“Düşüncesi benden ne
kadar farklı olursa olsun
her insanın kendi düşüncesine sahip çıkma hakkını
büyük bir çabayla savunduğumu hatırlamanız
adil bir davranış olacaktır.
Bu
hakka karşı çıkan herkes,
şu anda sahip olduğu düşüncenin kölesi olacaktır,
çünkü kendisini onu değiştirmekten alıkoymaktadır.”
THOMAS PAINE
Her insan, gençliğinde bir felsefi görüşe, siyasi görüşe,
ideolojiye ya da dine meyleder; meylettiği sistem, o insanın hayatına yön
verir, hayat biçimini belirler. Yaşadıklarını, etrafında yaşananları
kabullendiği düşünce/davranış sistemi çerçevesinde yorumlar ve hayatını böylece
anlamlandırır. Gençlik, bir arayış çağıdır; hayatı anlam verme ve hayatı anlamlandırma
çağıdır. Her genç, kendince bu çağında karşısına çıkan bir eşikte bir müddet
gölgelenir.
Bir insanın gençliğinde mensup olduğu sistemin kendisine
sunduğu (=dayattığı) düşünce ve davranış kalıplarını, hiç değiştirmeksizin
hayatı boyunca sürdürmesi mümkün müdür? Eğer mümkünse, aynı çizgi üzerinde sağa
sola kapılmadan ilerlemek, çizgisini bozmamak, bir erdem sayılabilir mi? Erdem
sayılır diyebilirsek bu soruya; gençliğinde edindiği çizgisini sonradan
değiştirenleri erdemsiz, omurgasız mı saymak icap eder?
Sıcaklığı kaybolmadan hemen cevaplayayım bu soruları. Hayır,
mümkün değildir, insan değişir. İnsanın gençliğinde edindiği düşünce ve
davranış kalıplarını aynen sürdürmesi imkansızdır. İmkansızdır fakat bir an
için bu kuralın istisnası vardır desek bile, bu durum, kesinlikle bir meziyet,
bir erdem gibi telakki edilemez. İnsan, yaşadıkça hep bir şeyler öğrenir.
Öğrendikçe kendini sorgular, düşüncelerini, davranışlarını değiştirme zorunluluğunu hisseder. Değişim, bir ihtiyaç değil, bir zarurettir. Bu yüzdendir ki,
gençliğinde edindiği çizgisini sonradan değiştirenleri erdemsizlikle,
omurgasızlıkla suçlamak, ya kötüniyetin ya da empati yoksunluğunun
göstergesidir.
***
***
Emine Şenlikoğlu, takip edebildiğim ve anlayabildiğim kadarıyla
çizgisini hiç bozmayan bir isim. Seksenlerin sonlarında birkaç kitabını
okumuştum, sonraki yıllar ise uzaktan uzağa takibimde kaldı. Kesin yargılara
varmak zor ama anladığım kadarıyla söyleyeyim, İslam algısı hep duygusal
zeminde yükseldi ve kendisi gibi İslam’ı duygusal bir bakış açısıyla
değerlendirenleri, bilhassa kadınları etkiledi ve bu etkileme gücü sayesinde
yıllarca –o kesimde- tutunabildi.
Emine Şenlikoğlu, “hep aynı kalmak imkansızdır” savının bir
istisnası. Neden böyle? Bu sorunun cevabını en iyi Emine Şenlikoğlu verebilir.
Kendisi, bazı akşamlar twitter hesabından soruları cevaplıyor. Bu akşam da
baktım twitter’da. Hazır bulmuşken şu merak ettiğim hususu bir sorayım istedim.
Fakat, sosyal medyada üslup çok önemli olduğundan, sorguluyor gibi görünmemek
için ortaya soru görünümünde olmayan ama aslında bal gibi bir soru olan bir tesbit
yapmakla yetindim. Hesabına şunu yazdım:
Hanımefendi, gençken sizin birkaç
kitabınızı okumuştum. Herkes değişiyor ama siz hep aynı kalıyorsunuz.
Değişmemek zor olmalı.
Emine Şenlikoğlu bu tweet’i “övgü”mü zannetti nedir, “retweet”ledi.
Hatta bir-iki kişi daha arkasından retweetledi. Yani benim soru cevapsız kaldı.
***
***
“Kesin inançlı” insanlar değişmeyi bir yenilgi olarak kabul ettiklerinden değişmemiş gibi yapıyorlar. Nasrettin Hoca’nın her on yılda bir kendisine sorulan “yaşınız kaç?” sorusuna her defasında “kırk” demesi gibi, aynı çizgide kalıyor görünmeyi sözünün eri olmanın şiarı olarak görüyor da olabilirler. Yahut bu kişiler gerçekten değişmiyor, değişemiyor. Çünkü onların “öğrenmek” zannettiği eylem, sadece kendi düşüncelerini destekleyen yayınları tekrar tekrar okumaktan ibaret. Odalarının manzarası hep bildik, hep aynı, farklıyı düşman belliyorlar. Edebiyatın ve sanatın has örnekleriyle de ünsiyet kurmadıkları için empati yapamıyorlar; bu yüzden başka insanları anlayamıyorlar. Büyük bir insanlık havuzunun ortasında, aslında hep aynı dertlerle muzdarip olduğumuz ana gerçeğini ıskalıyorlar da insanları kendinden olanlar-olmayanlar diye ayırıp, hayat mücadelesini (=davalarını), kendinden olmayanları kendilerinin safına katmaktan ibaret zannediyorlar.
Ben aslında “kesin
inançlı” diye nitelendirilecek insanlardan korkarım. Bu kişiler, ister Müslüman,
ister Yahudi, ister Hıristiyan, ister liberal, ister sosyalist, ister Kemalist,
ister ülkücü, ister İslamcı, ister ulusalcı vs. her ne olursa olsun; mensup
oldukları sistemin doğruluğuna o kadar inanmışlardır ki; o sistemin
ülkede/dünyada hakim olması için, zaman gelir, amaca giden her yol meşrudur
derler ve bir bakarsınız, başka insanlara zarar vermekten çekinmezler, çünkü
kesin inançlılar empati yapamazlar, düşüncelerini ve davranışlarını belirleyen
sistemin o kadar kölesi olmuşlardır ki, başkalarının da kendileri gibi insan
oldukları gerçeğini çok çabuk unuturlar.
***
Kapıyı Thomas Paine’in “Akıl Çağı” kitabına yazdığı önsözle açtım; “Esaretin Bedeli” filminden bir replikle kapatayım:
Kapıyı Thomas Paine’in “Akıl Çağı” kitabına yazdığı önsözle açtım; “Esaretin Bedeli” filminden bir replikle kapatayım:
- Düzelmek
mi? Bir düşüneyim. Bunun ne olduğu konusunda hiçbir fikrim yok artık.
- Yani Bay Redding,
topluma katılmaya hazır mısınız?
- Ben bunun
ne demek olduğunu biliyorum evlat. Ama bu kelime benim için sadece uydurulmuş politik
bir kelime. Sizin gibi iş sahibi, takım elbiseli, kravatlı gençlerin bilmek
istediği şey ne? Ne yapmamı istiyorsunuz? Yaptığım için pişman olmamı mı?
- Pişman
mısınız?
- Pişman
olmadığım bir gün bile yok ki. Burda olduğum ya da olmam gerektiğini
düşündüğünüz için değil. O zamanları hatırlıyorum da, küçük, aptal bir çocuğun
işlediği korkunç suç. Şimdi onunla konuşmak istiyorum. Onunla konuşmak
istiyorum ama bunu yapamıyorum. O çocuk geçmişte. Çok eskilerde kaldı. Bu yaşlı
adam onun artığı işte. Onunla yaşamak zorundayım. Düzelmek mi? Bu çok saçma bir
söz. Gidip fonlarınızı damgalayın evlat ve boş verin gitsin, vaktimi harcamayın.
Çünkü doğruyu söylemek gerekirse, artık umurumda bile değil.
- APPROVED.
Küçük ve aptal bir çocukken işlediğimiz suçları, erliğimize halel gelmesin diye, bir ömür
boyu meziyetmiş gibi savunmaya devam etmek zorunda değiliz, vesselam.
Hüseyin Cem ÇÖL
6 Mayıs 2013 – Pelitli
9 yorum:
"Değişmeyen tek şey değişimdir" sözü aklıma geliyor. Nefes almak, yaşadığını anlamak, dünyayı insanları daha az sisli görmek için yeni düşünceler her zaman şart.
Çoğu zaman düşündüğüm bi konuya değinmişsiniz hocam ama her zaman ki gibi güzel değinmişsiniz cidden.
Klavyenize sağlık. :)
Görkem Azizoğlu
Buraya 'kallavi' bir yorum yaptım ancak en fazla 4.096(?) karakter sınırı olduğu için e-posta olarak gönderiyorum. Yorumu yayınlamak sizin bileceğiniz iş. Selamlar.
Üstteki yorumu yazan arkadaşın mailini tek parça halinde yükleyemediğim için iki parça halinde buraya alıyorum
Hüseyin Cem
Mail 1. kısım :
Bir gün Trabzon Valisi Trabzonspor maçında MHP il başkanına yanındaki 'eski ülkücü' yeni AKP'li kişileri göstererek soruyor: "Başkan sen eskiden ülkücüydün şimdi de ülkücüsün, bu adamlar da eskiden ülkücülerdi ama artık değiştik diyorlar; ne diyorsun?" Başkan hafif tebessüm edip cevap veriyor: "Sayın valim ben 1980 öncesi de adamdım, şimdi de adamım."
Bir insan 20'li yaşlarda inandığı değerleri 50'lili yaşlarda da pekala savunabilir. Bu onun dar görüşlü olduğu anlamına gelmez. Yıllar içerisindeki gelişmelere verecek cevabı yok anlamına da gelmez bu. Kitap okur, film izler, yaşar ve görür. Birikimini arttırır, ve savunduğu fikre daha da gönülden bağlanabilir. 15 yaşında vatan müdafaasını mahallesinden ibaret gören bir genç, zamanla binlerce kilometre ötedeki Tanrı Dağları'nı düşünüyor olabilir. Bunu salt bir gençlik hevesi olarak görmek yanlıştır. Bugün yaşı 50-60'larda olup bir hareketle meydana inecek çok insan tanıyorum ben. İçlerinde profesör de var, doktor da, mühendis de.
Bu bir şiddet övgüsü değildir sonra. Ben kendimi Türk milliyetçisi/Ülkücü olarak telakki ettiğim için bu taraftan size cevap vermek istiyorum. Yazınızda bir görüşe sıkı sıkıya bağlı olanların karşıt fikirlere yaşama hakkı tanımayacağından dem vuruyorsunuz. Bir defa 1980 öncesi üniversiteleri öğretim üyelerinin desteğiyle işgal edip, diğer öğrencilerin okuma hakkını elinden almaya çalışan "kahraman solcu gençler" bu haksızlıkları karşısında ülkücü gençliğin tepkisiyle karşılaştılar. Yusuf İmamoğlu isimli üniversite öğrencisi İstanbul Üniversitesi duvarlarına yazılan "Muhammed'in piçleri giremez." yazısını silerken katledildi. Örnekler çoktur, bu konuyu isteyenle tartışabilirim. Kendisine bıçakla saldıran bir kişiye karşı kendini savunmaya bir hukukçu olarak ne deneceğini benden çok daha iyi biliyorsunuz.
Çok gezen mi bilir, çok okuyan mı diye meşhur bir soru var. Bunu bu yorumumda 'mevzu, olayların içinde bulunarak mı görülür, yoksa sonradan anlatılan sübjektif kitaplarla mı öğrenilir' diye çevirmek istiyorum. Evvela Sovyetler'in sınırlarını geliştirmek için diğer ülkelerde sosyalist hareketleri nasıl desteklediğini, ve kendine bağlı güdümlü hükümetleri nasıl iş başına getirdiğini görmek için bugün fakültemizde Siyasi Tarih dersinde okutulan Oral Sander'in "Siyasi Tarih Cilt:2"ye bakmalarını tavsiye ederim. Aynı politikayı Türkiye'de de uygulamak istediler ancak devrin Türk milliyetçileri/Ülkücüleri orak-çekiçli kızıl bayrak altında yaşamayı reddedip Türk bayrağının hür dalgalanması için canlarını ortaya koydular. Mesele basit bir "sağ-sol" çatışması değildir. Bununla ancak tarih bilgisinden yoksun, Gülşen klipleriyle yaşayan yeni nesil kandırılabilir.
Yazınızda doğrudan ülkücüler merkeze alınmamış tabi. Ancak şu önemli: bir ideolojiyi savunanları empati yapmamakla suçluyorsunuz. Voltaire'in "Düşüncelerinize katılmıyorum ama ifade etmeniz için canımı verebilirim" bakış açısıyla yaklaşmaya çalışıyorsunuz. Son dönemde de satılmış medya vasıtasıyla bir anlayış ortaya çıktı; bir tarafa ülkeyi bölmek istediğini aleni olarak söyleyen zevatı, bir tarafa da biz bu ülkeyi böldürtmeyiz diyeni bir masaya toplayıp tartıştırıyorlar. Demokrasi varya, herkes düşüncelerini söylemeli, katılmasanız bile dinlemelisiniz! Dünya'nın başka bir yerinde 'yakmakla' 'yapmayı' savunanları aynı kefeye koyup tartanlar var mı bilemiyorum. Olduğuna inanmıyorum açıkçası.
Değişmemek zor olmalı demişsiniz ya Şenlikoğlu'na. -Kendisinden gram hazzetmem bu arada.- Doğru. Bir defa hayat sizin bütün inançlarınıza ters bir istikamette ilerliyor. Zaman geçiyor, dün sizinle yürüyenlerin bugün şahsi menfaatini inandıklarından üstün tuttuğunu görüp, kaypak düzene isyan ediyorsunuz.
Mail 2. kısım :
Esaretin Bedeli'nde benim en sevdiğim sahne, bir ay hücre cezasına çarptırılan Andy Dufresne'in cezası bittikten sonra yemekhanede arkadaşlarıyla konuştuğu sahne.
- Hatırladığım kadarıyla yazıyorum-:
- Bir ay boyunca hücrede ne yaptın, zor olmalı.
+ Yalnız değildim, müzik dinliyordum.
- Ne yani, pikaba izin mi verdiler?
+ (İşaret parmağını kafasına götürerek) Müzik buradaydı.
Mensubu olduğum fikir için bir suç işlemedim bu güne kadar. Bir defa illegal görüşlere sahip değilim. Yaşım 23. Türk milliyetçisiyim. Pişman değilim.
Asıl tehlike ne biliyor musunuz? Hayatı boyunca bir davanın peşinde ilerlemeyen, daha kötüsü davanın ne olduğunu bilmeyen büyük bir kitlenin geliyor olması. En büyük tutkusunun daha üst model bir cep telefonu almak olduğu, daha canlı bir kıyafet giymek olduğu bir nesil. Ben bu satırları yazarken dışarıya kurulan hoparlörün yüksek sesi geliyor. Fatih Yürek, Haydi Lili Yar diyor. Hıdrellez kutlaması varmış yurdumuzda.
Merhum Galip Erdem diyor ki: “Gün gelir, ecel hükmünü icra eder, ülkücü dünyasını değiştirir. "Kalabalık" O'na acır, daha iyi yaşamış olmasını temenni eder. Hâlbuki O, inançları
uğrunda yaşamanın hazzını tadamadıkları için ömrü boyunca "kalabalık"a acımıştır.”
Selamlar.
Alperen Karaman
*Adsız yazıyordum ama artık ismimi yazıyorum.
Alperen, öncelikle aleyküm selam. Dediğin gibi “kallavi” bir yorum yapmışsın. Sen de benim gibi yazmayı seven birisin anlaşılan.
Siyasi konularda tartışmalar, polemikler hep olur; ne yazık ki pek de bir yere varılamadan, hatta kızgınlıkları, düşmanlıkları köpürterek son bulur. Ülkemizde “yapıcı” tartışma örnekleri maalesef çok azdır. Hele sosyal medyada, anonimliğin verdiği sahte özgüvenle dilin sivrileşmesi çok daha kolay olduğundan, tartışmalardan fayda sağlamak zorun zorudur.
Senin yorumuna ben de uzun bir yorumla cevap vermek isterdim, hatta bunu yapmayı ciddi ciddi düşündüm. Fakat, kısa bir yorumla cevap yazmak daha doğru göründü gözüme. İki sebepten: Birincisi, ben yazımda herhangi bir ideolojiden/siyasi görüşten söz etmesem de, ister istemez verilen örnekler somut ideolojilere/siyasi görüşlere ilişkin olacak; bu ise, yeni, kısır ve bitmek bilmez tartışmaların önünü açacaktı. Tartışmanın işte bu kördöğüşüne sürükleneceğini tahmin ettiğinden yorumumu kısa tutuyorum. İkincisi ise, bir öğrencimle sosyal medyada (=alenen) siyasi bir polemiğin içine girmeyi etik açıdan doğru bulmuyorum. Fakat, beni tanıyorsan eğer, farklı görüşlere tahammüllü ve yapıcı biri olduğumu biliyorsundur. Fakültedeki odamın kapısı da, gönlümün kapısı da dileyene açık. Siyaset de şart değil, her konuda konuşabileceğimizi bilmeni isterim.
Yine de, iki cümleyle uzun yorumuna cevap yazmak isterim. Diyorsun ki “Asıl tehlike ne biliyor musunuz? Hayatı boyunca bir davanın peşinde ilerlemeyen, daha kötüsü davanın ne olduğunu bilmeyen büyük bir kitlenin geliyor olması.” Alperen, asıl tehlike nedir biliyor musun? Bir dava adamının, hangi davaya inanırsa inansın, yola çıkarken, ortak insani değerleri temellük etmemesidir. Ortak insani değerleri temellük etmeyen insanın, davasını hakim kılmak için iyiniyetli bir canavara dönüş(türül)mesi hiç de imkansız değildir. Asıl tehlike işte budur. “Kesin inançlı” diye bir tasnif yaparken kastettiğim de işte bu insan tipidir.
Peki ortak insani değerler nedir? Ta Roma’an günümüze gelen üç ilke:
1. Dürüst yaşa.
2. Kimseye zarar verme.
3. Herkesin hakkını ver.
Bu üç ilkeyi temellük ettikten sonra, zaten karşınızdaki, sizinle aynı görüşten/ideoojiden/dinden olmayan insanları anlayacaksınız, onların da sizin gibi amaçları, hedefleri, idealleri olacağını/olabileceğini göz ardı etmeyeceksiniz.
Aksi halde sadece kendinizi “adam” zannetme yanılgısıyla yaşar gidersiniz.
İyi bak kendine. Selamlar.
Hüseyin Cem
Değerli hocam, ben de bu yorumumu daha fazla uzatmayayım; benim bir sıkıntım yok ama sizin geçenlerde başınızdan geçenler sonrası bir adem gelip de buralardan bir şey çıkarmaya çalışmasın. Doğrudur, yazmaya az çok gayret ediyorum; daha ziyade yazanları takip etmeye çalışıyorum. Geçen gün bu sebepten size "şu slaytların arasından bu yazıları düze çıkarın" diye serzenişte bulunmuştum.
Farenin üstüne tekerlek yapılınca artık bir çevirmeyle sayfanın altına iniyoruz. Ben de bir çeviriyorum, "Aksi halde sadece kendinizi “adam” zannetme yanılgısıyla yaşar gidersiniz." cümlesine çarpıyorum. Bu cümleyi şahsi olarak değerlendirmek istemiyorum. Zira bunu kendi adıma bir haksızlık addederdim. Roma'dan günümüze gelen ilkelerin altına da imzamı koyuyorum. Belki de Fatih Sultan Mehmet bu sebepten kendisini Doğu Roma İmparatoru olarak tanıtıyordu.
Yeni yazılarınızın altında yeni yorumlarda bulunmak dileğiyle. Selamlar.
gùzel bir yazı daha...
Zaman değişir. Değiştikçe, insanlar da değişen zamanın içinde bulurlar kendilerini. Bir bakıma insan değişmez. 7'sinde ne ise 70'inde de odur. Zaman değiştikçe, geliştikçe insanlar da kendilerini değişmiş zannederler ama irade denen bir şey vardır. İnsan güçlüyse düşüncelerini ve davranışlarını değiştirmeksizin hayatı boyunca sürdürmesi mümkündür. İradesi güçlü olan çabuk toparlanır, aslını yitirmez. İnsan bu değişim içinde öncelikle kendini çok iyi tanımalı, bu zamanda kendi kendinin doktoru olmalı diyorum. Çünkü ben zamana değil zaman bana ayak uydurmalı. Bu insanlara ne oldu? Bu toplum nereye gidiyor? diyorum kendi kendime. Sanki ben bu devirde değilim! Tamam, teknoloji gelişti, her şey değişti de bir ben miyim değişmeyen? Birtakım şeyleri değiştirelim derken adam gibi adamlar kalmadı etrafımızda zaten! Tevekkül etsek Allah'a o zaman belki düzelir dünya. Zaman ilerler durduramayız. Yeter ki insanlar öz duygularını, benliklerini, nereden geldiklerini ve nereye gideceklerini unutmasınlar. "Zaman değişti, ben de değişmeliyim" düşüncesine kapılmasınlar. Suçu zamanda değil kendilerinde arasınlar. Düşüncelerimizi özgür bırakırsak kölesi olmayız. Hak etmeyen düşünceye de köle olmamalıyız. Kimsenin düşüncelerini okuyamayız, yargılayamayız da. Bence insanların fikirleri, dinleri, ideolojileri, ne olursa olsun; hayata, insanlara güzel tarafından bakmayı, yaratılanları yaratandan ötürü sevmeyi, karşılık beklemeden yaşamayı becerebilseler çok şey kendiliğinden değişecek zaten. 40 yaşımıza yaklaşıyorken, bu yaşımıza kadar, bu hayattan hiçbir şey anlamadıysak neyin savaşını veriyoruz ki? "Ölüm iki nefes arası" asıl hakikat de bu değil mi?
Söz uçar yazı kalır iki cihanda, deyip "naçizane" bir şeyler karalamak istedim.
Serpil
Serpil, uzun bir yorum yapmışsın, yüreğine sağlık. Özünde, benim ifade etmek istediğim hususları dile getirdiğini görmekteyim. “Bence insanların fikirleri, dinleri, ideolojileri, ne olursa olsun; hayata, insanlara güzel tarafından bakmayı, yaratılanları yaratandan ötürü sevmeyi, karşılık beklemeden yaşamayı becerebilseler çok şey kendiliğinden değişecek zaten”. cümlene de aynen katılıyorum. Ha bir de akabinde “ 40 yaşımıza yaklaşıyorken “ diye başlamışsın ya cümleye, valla ben kendimi birkaç gündür 13 yaşında gibi hissediyorum. Sebebini de bilmiyorum.
İyi bak kendine… Selametle..
Hüseyin
Yorum Gönder