli. Aksak leylek. J Hakiki bal, tüm çiçeklerde bir müddet konaklamayı gerektirir. J Sen çok güzel değilsin ama sen o gün çok güzeldin.

Hüseyin Cem ÇÖL
6 Haziran 2013 – Pelitli 

ANILARA MEKTUPLAR - II



Sayın bayan,

Sizden çok çok özür diliyorum. “Sen kimsin be adam, ne diye durduk yerde benden özür diliyorsun?” dediğinizi duymaktayım. Sabredin anlatacağım.

Aslında beni tanımazsınız. Hoş, ben de sizi tanımıyorum ya. 10 yıl önce aramızda tatsız bir hadise vuku bulmuştu. Beş dakika boyunca size korku dolu anlar yaşatmıştım. Fakat, inanın, iki çocuğumun başı üzerine yemin ediyorum ki, size korku vermek dahası size zarar vermek gibi bir amacım asla yoktu. İnanılmaz bir aksilikler zinciri beş dakika boyunca sizi ve beni kuşatıverdi. Doğrusunu söylemek gerekirse o gece sizden çok ben korkmuştum.

Siz belki bu olayı unuttunuz. Belki de unutmadınız, yakın arkadaşlarınıza yıllarca anlatıp durdunuz. Ben sadece eşime anlatabildim bu tatsız “taciz” olayını. Başkalarının benim masumiyetime inanmayacaklarımdan, haksız ithamlara maruz kalmaktan korktum.

Bir bahar gecesiydi… Hava biraz serindi… Saat 22 sularıydı. Cebeci’den Samanpazarı’na doğru çıkmaktaydım. Tarihi değeri olduğu için, yıkılmasına müsaade edilmeyen yüzlerce eski, harap, harabe evin arasında Samanpazarı’nda kaldığım yurda doğru hızlı adımlarla yürümekteyim. Sokaklar yılan gibi kıvrılıyordu önümde. Birden fark ediyorum ki, sessiz ve hayli ıssız sokakta sadece iki kişi var. Biri ben, diğeri de siz. Yaklaşık on metre önümde yürüyorsunuz. Ben arkanızdayım. Sessiz gecenin karanlığında yankılanan ayak seslerimiz havayı iyice geriyor. On metre önümde yürüyorsunuz ve bu gayrıihtiyari sokak arkadaşlığından ürktüğünüzü hissediyorum. Sizi ürkütmek, korkutmak ya da Allah korusun başka türlü bir zarar vermek gibi asla düşüncem yok. Fakat, önümde yürüyorsunuz ve çok rahat fark ediyorum ki benden acaip ürkmektesiniz. Sanki sizi takip ediyormuşum gibi bir durum var ortada. Arkanızı dönüp bana baktınız, tekin biri miyim, güvenilir biri miyim anlamak için. Başınızı hızla önünüze çevirdiniz. Ürkmeye devam ettiğiniz belli. Demek ki benim tekin biri olmadığıma kanaat getirdiniz. “Hay Allah, ne yapsam” diye düşünmeye başladım. Vicdan azabı duymaya başladım. Ayak seslerimiz, ortamı iyice germeye, ürküntünüzü, korkunuzu iyice çoğaltmaya başladı. İnanın o yılan gibi yolda, bir ara sokak olsaydı, hemen sapacaktım sizi eziyetten kurtarmak için. Tam bu sırada, vaziyetin şaşkınlığından mıdır nedir, hiç sevmediğim ve kesinlikle alışık olmadığım bir hareketi, hiç olmayacak bir anda yaptım ve sağ elimle apışaramı hafifçe düzelttim. Hadi benim yaptığım eşeklik neyse de, ya sizin yaptığınıza ne demeli? Ben, sokak ortasında, üstelik gece vakti, üstelik bir kızın arkasında yürümekte iken bu eşekçe hareketi yaptım ve siz de büyük bir isabet kaydederek tam bu esnada, başınızı çevirip bana baktınız ve ne yaptığımı gördünüz. Görür görmez de, panik içinde adımlarınızı hızlandırdınız. Yerin dibine geçtim. Ne yapacağımı bilemedim. Yol yok ki sağa sola sapayım. Geriye dönüp geldiğim yöne yürüsem belki daha çok korkacak, hatta muhtemelen koşmaya kalkacaksınız. “Bari hızlanayım, şu kızı geçeyim de bu ıstırap, bu işkence bitsin artık” diye düşündüm ve adımlarımı hızlandırdım. Adımlarım hızlandıkça, ayak seslerinin şiddeti yükseldi ve gerilim daha da arttı. Hızlandığımı fark edince, daha da korkunç bir şey oldu, siz de hızlandınız! “Yahu kadın, sen yavaş yürü, benim amacım, hızla yürüyüp seni geçmek, sana bir şey yapacak değilim, sakin ol” diye bağıracağım nerdeyse. İkimizde hızlı adımlarla yürümeye başladık. Dışarıdan biri bizi görse, kesin, benim sizi takip ettiğimi düşünecektir. Çünkü vaziyet aynen öyle görünüyor. Fakat, kime anlatırsın derdini? Allah’tan gideceğiniz ev, o sokakta biraz ötedeymiş. Bir evin önünde durdunuz, hızla zile bastınız. İçimden “oh be, kurtuldum, evi yakınmış” diye düşünerek, yolun karşısından, neredeyse duvara bitişik vaziyette yürüyerek yanınızdan geçtim. Kabus bitmişti nihayet.

Olay, anlattığım gibidir sayın bayan. İçimden zerre miktar kötülük geçmemiştir inanın. Dünya-ahret bacımsınız. Size korku dolu anlar yaşattım ama inanın benim hiçbir suçum yoktu bu işte. Her şey, bir anda, paldır-küldür oluverdi.

Bir kez daha özür diliyorum sizden. Aradan on koca yıl geçti. Evlenmişsinizdir mutlaka. Çocuklarınız falan da olmuştur. Belki de hala, o yıkık-harabe evlerin birinde oturuyorsunuz.

Neyse efendim. Mektubu uzatmanın anlamı yok. Diyeceğimi dedim. Allah’a emanet olun. Size tacizsiz, mutlu, huzur dolu günler dilerim.

İmza : Gecenin bir vakti, ıssız bir sokağı birlikte adımladığınız genç

Nam-ı Diğer Salavin
8 Eylül 2006 - ANKARA 

ANILARA MEKTUPLAR – IV



H. abi,

O gün ne yaptığınızı biliyorum. Zaten sen de, “o gün ne yaptığınızı bildiğimi”, biliyorsun. Bu mektup, bir anlamda, bilineni tekrarlamaktan öteye geçmeyecek. Olsun. Ben yazmaktan yüksünmüyorum. Aksine, anılarımı hatırlamak ve yazıya dökmek, hoşuma bile gidiyor.

Dokuz yıl olmuş, dile kolay. Zaman ne çabuk geçiyor öyle değil mi? Sen, o vakitler, birkaç yıllık avukattın. Gençtin, dinamiktin, yakışıklıydın, geleceğin parlaktı. O günlerde popüleritesi yüksek bir siyasi partiyle de organik bağın vardı. Yani, ayağını sağlam kazığa bağlamıştın. Bana gelince… Hayata hızlı girmenin bedelini ödüyordum. Genç yaşta fakülteyi bitirmiş ve hemen yuva kurmuştum. Belki bir şeyler öğrenirim düşüncesiyle bürona gelirdim. Güya staj yapıyordum ama her şey göstermelikti işte.

O gün… Hatırla canım işte o gün… Neydi o yanında çalıştırdığın gencin adı? Hafıza yok ki anasını satayım, unutuyorum işte böyle. Adı her neyse, büroda yoktu işte. Tek ben vardım. Sen içerde dosyalarla meşguldün. Sonra o kadın geldi büroya. Daha önce de büroya geldiğine tanık olmuştum bu kadının. Otuz küsur yaşlarında, alımlı, kendine aşırı güvenen, güzelce bir kadındı. Kocası müteahhitti ve hayli zengindi. İçeri girdi. Çay söyledim size. Sonra beni yanına çağırdın. Rasgele bir kağıda, bir icra dosyasının numarasını yazdın, benden adliyeye gitmemi ve bu numaralı dosyaya para yatıp yatmadığını öğrenmemi istedin. Şaşırmıştım. Benden pek böyle şeyler istemezdin. Hevesle gittim adliyeye. Bir şeyler öğrenmek için can atıyordum, çünkü.

Dosyaya para yatmamıştı. Hemen döndüm. Adliye bürona yakındır bilirsin. Çarçabuk geliverdim büroya. Biraz da telaşlı tabiatlıyımdır, hatırlarsan. Hızla büroya girdim, kapıyı tıklatır tıklatmaz odana daldım ve sizi…

Sizi, odanın orta yerinde birbirinizden hızla ayrılırken gördüm. Çok telaşlanmıştın. Kadın da suçlu gözlerle bir müddet bana bakmış, sonra yavaşça yerine oturmuştu. Senin daha fazla mahcup durumda kalmaman için, dosyaya para yatmadığını söyledim ve kapıyı yavaşça kapatıp dışarı çıktım.

O gün, orada, muhtemelen “öpüşüyordunuz”. Zevkinizi hangi safhada böldüm bilmiyorum. Elbisenizde bir dağınıklık fark etmediğime göre, ya işin başındaydınız, ya da sadece dokunmak ve öpüşmekle yetiniyor, sonrasını başka bir ana saklıyordunuz. Allah korusun, size iftira atmak istemem. Büroda değil ama başka yerlerde mercimeği fırına vermiş olduğunuz muhakkak. Sonuçta, kılıcı kında görmüşlüğüm yok. Fakat, takdir edersin ki, ben çocuk değilim. O gün de çocuk değildim.

Yanlış anlamanı istemem. Benim kimseyi yargılamak gibi bir niyetim yok. Hele hele aradan bunca yıl geçtikten sonra… Olup biten her şey “zamanaşımına” uğramışken hele… Herkes, kendi amelinden sorumlu. Senin kiminle ne yaptığın beni asla ilgilendirmez. Seni, bu olaydan ötürü asla suçlamadım ve suçlamam da. Çünkü ben suç takdiri yapabilecek mevkide değilim. Hesabını gereken yerde, gereken mevkiye verirsin. Bana değil.

Aslına bakarsan, seni suçlamadığım bir yana, seni anlayabiliyorum da… Yakışıklı, bekar ve unvan sahibi bir adamdın. Gerçekten o şehrin en yakışıklı avukatı sendin. E, kadın da hem güzeldi, hem de (çok afedersin) vermeye teşne bir tabiatı vardı. Ateşle barut yan yana olunca “infilak” kaçınılmazdır haliyle.

Bugüne kadar, senin mesleki ve siyasi kariyerine zarar vermemek için –eşim hariç- hiç kimseye anlatmadım bu olayı. Şimdi, köprünün altından çok sular aktı. Şu an bunları alenen yazmam da bir mahsur yok. Türkiye’de binlerce H. ön isimli avukat var. Kim bilecek seni? Hem bilse ne olacak? Olan olmuş, ölen ölmüş değil mi?

Yıllar boyunca seni uzaktan takip ettim. Şu an, bildiğim kadarıyla mesleki ve siyasi hayatının zirvesindesin. Muhtemelen önümüzdeki seçimlerde meclise bile gireceksin. Evlendiğini, bir oğlunun olduğunu da biliyorum. Allah işini rast getirsin.

Sana siyasi ve mesleki kariyerinde başarılar, özel yaşamında mutluluklar diliyorum.

İmza : Hocanın oğlu

Nam-ı Diğer Salavin
8 Eylül 2006 - ANKARA 

ANILARA MEKTUPLAR – I



Sayın hocam,

Bağışlayın adınızı unuttum. İsmail mi, İbrahim mi öyle bir şeydi galiba. Sizinle tanıştığımda doçenttiniz, profesörlük beklediğinizi falan söylemiştiniz. Aradan üç koca yıl geçtiğine göre şimdi profesörsünüzdür muhtemelen. Gıyabınızda tebrik ederim sizi.

Sizi birkaç ay önce Haberal’ın televizyonunda görmüştüm. Adınızı unutsam da, simanızdan hemen tanıdım sizi. Dizilerde de oynayan bir tiyatro oyuncusuna çok benziyorsunuz. Fakat, komediye bakar mısınız, o oyuncunun da adını bilmiyorum.

Bu mektubu size neden yazdığımı merak ediyorsunuz değil mi? Hemen merakınızı gidereyim. “Size teşekkür etmek için” yazıyorum bu mektubu. Siz bana “o gün”, hayat merdivenimde işe yarayacak çok önemli bir şey öğrettiniz. “E, ne olacak, koskoca hocayım, işim gücüm zaten öğretmek” deyip geçmeyin. Sizden öğrendiğim bilgi, kürsüde anlattığınız yalan-yanlış bilgiler cinsinden değildi. Daha “esaslı” bir şeydi, “rehber bilgi” gibi. Ezberlenip unutulan cinsten değil, öğrenilip asla hafızadan çıkmayan cinstendi. Sabırsızlanmayın, anlatacağım.

O gün, TUS’tu galiba, bir sınavda birlikte görevliydik. Siz başkan, ben gözetmen. Sınav yerine erkenden gitmiştim. Siz, benden daha önce gelmiştiniz. Tanıştık. Ordan buradan konuşmaya başladık. Çalışmalarınızdan bahsettiniz. Söz “kitaplarınıza” geldi. En son yayınladığınız kitabı çantanızdan çıkardınız. Yeni doğan bebeğine itina gösteren anne edasıyla kitabınızı bana tanıttınız. Kitap, hiç unutmam “kare” biçimliydi. “Neden böyle” diye sormuştum. “Öğrenciler fotokopi çekemesin de, satın alsınlar” diye cevap vermiştiniz. Kitabınızla ilgili öyle heyecanlı, öyle arzu dolu konuşuyordunuz ki, gıptayla karışık şaşkınlık içerisindeyim. 13. kitabım demiştiniz ama sanki ilk kitabı çıkan acemi yazarların sevinci içindeydiniz. Benim de kitaplara ilgi duyan biri olduğumu anlayınca “aşkla” anlatmaya devam ettiniz. Kitap hakkında epey bir malumat verdikten sonra, hiç beklemediğim, hiç ummadığım, beni hayretlere gark eden bir şey yaptınız. “Kitapevlerinde 12 milyon lira ama ben 10 milyona veriyorum” dediniz ve kitabı masanın benden yana olan kısmına bırakıp iki adam geri çekildiniz. Ben, olup bitene anlam verememenin şaşkınlığı içindeydim. Ne diyeceğimi bilemedim. Onca lafı, kitabını tanıtan bir profesör adayından mı dinlemiştim, yoksa müşteri psikolojisini çok iyi bilen usta bir tezgahtardan mı? Hoca-öğrenci diyalogu sandığım şey, en adisinden satıcı-müşteri diyalogu imiş meğer. Bir bilim adamının, öğrencisine müşteri nazarıyla bakması en hafif deyimle “alçaklıktır”. Aslında o kişinin, ne bilimle ne de adamlıkla da ilgisi vardır. Onca lafı, kitabınızı bana kakalamak için sarfettiğinizi anladığımda, bir an sizden, kitaptan, hocalardan, eğitim sisteminden, bilimden, hasılı “kağıdın kutsiyeti etrafında halkalanan her şeyden” tiksindim. İçim nefretle doldu.

Teklifinizi anlamamış gibi yaptım ve “ürününüzü” satın almadım tabi. Ama o gün sizden çok esaslı bir şey öğrendim. Bu mektubu yazmama sebep olan “çok esaslı bir şey”.

: Özümüzü “kemale” erdirmedikçe, geldiğimiz makamların, sahip olduğumuz unvanların hiçbir değeri yoktur. Sadece karnımızı doyururuz o kadar. Kendimiz dahil hiç kimseye esaslı bir faydamız olmaz. Makam ve unvan, insanı kemale erdirmez, kemale eren insan makam ve unvanının hakkını verir. Ve nihayet, çöpçüsünden profesörüne, hamalından başbakanına kadar bütün insanlar aynı arzuların, aynı hayallerin, aynı sıkıntıların sarmalında yuvarlanıyor. Bu anlamda insanlar arasında korkunç bir eşitlik var. 

İşte bunları öğrettiniz bana sayın hocam. Bir kez daha teşekkür ederim herşey için.

Çalışmalarınızda başarılar diliyorum. Kitabınız, okurunuz/müşteriniz ve kazancınız eksik olmasın. Esen kalın.

Bir öğrenciniz

Nam-ı Diğer Salavin
8 Eylül 2006 - ANKARA 

5 Haziran 2013 Çarşamba

Duyuru


Başlığa "DUYURU" yazınca kendi kendime öyle bir GERİLİYORUM Kİ, gülsem mi yoksa psikiyatr'dan randevu mu alsam bilemiyorum. Sanki kendi kendime sarı zarfta celp kağıdı göndermiş gibi ruhuma sıkıntı giriyor.

Neyse diyeceğimi diyeyim de, eve gidip yatayım, uykum geldi.

Şey diyecektim, girdiğim derslerin final sınav sonuçları var ya... İşte onları bu Cuma günü sabah saatlerinde okutacağım bir engel olmazsa. Tam olarak söylemek gerekirse, 7 Haziran 2013 Cuma günü saat 15:00'de notlar sisteme girilmiş olur. Banka hesabımın aktiflerine gözle görülür bir katkıda bulunursanız, sizin için şartları zorlayabilir, ifşa anını 14:00'e bile çekebilirim.        

Sınıf ortalaması hangi rakamda sabitlendi, geçmek için asgari not nedir, standart sapma en son kaç olur, çan eğrisi düzelecek mi, o kız bana yüz verecek mi gibi sorularınızın cevabını maalesef bilmemekteyim. Çok değil 12 Haziran 2013 Çarşamba günü bütün sorularınızın cevabını bulacak, muradınıza ereceksiniz.

Azcık sabır, çokça neşe...

Hüseyin Cem ÇÖL
5 Haziran 2013 - H 309   

4 Haziran 2013 Salı

ANILARA MEKTUPLAR – III



Saygıdeğer hanımefendi,

Bilirsiniz, insan hayatında belli dönemler vardır; çocukluk, ergenlik, gençlik, orta yaşlılık ve yaşlılık gibi. Bu dönemler arasında geçişler çoğunlukla fark edilmez. Bir bakarsınız, çocukken ergen olmuşsunuz, ergenken genç, gençken orta yaşlı ve orta yaşlıyken yaşlı. Dönemden döneme geçerken bir “ara dönem” yaşanır hülasa. Aynı anda, hem çocuk hem ergen olunan, hem ergen hem genç olunan, hem genç hem orta yaşlı olunan, hem orta yaşlı hem yaşlı olunan bir “ara dönem” sessiz sedasız bizi içine alır, ne olduğunu anlamamıza fırsat vermeden, bir sonraki döneme bizi fırlatır. Bir şeylerin değişmekte olduğunu anladığımızda kendimizi bambaşka yerde, bambaşka biçimde buluveririz.

Merak etmeyin, acemi ve beceriksiz bir psikolog ağzıyla yazdığım bu cümleleri niçin size anlattığımı izah edeceğim. Efendim, ben halen orta yaşlı bir insanım. Çocukluktan ergenliğe, ergenlikten gençliğe nasıl geçtiğimi bilmiyorum. İçine girdiğim ara dönemlerden habersiz, bir dönemden başka bir döneme atlayarak bugüne geldim muhtemelen. Fakaaaaaattt!... Gençlikten, orta yaşlılığa geçerken “ara dönem” yaşamadığımdan eminim. Efendim ben, gençlikten orta yaşlılığa, saniyenin binde birinde vücudumu saran “olgunlaşma ışınıyla” geçiverdim. Yani, gençlikten orta yaşlılığa kısa bile olsa “ara dönem” yaşamadan geçiverdim. Her şey bir anda oldu. Bir anda gençlik gömleğini çıkardım ve orta yaşlılık gömleğini giyiverdim.

“Sen deli misin, tüm bunlardan banane, sen ara dönem yaşamışsın, yaşamamışsın beni ne alakadar eder, işin gücün yok mu be adam, ne diye beni rahatsız ediyorsun?” demeyin. Hemen şimdi, meselenin sizle alakalı olan kısmına geçeceğim. Çünkü, gençlik dönemimi noktaladığım ve orta yaşlılığa atladığım anın MÜSEBBİBİ SİZSİNİZ. Siz olmasaydınız, belki ben birkaç yıl daha, kendimi genç zannetmeye devam edecektim.

2002 yılının Mayıs ayıydı. Kaynım, eşi ve 2 yaşındaki ikiz çocuklarıyla birlikte Ankara’ya gelmişti. İkizlerden birinde “sara” hastalığı emareleri görülmüştü ve teşhis-tedavi için Hacettepe Hastanesine sevk yaptırmışlardı. Teşhis konabilmesi için EKG testinin yapılması gerekiyordu. Yanlış hatırlamıyorsam, kalp atışlarının düzenli olup olmadığını ölçen bir testti bu. Hastaneye ben de onlarla birlikte gitmiştim. Test için birkaç gün sonraya randevu vermişlerdi ve çocuğu gece uyutmamamızı sıkı sıkı tembih etmişlerdi. Çünkü, EKG testinin yapılması sırasında mutlaka çocuğun uyuması gerekiyordu.

Kaynım ve eşi, test yapılacağı günün gecesi çocuğu uyutmadılar, türlü oyunlar oynayarak sabaha kadar oyaladılar. Sabah olunca, otomobile atlayıp hastaneye gittik. Sabaha kadar uyumayan çocuk yolda daldı haliyle. Uyandırmaya kıyamadık. Uyanmadan test işi olup bitsin diye alelacele hastanenin ilgili odasına koşturduk. Aksilik bu ya, tam odaya girerken çocuk uyandı ve ağlamaya başladı. Sabaha kadar uyumamış olan kaynımın ve eşinin canı hayli sıkıldı. Hem uykusuz kalmışlar, hem de test yaptıramamışlardı. Çocuğu yeniden uyutmayı denedik ama nafile. Randevuyu bir gün sonraya erteledik mecburen.

O gece kaynım ve eşim, yine çocukla birlikte sabahladılar. Bu kez olup biter umuduyla sabahleyin hastaneye doğru yola çıktık. Yolda yine uyudu bizimki. Yine uyandırmadık. Kaynım, hastane önünde bizi indirdi, “siz gidin, ben arabayı park edip gelirim” dedi. Kaynımın eşiyle, çocuğu uyandırmamaya çalışarak 3. kata çıktık. Şükürler olsun, koridorda kimse yoktu ve gayet sessizdi. Hemen test odasına girdik. Çocuğu ölçüm cihazına yatırdık. Kaynımın eşi yanında kaldı. Ben dışarı çıktım.

Kapının önünde bekliyorum. Densizin biri gürültü yapar da, çocuğun uyanmasına sebep olur düşüncesiyle, sessizliği temin etmek adına kapıda dikilmekteyim. Asayiş görevlisi edasıyla sağa sola bakınmaktayken koridorun sonunda SİZ görünüverdiniz. Nicole Kidman’ı andıran bir zarifliğiniz, duru bir güzelliğiniz vardı. Koridorun soluk ışığında salınan beyaz bir kuğu gibi göründünüz gözüme. Zayıftınız, saçınız kısaydı ve sarıydı, üzerinizde size çok yakışan açık renkte bir ceket-etek vardı. (Döpiyes mi deniyordu buna?) Sonra, koridorda bana doğru yürümeye başladınız. Zaten benden başka kimse yoktu. Çok ince, narin bir sesle EKG testinin nerede yapıldığını sordunuz. Kendimi toparlayarak “burada” dedim “ama şimdi içeride çocuk var, uyanmaması lazım, biraz daha sessiz olalım”. Uyarımı gayet olgunca karşıladınız ve sesinizi iyice alçalttınız. Bir meleği dinler gibi sizi dinledim beş dakika boyunca. Küçük bir oğlunuz varmış. Saradan şüpheleniyormuşsunuz. EKG testi yaptırmanızı salık vermişler. Önbilgi almak için hastaneye gelmişsiniz. Bildiklerimi anlattım ayaküstü. Başka neler konuştuk, başka neler konuştunuz bilmiyorum. Çünkü ben sizi dinlerken aslında sizi dinlemiyordum. Gözüm sizin gözlerinize odaklanmıştı ama aklım başka yerlerdeydi. Sizinle konuştuğumuz o birkaç dakika içinde ben, başrolünde sizinle benim oynadığımız iki saatlik bir film çektim beynimde. Filmde neler neler olmuyordu ki? Türk filmlerinde gördüğümüz tüm romantik sahneler, çam ağaçları arasında dolaşmalar, dalgalar arasında çıplak ayakla yürümeler, ılık bir yaz akşamında balkonda otururken omuz omuza hayale dalmalar vs. Akla gelebilecek her çeşit romantik sahneyi, büyük bir hızla beynimin süzgecinden geçiriyor, bir yandan da size laf yetiştiriyordum.

Sonra film bitti. İşte O ANDA, filmin bittiği saniyenin binde biri denilebilecek o kısa anda, HERŞEY OLDU. BEN ARTIK ESKİ BEN DEĞİLDİM. Rüya görürken rüya gördüğünüzün bilincine vardığınız oldu mu hiç? İşte ben o gün orada uyanıkken bir rüya gördüğümün bilincime vardım ve birden ayaklarımın yere başka türlü bastığını hissetim. Çünkü, gördüğüm rüya asla gerçekleşemezdi, ne sizinle, ne de başkasıyla. Çünkü ben, evli ve çocuk sahibi bir insandım, sorumlulukları olan bir insandım, sorumluluklarımı bir yana itip, hayallere kapılabilecek vaziyette değildim. Belki, genç olsam, olmayacak şeyler değildi sizle benim aramda hayal ettiklerim… Genç olsam, olabilirdi bir şeyler… İŞTE O AN, OKKALI BİR TOKAT YEMİŞ GİBİ ARTIK GENÇ OLMADIĞIMI ANLADIM. Bana helal olmayan bir kadını hayallerde bile sevemeyeceğimi ANLADIM. Kabuk değiştirdiğimi, başkalaştığımı, olgunlaştığımı, artık başka biri olduğumu ANLADIM. Hayatın, benim avuçlarımda olmadığını; her aklıma geleni yapmak imkanının bulunmadığını; kaderimi değiştirebilecek güçten tamamen yoksun olduğumu ANLADIM. Şairin dediği gibi, “artık serbest düşünme zamanlarım geçmişti.” Hülasa, artık GENÇ olmadığımı, ORTA YAŞLI biri olduğumu ANLADIM.

Kısa sohbetimiz bitmiş, sıcak bir “iyi günler” sözcüğünün ardından koridordan merdivenlere doğru kuğu misali yürümüştünüz. Arkanızdan bakakalırken, sadece sizin değil, gençliğimin de bana “iyi günler dostum” dediğini bir kez daha tüm zerrelerimde hissetmiştim.

(Aradan üç yıl daha geçti. Ben, iyice kendimi orta yaşlılığa alıştırmışken, birdenbire bir ay süren “dejavu” yaşadım. Sonra o da geçti. Yine orta yaşlılığa döndüm. Bu bahsin sizle bir ilgisi yok. Ama bu mektupta yeri geçsin istedim.)

Hanımefendi,

Bu mektubu size neden yazdığımı anladınız işte. Rahatsızlık verdiysem özür dilerim. Sizin hayatınızda belki nokta kadar iz bırakmadım. Belki de, daha o gün merdivenden inerken beni unuttunuz. Gam değil! Ama ben sizi unutamadım işte. Unutabileceğimi de sanmıyorum. Beni, gençlik yıllarımdan koparıp, orta yaşlılığa savuran bir kadını nasıl unutabilirim?

Uzun bir mektup oldu. Noktalasam iyi olacak. Oğlunuz, şu an anaokuluna gidiyor olmalı. Dilerim, sağlığı, sıhhati yerindedir. Size ve ailenize, mutlu, güler yüzlü bir hayat diliyorum. Sevgiyle kalın.

İmza : Adıdeğmez

Nam-ı Diğer Salavin
8 Eylül 2006 - ANKARA 

Eren'den Mektup - Eren'e Mektup



Merhabalar,

Benim sizinle tanışmam geçen sene Roma Hukuku sınavında oldu.Derste konuları irdelemeniz diğer hocalardan çok farklı idi.Hatta öyle ki öğrencilerinizin hakimlik savcılık sınavında başarılı olmaları için şimdiden ders notlarını takip edeceğinizi söyleyip isimlerini almanız beni etkilemişti.Kendi kendime dedim ki "işte Türkiye'nin ihtiyacı olan idealist insan modeli.Başarı için ter döken,azimli bir insan.O kişinin yetiştireceği nesiller de eminim onun gibi olacak."

Şimdi bir yaş daha büyüdük ikinci sınıf olduk.Bu süreçte zorluklarla karşılaşmaya devam ediyoruz..Keza sadece biz değil siz de.Başınıza gelen talihsiz bir sınav hatası yüzünden moralinizin ne kadar bozulduğunun farkındayım.Size inanıyorum,bilerek isteyerek böyle bir şey yapmadınız ama olan oldu moralleri toplamak lazım diye düşünüyorum.

Üniversitelerin çoğunda öğrenci asla konuşamaz.Öğretim üyeleri doçlar proflar ne derse o olur.Hele ki onları eleştirmek imkansızdır.Aslında bu, gelecekte (hatta şimdi bile) susmaması gereken adaletin sesi olacak insanlar açısından büyük bir ironidir.Yapılan haksızlıklara sınıfta kalma korkusuyla mezun olamama korkusuyla boyun eğen öğrenciler sanmıyorum ki gelecek hayatlarında da insiyatif sahibi olup başarılı olsunlar.Velhasıl-ı kelam izninizle size bir eleştiri de bulunmak istiyorum.Bu eleştiriyi sizin anlayışla karşılayacağınızı bildiğim ve babacan tavırlarınıza güvendiğim için yapmaktayım.

Değerli hocam,

Sizce de yapılan bu son Borçlar Hukuku GH finalinde bir abartı yok muydu ? 100 soru.17 sayfa.150 dakika..Öğrencilik sıralarından sizler de geçtiniz.Gecesini gündüzüne katıp ders çalışmak nedir bilirsiniz.Çalışmanın karşılığını almayı istemek nedir bilirsiniz.Sınav sonunda konuştuğum arkadaşlarımın çoğu yetiştiremediklerinden dert yanıyorlardı.Bu farazi şeyleri geçelim ben kendi yaşadıklarımdan bahsedeyim.Soruları ben de yetiştiremedim ama asıl kötüsü çözdüğüm sorular üzerinde düşünemedim.Tartışıp daha doğru nedir bulamadım.Sınav sonuna doğru başıma saplanmış olan ağrı yarınki sınavıma çalışmamı etkileyecektir heralde.Sizce de bu kadarı abartı olmadı mı ? Sözlerimi lütfen yanlış anlamayın.Siz de bu soruları hazırlarken büyük emek sarfettiniz; ama hepimizin istediği emeklerinin karşılığını alabilmekse ne siz bu şekilde alabilirsiniz ne de biz öğrenciler..

Sabırla okuduğunuz için teşekkür eder, çalışmalarınızda başarılar dilerim.

Saygılarımla

Eren Dikyol
KTÜ HUKUK -2-




Sevgili Eren,

Uzun bir mail yazmışsın, eğer okuma zahmetine katlanırsan ben de sana daha da uzun bir mail yazacağım.

Öncelikle şunu ifadeyim. Beni eleştirdiğin için sana asla kızmadım ya da darılmadım. Ders işleyişimle ya da sınav tarzımla ilgili eleştiriler beni asla rahatsız etmez. Eleştirilerini yüzüme karşı söylesen hatta sınıf ortamında söylesen de durum değişmezdi. Öğrencilerin kendilerini ifade etmesini, en az öğretmeye çalıştığım bilgiler kadar önemsiyorum. Zaten eğitimin ana amaçlarından biri de, sizlerin kendinizi cesur, düzgün ve sağlıklı ifade yeteneğinizi kazandırmaktır. Bu nedenle, bana karşı yönelttiğin eleştirileri, eğitiminizin bir parçası olarak da gördüğümü bilmeni isterim. Ve doğru bildiğin gerçekleri, bundan sonraki hayatında, özellikle meslek hayatında ürkmeden savunmaya devam etmeni de dilerim.

Sevgili Eren,

Bugün girmiş olduğun sınavdaki soru sayısını abartılı buluyorsun. Peşinen “yanlış düşünüyorsun” demeyeceğim. Hatta bir parça haklılık da buluyorum bu düşüncende. İstersen “neden final sınavında test yaptım, neden 100 soru sordum?” sorusunun cevabını yazayım, ondan sonra sınavda abartı var mı, varsa eğer abartmanın haklılığı, haksızlığı üzerine beraber düşünelim.

Eren, sen de bilirsin ki, hukuk eğitimi almak isteyen ve almakta olan gençlerin pek çoğunun gönlünde hakim-savcı olmak emeli yatar. Senin gönlünde de bu aslan yatıyor mu bilemem. Belki 5 öğrencinin 4’ü hakim-savcı olmak için Hukuk Fakültesi’ne girmiştir. İstersen etrafındaki öğrenci arkadaşlarına bir soruver. Pek çoğu hakim-savcılık mesleğini diğer mesleklerden üstün tutacaktır.

Ve biliyorsun ki, hakim-savcı olmak için, sadece Hukuk Fakültesini bitirmek yetmiyor. ÖSYM tarafından yapılan hakim-savcı sınavını kazanmak da gerekiyor. Bu sınavlarda 40 genel yetenek ve genel kültür, 100 alan bilgisi sorusu soruluyor. Sınav süresi ise 150 dakika.

Şimdi senden bardağın dolu tarafını görmeni isteyeceğim. Bir an için, “alan bilgisi” derslerinin tüm final sınavlarının 100 soruluk test olduğunu düşün. Bu seni ve senin gibi hakim-savcı olmak isteyen tüm arkadaşlarını çok zorlayacaktır ancak fakülte sonrası gireceğin asıl hakim-savcı sınavı öncesinde defalarca esaslı prova yapmış olmayacak mısın? “Ağır sınavlardan” geçmeden bu fakülteden mezun olduğunda ve “hayatın ağırlığı” karşısında bunaldığında, keşke daha sıkı bir eğitim alsaydım diye yazıklanmayacak mısın? (Salt final sınavında 100 test sorusu sormakla iyi bir eğitim verdiğimizi iddia ediyor değilim, o konuya da geleceğim.) Acaba iki sene sonra girdiğin hakim-savcı sınavından çıktıktan; anayasasından idaresine, borçlarından icrasına kadar 100 alan bilgisi sorusu içinde bocaladıktan, kafan allak-bullak olduktan sonra Adalet Bakanlığına mail atıp “bu sınavınızda abartı yok muydu? 100 + 40 soru, 36 sayfa, 150 dakika.” diyecek misin? Yoksa, keşke fakültedeki tüm sınavlarımız böyle ağır olsaydı deyip, “hafif” sınavlarla sizleri mezun eden bizleri yine saygıyla anacak mısın?

“Soruları ben de yetiştiremedim ama asıl kötüsü çözdüğüm sorular üzerinde düşünemedim” diyorsun. Sen hiç ALES’e girdin mi? ALES’te en büyük sorun, sürenin yetmemesidir. Çünkü sadece bilgi sorulmuyor bu sınavda, aynı zamanda süreyi kullanma yeteneği de ölçülüyor. ÖSYM’nin yaptığı tüm sınavlar da öyle. Yani salt bilmek değil ölçülen, sana verilen süre içinde daha çok doğruyu işaretlemek ve birilerini geride bırakmak. Yarışı herkes bitiriyor ama malum sadece ilk üçe girene madalya veriliyor. Farkındayım, bu sınav sitemi, tamamen rekabet kültürünün bir ürünü. Kardeş, beğenelim beğenmeyelim bizler rekabetçi bir dünyanın çocuklarıyız. Bu çağda ayakta kalmak, birilerini geride bırakmaya dayalı. “Ben bu yarışta yokum, içimdeki barış yüzüme yansısın, vicdanım benden razı olsun yeter, ben böyle de güzelim” diyen birini tanıyorum, her gün onunla aynada yüz yüze geliyorum ama sana onun gibi olmanı tavsiye ve telkin edemem. Çünkü yıllardır olduğu yerde sayıyor.    

Ha bir de, ben, sınavda ÖSYM’nin size asla yapmayacağı bir lütufda bulundum: Mevzuatı serbest bıraktım. Mevzuat dediğin araçlardaki navigasyon cihazı gibidir. Kullanmayı bilirsen, kestirmeden hedefe ulaşırsın, süreyi de iktisatlı kullanmış olursun; kullanmayı bilmezsen aynı güzergahta hedefe varamadan dolanır durursun.

Şimdi tüm bu yazdıklarımla çelişkiye düştüğüm intibaını verecek şu lafı da edeyim: Aslında test yöntemi, gelmiş geçmiş en boktan öğrenmeyi ölçme yöntemi. Ben de, çok gönüllü olarak sınavlarda test yöntemini uyguluyor değilim. Sizde de, biliyorsun, ilk defa yaptım, çünkü yapmak zorunda kaldım. Bu dönem, beş farklı dersi (Borçlar Hukuku, Roma Hukuku, Şirketler Hukuku, İcra ve İflas Hukuku, Ticaret Hukuku), bini aşkın öğrenciye anlatmaya gayret ettim. Tüm bu derslerin sınavlarını test yapmamayı inan ben de isterdim. Fakat, pratiğinden klasiğine kadar öğrenmeyi gerçekten ölçen adam gibi bir yazılı sınav yapsam, acaba sınav kağıtlarını “tek başıma” ne zamana kadar okuyabilirdim dersin? Adil not dağıtacağım, kimseye haksızlık yapmayacağım kaygısıyla, sadece “bir” kağıda yarım saat ayırmanın ne demek olduğunu bilir misin? İstersen yarım saati binle çarp ve bu fakir tüm kağıtları ne zaman okumayı bitirir hesapla. “Kağıt Okuma Savaşları”nın okuru isen zaten ne dediğimi çok iyi anlayacaksın.  

Şimdi tüm yazdıklarımla bir kez daha çelişkiye düşme pahasına bir adım daha fazlasını yazayım: Aslolan sınav da değildir sevgili Eren. Dünyanın öğrenmeyi en iyi ölçen sınav yöntemini bulup uygulasan bile, eğer adam gibi “ders” yapmamışsan, kaldır at gitsin.  “Ders” deyince, vicdanımda ağır bir sızı başlıyor. Çünkü size karşı bu konuda çok çok mahcubum. Şu biten yılın benim açımdan en acı gerçeği de burada saklı. En çok önem verdiğim sınıf sizdiniz, fakat gel gör ki en az verimli olduğum sınıf da siz oldunuz. Geçen yaz, o Ramazan sıcağında, hem Kılıçoğlu’nun hem Akıncı’nın Borçlar kitaplarını iki kez baştan sona okumuş ve slayta aktarmıştım. Nasıl bir ders yapacağım kafam da epey şekillenmişti. Bu yıl, anlatmayı en çok istediğim ders Borçlar dersiydi ve en önemsediğim sınıf da sizinkiydi. Ve bu bir yıl içinde pek çok bölümde, pek çok ders anlattım. İyinin daha iyisi elbette vardır ama girdiğim her ders gayet verimli ve keyifli geçti. 
Öğrencilerimden de beni çok mutlu eden geri dönüşler aldım. Tek siz hariç. Konu siz olunca görmezden gelmeye çabaladığım bir sızı var içimde. Neden sizinle iyi bir ders dönemi geçiremedik? Buraya türlü bahaneler yazmak benim için çok zor değil. Ama kalsın. Sebebi benim kifâyetsizliğimdir diyelim. Belki size olan borcumu, seneye alt sınıflara bu dersi daha iyi anlatmakla öderim.      

Sevgili Eren,

Cesaret edip tek sen mail attın ama senin düşüncelerini paylaşan başka öğrencilerin olduğunu da seziyorum ve senin hoşgörüne sığınarak, sana hitaben yazdığım bu maili başkalarının da nazarlarına sunuyorum. Umarım bana darılmazsın.

Yazdığım mektubu yeniden okudum da, biraz karamsar bir havanın hakim olduğunu fark ettim. Karamsarlık hiç sevmediğim bir şeydir. Ben, her zaman umudu, gayreti ve neşeyi önde tutarım.

Peki tamam. Seneye Ticaret Hukuku finalinde, ihtiyaç molası, uyku molası ve yemek molası olmak üzere üç mola verdireceğim. Tamam, sınav kağıdıyla birlikte, kumanya ve ayran da dağıtılacak. Ayranı üzerine dökmeden içenlerin yanlışları doğruları götürmeyecek. Sınav salonundan sağ-salim çıkabilen öğrenciye de kapıda gazilik plaketi takdim edilecek. E hadi barışalım artık, olmuyor böyle.

Yarınki sınavında başarılar... 

Hüseyin Cem ÇÖL
4 Haziran 2013 – Pelitli