12 Mart 2013 Salı

Ajans Press


"En sıkıcı birinci gazete, ikincisi TTSG" diye basmakalıp ifadelerle derslerde geçiştiriyorum ama kendisine hukukçu diyen bir kimsenin sıkıcılığına bakmayıp her gün düzenli olarak takip etmesi gereken bir gazete Resmi Gazete.

Fakat ben hukukçu olmadığımın, olamadığımın bir kanıtı olarak, maalesef, Resmi Gazete'yi her gün takip edemiyorum. Bu alışkanlığı bir türlü edinemedim. Bundan sonra da biraz zor. Malumunuz, yerleşmiş huyları terk etmek ne kadar zorsa, yerleşmemiş huyları edinmek de bir o kadar imkansız.

Bu eksiğimi kapatmanın fevkalade bir yolunu buldum ama. Demokrasilerde çareler tükenmez.

Resmi Gazete'yi düzenli olarak takip eden bir "hukukçu" tanıyorum. O Resmi Gazete'yi her gün takip ediyor, işe yarar düzenlemelerin linkini veriyor, ben de O'nu twitter'dan takip ediyorum. Hani nerdeyse bu hukukçu bana özel "ajans press"lik yapıyor, ki kendisi olan bitenin farkında bile değil. Bense çok memnunum O'ndan. İşime çok yaradığı, beni RG'yi takip etmek zorluğundan kurtardığı için, yazdığı diğer tavuk suyuna çorba özündeki tırıvırı tweetlere katlanmak zorunda kalıyorum.

Gülü seven dikenine katlanır.

Hüseyin Cem ÇÖL
12 Mart 2013 - Pelitli

10 Mart 2013 Pazar

En Az Bir Paragraf Yazmak Zorunludur


"öğrencilere sert bi imaj vermeye çalısıyosunuz ama 
içinizde pamuk kadar yumusak bir insan yatıyor hocam 
Allah yolunuzu açık etsin"

2011-2012 Bahar Dönemi İşletme Bölümü 
Ticaret Hukuku dersi öğrencisi 


Birinci sınıfın notları ana binada tuvalete giderken soldaki duvara; ikinci sınıfın notları yeni binanın ön yüzündeki cama bir uçtan diğer uca; üçüncü sınıfın notları yine ana binada yemekhane ile 1/C arasında kalan duvardaki cam bölmelere, heykelin arkasına, girişin tam karşısına; dördüncü sınıfın notları ise ana binanın dış duvarındaki camlı bölmelere, altı sütunun arkasına asılırdı. Notlar elyazısıyla yazıldığı için çok iyi okunmazdı. Bazen de hiç okunmazdı. Mesela cam bölmenin ortasındaki tahta bölüm tam da senin notunun üzerine denk gelmişse öldür allah notunu öğrenemezdin. Cam bölmeyi parçalayasın gelirdi.

Allahım, o ne heyecandı! Aldığın not karşında bir yerde ve sen eğilmiş önce adını bulmaya sonra adının hizasını şaşırmadan notunu öğrenmeye çabalıyorsun. İnsanın ömründen ömür giderdi.

Şimdi geriye bakınca ne saçma, ne budalaca diyorsun ama o zaman öyleydi işte. Not, her şey demekti. Emekti, gelecekti, başarıydı, bazen mutluluk, bazen de hüzündü, okunulan sayfalarca notun varabildiği son noktaydı.

***

Öğrencinin olduğu her yerde not var, not varsa heyecan da var illaki. Sınavsız, notsuz bir eğitim iyi olur mu, hatta olabilir mi, bilemem. Sistemi eleştirmek herkesin hoşuna gider; sistem nasıl olursa olsun eleştiri insanı rahatlatır. Mutsuzluğunun, başarısızlığının sebebini kendinde değil de, başkalarında, başkalarının ayarladığı sistemden kaynaklandığını düşünmek, insana hoş gelir. Bu bahis çok laf kaldırır ancak ben başka bir şeyden bahsedeceğim.

KTÜ’de ve sanırım artık üniversitelerin hemen hemen hepsinde öğrenci notunu internetten öğreniyor. Camlı bölmelere, duvarlara bakmak yok artık; ekran var sadece. Numaranı, şifreni gir ve not karşında. Fakat arada küçük bir engel var. Final notunu öğrenebilmen için ankete katılmak ve “bir paragraf” yazmak zorundasın ders ve ders sorumlusu hakkında. Anladığım kadarıyla tüm fakülteler için bu zorunluluk yok; niye yok bilmiyorum. Mesela İİBF için şart ama HF için şart değil. Bu da ayrı bir soru işareti.

Sorumlusu olduğum derslere ilişkin öğrencilerin yazdıklarını okuyorum hatta okumakla kalmayıp bilgisayarımda saklıyorum da. Aslında buraya yazılan görüşler ciddi bir incelemeye tabi tutulsa, buradan çok ekmek çıkar. Özellikle sosyoloji, psikoloji ve eğitim bilimleriyle uğraşanlar bu anketlerden tez, makale üretebilirler ve üniversitede verilen eğitimin düzeyine ve nasıl bir eğitim verilmesine ilişkin sağlıklı bir çıkarımda bulunabilirler.

Sosyolog, psikolog ya da eğitimci değilim ama benim de kendime göre çıkarımda bulunmama engel yok. Belli bir bakış açısından yaklaşmadan, rastgele diyebileceğim bir tasniflemeyle sorumlusu olduğum derslerin anketlerine görüşlerini yazan öğrencileri birkaç gruba ayırabilirim:

1- Üşengeçler : Kabaca, her beş öğrenciden biri bu engeli, notunu öğrenmesini geciktiren lüzumsuz bir aktivite, hatta tam anlamıyla bir “angarya” olarak görüyor. Öyle olduğu için de hiçbir anlamlı cümle yazmıyor, onun yerine karalama yapıyor, klavyenin tuşlarına rastgele basıyor, çıkan anlamsız harf yığınları o öğrencinin “görüşü” oluyor.

2- Sistem karşıtları : Sayıları çok çok az olmakla birlikte, bu engeli sisteme yönelik eleştiride bulunma mekanı ve imkanı görenler de var. Dediğim gibi sayıları çok çok az. Hatta kimileri yazarak bile değil, yorum yazmayı reddettiğini yazarak, sistem karşıtlığını ifade ediyorlar. Bir tür vicdani red.

3- Memnunlar : Şükürler olsun ki, oldukça kalabalık bir grup burası. Eksilerimin ve artılarımın farkındayım ama öyle ya da böyle memnuniyet ifadelerini okumak onca emeğin, gayretin boşa gitmediğini görmek insanı gönendiriyor. Aslında memnunları, yani dersten ve ders sorumlusundan memnun olanları da ikiye ayırmak lazım. Memnuniyetini kısaca, tek cümleyle belirtenler ve memnuniyeti birkaç cümleyle belirtenler. İsimlerini bilme ve öğrenme imkanım olmasa da, ikinci gruptakileri daha çok sevdiğimi neden saklayayım!

4- Gayrımemnunlar :  Ve yine şükürler olsun ki, oldukça tenha bir grup burası. Geçen dönem daha çoktu, 3 yanlış 1 doğru meselesi yüzünden. Bu barajı biraz hafifletince gayrımemnunların sayısı hayli azaldı. Şimdi her sınıfta bir elin parmaklarını geçmiyor.

Yeniden başa döneyim. Öğrenciyken camlı bölmeler, duvarlar yerine internetten not öğrenme imkanım olsaydı ben ne yapardım, hangi gruba girerdim? Sayıları çok az da olsa sevdiğim hocalar vardı; onlar için memnuniyetimi ifade etmekten çekinmezdim. Fakat, bana olumlu ya da olumsuz hiçbir anlam etmeyen yığınla dersin hocasına ne yazardım, ne yazabilirdim? Her genç gibi ben de az çok sistem karşıtıydım ama bu karşıtlık, gençliğin verdiği içi boş bir varolan her şeye karşı çıkma, karşı çıkarak kendini kanıtlama, böylece çapsızlığını örtme ve sorunları öteleme çabasından başka bir şey değildi. Karşıtlığımın içi boş olunca, yazacaklarımın da bir ehemmiyeti olmayacaktı. Analitik bir dille memnuniyetsizliklerimi ifade edebilir miydim? Hayır. Çünkü bir söz vardır “Osmanlı söylemez, söylenir” diye. Bizde eleştiri alışkanlığı, sorumluluk almadan ulu orta sözler sarfetmekten ibarettir. Böyle gelmiş böyle giderci felsefe de içimize işlemiştir. Yazsak da bir işe yaramayacaktır. O halde niye yazmalıydı.

Anladınız. Öğrenci olsam ben de “üşengeçlerden” olurdum.

Ama rastgele karalamazdım. Mutlaka her sayfaya ayrı ayrı, birbirinden alakasız, zevzekçe, okuyana “ne lan bu şimdi” dedirtecek şeyler yazardım.

“Birisine adres sorarken dolu dolu yaşarım o anı” gibi. 


Hüseyin Cem ÇÖL
10 Mart 2013 - Pelitli

7 Mart 2013 Perşembe

İnsaniye



“Analar insandır biz insanoğlu”
Neşet ERTAŞ

Neden bu ismi uygun gördüklerini soramadım, odama girip “İnsaniye” dergisini masama bıraktıklarında.

Elbette tahmin yürütmek zor değil.

“iye”, malum, kadın isimlerinde kullanılan yapım eki. Lütfü erkek, Lütfiye kadın isminde olduğu gibi. “İye”nin tek başına “sahiplik” anlamı da var. O halde “İnsaniye” kelimesini iki anlamda okumak mümkün.

Bir : İnsanın kadın hâli, insanın kadıncası, insanın “kadın” cinsi.

“İnsaniye” ismini uygun gördüklerinde acaba bu sebepten mi yola çıktılar? Eğer böyleyse bu bakış açısında hem kadını aşağılayan bir öz var aynı zamanda da kadını erkekten üstün tutan bir öz de var. Ama kesinlikle bir eşitlik yok. 

Kadını aşağılayan öz şu : Bu durumda “insan=erkek” sonucu çıkar. Yani insanın olumlu anlamıyla “adi” şekli : Erkek. Kadın ise erkeğin bir türevi gibi. Aslolan erkek ve kadın onun bir devamı. Kaburga kemiği meseline de uyuyor bu yorum.

Kadını üstün tutan bir öz de var: Bu durumda, kadın, erkeğin daha vasıflısı, daha özelliklisi, daha niteliklisi, kısacası daha üstünü. Erkek var insanın en saf, en düz hali; bir de kadın var insanın daha donatılmış, daha detaylı hali.  

İki : “İye”nin bir de sahiplik anlamı var. Bu anlamda, İnsaniye’yi “İnsan’a Sahip Çık”, “İnsanlığa Sahip Çık”, “Kadına Sahip Çık” diye okumak mümkün.


Dergiyi karıştırıyorum. 6. sayılarıymış. Muhtemelen ilk sayılarında “Neden İnsaniye?”  sorusunun cevabını vermişlerdir. Çünkü genelde böyledir. İlk sayıyı çıkaran çekirdek kadro, ismin etrafında yeni bir dünya kuracaklarını vehmederler ve bu yüzden isme çok büyük önem atfederler. İsimdir büyünün merkezi, isimdir onları ve bizi ve herkesi ve dünyayı kurtaracak olan.


Yarın Dünya Kadınlar Günü. Bende özel bir kadınlar günü duyarlılığı yok. Daha doğrusu özel günlere karşı özel bir duyarlılığım yok. Bununla birlikte, özel günlerde yoğunlaşan faaliyetleri, artan gayretleri anlamsız, yararsız da bulmam; mutlaka var olan sorunların çözümü noktasında az ya da çok katkıları oluyordur; şu küçük dergi bile kendi çapında bu duyarlılığa katkıda bulunuyordur, bundan eminim. Dünyada ama en çok da ülkemizde yaşanan kadın sorunlarının, bilhassa erkeğin kadına karşı uyguladığı şiddetin sebebini başkaları nerede bulur bilemem, ben kendi adıma bu sorunun sebebini Oscar Wilde'nin o muhteşem “Reading Zindanı Baladı”nda apaçık dile getirdiğini düşünüyorum:

Kulak verin sözlerime iyice,
Herkes öldürebilir sevdiğini
Kimi bir bakışıyla yapar bunu,
Kimi dalkavukça sözlerle,
Korkaklar öpücük ile öldürür,
Yürekliler kılıç darbeleriyle!

Kimi gençken öldürür sevdiğini
Kimileri yaşlı iken öldürür;
Şehvetli ellerle öldürür kimi
Kimi altından ellerle öldürür;
Merhametli kişi bıçak kullanır
Çünkü bıçakla ölen çabuk soğur.

Kimi aşk kısadır, kimi uzundur,
Kimi satar kimi de satın alır;
Kimi gözyaşı döker öldürürken,
Kimi kılı kıpırdamadan öldürür;
Herkes öldürebilir sevdiğini
Ama herkes öldürdü diye ölmez.

Erkeğin kadına uyguladığı şiddetin sebebini iyice bir anlayalım da, çözümü de orada arayalım. Benim de katkım bu kadar olsun.

Hüseyin Cem ÇÖL
7 Mart 2013 – H 309 

6 Mart 2013 Çarşamba

Vuslat


"Ayrılık da sevdaya dahil"
Attila İLHAN

Hoş geldin.
Hoş bulduk.
Özlettin kendini. Yoktun kaç gündür.
Hastaydım.
Geçmiş olsun.
Sağol.
Şimdi nasılsın?
İyi.
Nasıl iyi?
İyi diyelim iyi olalım cinsinden.
Tam geçmedi o zaman. Yatsaydın bir-iki gün daha.
Yatarak iyileşenlerden değilim. Hem yatmıyordum da evde.
Özledim seni.
Demiştin.
Sen?
Ben de.
Gönülsüzce söyledin.
Alınganlık yapıyorsun. Hasta değilken, unutma, hafta sonları bile sana koşardım, hafta içi geldiğim yetmiyormuş gibi.  
Pekala. Çay ister misin?
Zahmet olacak.  
Ne zahmeti. Ben çayı hazırlarken bir türkü aç da dinleyelim.
Ne açayım?
Zevklerimiz ortak değil mi? Ne dinlersen benim de kabulümdür.
O vakit Neşet Ertaş olsun. “Vay Vay Dünya” nasıl?
Güne hüzünle başlamayı ne çok seviyorsun.
Türkülerin hüznünde bile gizli bir neşe, yaşama tutkusu, iyimserlik gizlidir.
Twitter’dan mı bu?
Daha neler. Benden ince kelam sadır olamaz mı yani?
Olur neden olmasın. Dört bir yanımda senin okuduklarından izler taşıyorum ben. İllaki bir tortusu kalmıştır zihninde bitmez tükenmez bu kelime yolculuklarının.
Twitter’dan mı bu?
Bak çay vermem sonra.
Tamam şakaydı.
Al şunu iç bakayım. Kendine gel azcık. Limon da sıktım içine.
Teşekkürler. Sen de içsene?
Yok ben sana bakacağım.
Otur bari. Karşımda birinin ayakta dikilmesi en sevmediğim şeydir bilirsin.
Tamam. Şey…
Ne?
Chavez ölmüş.
Kim?
Şavez.
Bize ne?
Öyle tabi. Bize ne?
Şey…
Evet?
H 309 - Özledim.
HCÇ - Biliyorum.

Hüseyin Cem ÇÖL
6 Mart 2013 - H 309 

3 Mart 2013 Pazar

Biat



Gençler biliyorum. Bildiğim yüzleri, isimleri değil; tutumları, beyinleri, yaşlarına özgü heyecanları, ataklıkları, saflıkları.

Bir liderleri var. Hep olur bu. Sevmeye teşne bir gençlik varsa, onların sevgilerini hunharca kullanan bir zalim elbette olacaktır. Her lider zalim bir sevgilidir.

O zalim sevgililerini, liderlerini çok seviyorlar, çok bağlılar. Samimi olduklarını var sayıyorum. Çıkarsız seviyorlar. Çıkarsız bağlılar. Öyle görünüyorlar.  

Onların gözünde liderleri her liderden çok önde, her liderden çok iyi, akıllı, bilgili. Liderleri örnek insan. Kitapları şaheser; bakışları yakıcı, konuşması delip geçici. Hayatta bir “O” var zaten, gerisi teferruat.

Böyle inanmışlar, böyle inandırılmışlar, böyle inanmaya ruhları hazır, böyle inanmaya hazır olduklarını bilenler onları böyle inandırmaya çoktan hazır.

Bu noktaya kadar o gençlere sadece ACIYORUM, KIZMIYORUM ama.

Kızmaya başlamam, o gençlerin o liderlerini herkesin çok sevmesi, herkesin ona biat etmesi için canhıraş gayret gösterdiklerini görmemle başlıyor. Sosyal medya onların tasallutu altında. İstiyorlar ki, herkes, kendileri gibi olsun, yüzlerini o güneşe çevirsin. İstiyorlar ki güneş kendileri gibi herkesi de ısıtsın, herkesi de aydınlatsın. Oysa güneş tüm benliklerini, kişiliklerini, akıllarını, akıllarını kullanma iradesini ve geleceklerini anbean yakıp kavuruyor. Farkında değiller.

Biliyorum bunu, nasıl bilmem, ben de o yollardan geçtim, her genç gibi.

Onlar da bu yoldan yürüyecekler. Başka imkanı var mı?

Peki, bu yürüyüşün sonunda ne olacak? 

Ya liderlerinin hiç de güneş olmadığını anlayacaklar, başka güneşler arayacaklar, başka güneşler bulacaklar, onların da beş para etmez olduğunu anlayacaklar, nihayet hakikat güneşinin başkalarında değil kendi içlerinde yandığını anlayacaklar ve başkalarına akıllarını, yüreklerini kiraya vermekten nihayet vazgeçip, kendi yollarını kendileri çizecekler.

Ya da liderlerinin hiç de güneş olmadığını anlayacaklar ancak menfaat uğruna, ayakta kalmak uğruna, yalnız kalmamak uğruna, ona pervane olmaya devam edecekler, cariyelikten fahişeliğe geçiş yapacaklar.

Bu böyledir canlar.

Hüseyin Cem ÇÖL
3 Mart 2013 – Pelitli 

“Psikiyatrik Açıdan Çokeşlilik Savunması” : Bir Tartışmanın Fitili



Dr. Hamdi Kalyoncu ismine, ta doksanların başından bu yana aşinayım. 91 genel seçimlerinde üç muhafazakâr parti (RP-MÇP-IDP) arasındaki seçim ittifakını anlattığı “İttifakın Perde Arkası” kitabını okumuştum. Seçimden (20 Ekim 1991 miydi?) hemen önce kurulan ve seçimden hemen sonra dağılan “Kutsal İttifak”… Kalyoncu, eğer hafızam beni yanıltmıyorsa, MÇP çizgisindeydi, hatta MÇP’den ayrılan BBP fraksiyonundan. Kitabın son bölümü aklımda yer tutmuş: Halifelerin seçimle işbaşına gelmesini gerekçe göstererek, demokrasinin İslam’a ters değil, aksine uygun bir yöntem olduğu iddiasını dile getiriyordu. Kitabın geri kalanı ise malum ittifakın hangi zor koşullarında kurulduğunu anlatan ve aslında Türkiye’de siyasetin mutfağına tutulmuş bir ışık huzmesiydi.

Dr.Hamdi Kalyoncu’nun “Psikiyatrik Açıdan Çokeşlilik Savunması” kitabını 15.6.2009’da satın almışım. Ankara’da Kızılay’da, evet Akçağ’dan. O zamandan bu yana ara ara okumuşum, şurdan belli kimi satırların altını çizmişim. Dün, Stefan Zweig’in “Bir Kadının 24 Saati” isimli romanına/uzun öyküsüne başlamışken ve tam da öykünün içine dalmışken, yeniden elime aldım Kalyoncu’nun kitabını ve gece yatana dek bu kez baştan sona okudum. Bir bahçedeki güllerin kokusunu içime çekmişken, yan bahçenin çağrısına bigane kalamamaktır bu.

Bir “tez” kitabı bu. Tez çok açık: “Erkeğin birden çok kadınla evlenebilmesini engelleyen yasal engeller kaldırılmalıdır.” Ve bu tezin kabulü için ileri sürülen pek çok gerekçe. En sık tekrarladığı ise, erkeğin fıtratının tekeşliliğe değil, çokeşliliğe uygun olması.

Türkiye çok hızla değişen bir ülke. Çok değil 3-5 sene önce kızların üniversitede başörtüsüyle okuması tabu iken, şimdi çok rahatlıkla kamuda başörtüsüyle çalışabilme hakkı konuşulabiliyor. Bu sürecin devamında “çokeşlilik” de tabusuz konuşulabilecek hatta “yasa tasarısı konusu” olabilecek aşamaya gelebilecek mi? İmkansız değil. Eğer o sürece tanık olabilirsem, laik kadınların ve muhafazakâr kadınların aynı çizgide saf tuttuğunu görmek, kendi açımdan hayli eğlenceli olacak.

Ellerinde çokeşlilik aleyhinde dövizlerle.

Hüseyin Cem ÇÖL
3 Mart 2013 – Pelitli 

2 Mart 2013 Cumartesi

Her Gün



Simge Fıstıkoğlu şu an Janset’i konuk ediyor programında. Bilgisayar başındayken, bir yandan da onlara kulak veriyorum. Az önce Simge Fıstıkoğlu sordu Janset’e: Her gün dinleyebileceğin şarkı var mı? Janset, bu soruya yekten cevap veremedi. Kem küm etti, işi şakaya vurdu ama şudur diyemedi.

Bu soru bana sorulsa diye aklımdan geçti. Her gün dinleyebileceğim şarkı var mı? Şarkı dinlemeyi severim. Bir enstrüman çalmayı da çok isterdim fakat ne yaparsınız yetenek fakiriyim. Vermemiş mabud. Dinlemeye doyamadığım şarkılar, türküler gırla. Ama her gün, her Allahın günü hangisini dinleyebilirdim acaba?

Az biraz düşüneyim.

Galiba “Portofino”.

İkinci soru: Her gün yiyebileceğin yemek nedir? Janset, bu soruya fazla düşünmeden çorba dedi. Çorbayı ben de severim, olsa her gün de yerim. Ama bu soruda önceliği “künefe”ye vereceğim. Künefeyi değil her gün, her öğünden sonra bile yiyebilirim.

***

Ha unutmadan. Mutluyum ben.

Hüseyin Cem ÇÖL
2 Mart 2013 – Pelitli 

28 Şubat 2013 Perşembe

"Bir Gün Bir Kitap Okudum ve Bütün Hayatım Değişti..."


Netten sipariş verdiğim Server Tanilli'nin "İslam Çağımıza Yanıt Verebilir mi?" kitabı, 19.2.2013'te adresime geldi. O tarihten bu yana, ders aralarında fırsat buldukça okuyorum. Nerdeyse yarıladım ama roman değil sonuçta bu acelem yok bitirmek için, yedire yedire sindire sindire hatta keyfini çıkara çıkara okuyorum.

Keyif her kitaptan az çok çıkar. Ama asıl konu bu değil ve şu soru çok mühim: Bu kitap, benim düşünce dünyamda bir dönüm noktası mı olmakta? Yani Orhan Pamuk'un meşhur Yeni Hayat romanının kahramanı gibi "Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti" mi diyeceğim, son sayfanın altına okunduğunu tescil için tarih attığım zaman?

Yoksa aklımı kullanmaya cür'et edemeyecek miyim, aklımı öteleyecek miyim, hiç değilse bir süre daha?

Hüseyin Cem ÇÖL
28 Şubat 2013 - H 309 

24 Şubat 2013 Pazar

"Meçhul Bir Kadından Mektup”: Bir Erzincan Hatırası



13 Şubat’ta günübirliğine Erzincan’a gitmem gerekmişti. Öğle vakti şehre gelmiştim ve en az bir saatim vardı rahatça dolaşabileceğim. Sıradan bir lokantada öğle yemeği ve akabinde kısa bir şehir turu. Şehre dönük ilk intibam: Yolların genişliği, yönü cetvelle ince ince hesaplanmış, her şey düz ve o ölçüde heyecansız, hadi yazayım o kelimeyi: ruhsuz… Sonra öğrendim, depremden sonra Erzincan’ın yeni şehir planlamasını Almanlar yapmışlar. Hiç şaşmadım buna. Bu kadar ince düzen, ancak hesapçı bir milletin eseri olabilirdi.

Bu şehrin merkezi planlamasının bir benzerini de Kars’ta görmüştüm. Ama hayır… Kars başkaydı. Tamam Kars’ın şehir merkezi de, Almanlar değil de Ruslar tarafından birbirini şaşmaz bir doğrulukla kesen yollarla örülmüştü ama hayır Kars’ın bir ruhu vardı… Belki o eski yapılar, o tarih Kars’a ruh veriyordu. Belki ben o ruhu, Kars caddelerinde gezinirken ve inanılmaz güzellikte kar yağarken, Orhan Pamuk’un Kar romanından kendi ruhuma devşiriyordum. Erzincan’da ise tarih yoktu…  Tarih olmayınca tüm o hastalıklı ve şaşmaz düzen, insanı boğan mükemmellik; yapay, soğuk ve içtenliksiz göründü gözüme. Sevemedim.

Erzincan’a bu ikinci gidişimdi. Yıllar önce, seksenlerde, henüz beyaz yakalıklı, siyah önlüklü bir talebeyken, bu şehre bir kez daha gelmiştim. O zaman nasıl bir yerdi hatırlamıyorum. Geniş bir caddenin -tren istasyonuna yakın bir caddeydi bu-, yakınında bir apartmanda bir gece konuklamıştık. Sebebi, artık geçmişte kalan, unutulmaya yüz tutan tatsız bir anıdır. Geçelim.

Yolda giderken, Ahmet Muhip Dıranas’ın Fahriye Abla şiirinden mısralar hep aklımın kıvrımlarında oynaşıp durdu: “Gönül verdin derlerdi o delikanlıya / En sonunda varmışsın bir Erzincanlıya / Bilmem şimdi hâlâ bu ilk kocanda mısın / Hâlâ dağları karlı Erzincan'da mısın?”. Bir şiire, bir romana, bir öyküye mekan olamamış şehirler kuru bir bina ve insan yığınından başka nedir ki? Sadece bu şiir bile benim Erzincan’a tebessümle bakmam için yeterliydi. Gittim, gördüm evet bu şehrin dağları hep karlı, dağlara bakınca bu şehrin yeryüzünün bir parçası olduğunu idrak edebiliyorsunuz. Dağ, şehrin canına bir nebze can katıyor. Ama başınızı dağdan çekip etrafta gezdirdiğinizde, cansız, kuru ve sıkıcı bir sessizlik.

Erzincan’ı sevemedim çünkü umutla gittiğim yoldan hüsranla döndüm. Kuşkusuz kendi iç dünyamda yaşadığım bu hüsran da şehre bakışımı menfi etkilemiştir.

***  

Benim bir türlü bırakamadığım bir huyum var. Günübirlik gittiğim ya da kısa süreliğine gittiğim bir yerde, mutlaka orada bulunduğumun, orada gezindiğimin anısı ya da delili olsun diye bir “kitap” alırım. Satın aldığım kitabın ilk sayfasına adımı, tarihi ve o yerin ismini yazmak beni çok mutlu eder. Elbette Erzincan’da da birkaç kitap aldım. İki Stefan Zweig ve bir Sadık Yalsızuçanlar.  Hatta yolda giderken on dakika mola verdiğimiz o köyden bozma küçük ilçede bile, adı Köse’ymiş, kısa mola süresinde bir kitapçı buldum ve bir yemek parasına bir düzine biyografi kitabı aldım. Evim, odam kitapla taşsa da, bu huydan vazgeçecek gibi değilim. Kitap almayı, kitapla dolu bir odada zaman geçirmeyi ve kitabın içindeki dünyalara dalıp batmayı seviyorum vesselam.

İşte o gün Ermerkez’in üçüncü katında satın aldığım kitaplardan birini, Stefan Zweig’in “Meçhul Bir Kadından Mektup” isimli uzun öyküsünü, bu Pazar öğleden sonrasında, işte bu soğuk odada, H 309’da bir oturuşta okudum. Her ne kadar kapakta roman yazsa da bu bir uzun öykü ve biliyorum bu tasnifin hiçbir önemi yok, çünkü roman ya da uzun öykü ne fark eder, önemli olan ruha dokunan muhtevasının olması.

Kitap ruha dokunuyor. Bu mutlak. Ama bu bahsi fazla açamam. Böyledir deyip geçeyim.

Stefan Zweig’in eseri, adından da çok açık anlaşılacağı üzere, bir mektuptan ibaret. Elbette aşk mektubu bu. Ölmekte olan bir kadının, tutkuyla sevdiği erkeğe yazdığı ilk ve son mektup. Tek taraflı, platonik ve marazi bir aşk bu.

Kadın, hayatının son demlerinde bu mektubu yazmayabilir, bilinmezliğe son vermeyebilirdi. Ama yazdı. Yazmasa olur muydu? Bu soruya cevabım hayır. Her aşık, aşkına karşılık alamasa bile, aşkının bilinmesini ister. Sadece bilinsin ister, karşılık bulsa da bulmasa da. Aşk dediğimiz, sevilme ya da sevme değil, bilinme ihtiyacıdır. Bu böyle olmasa, ara sıra içimizden seçtiği insanlar vasıtasıyla bize kitaplar (=mektup) gönderip kendi varlığını hatırlatan Tanrı’nın yaptığı başka türlü nasıl izah edilebilir?  Bizden sevgi beklemiyor, çünkü O’nu yaşatan bizim O’na duyduğumuz sevgi değil, bizim sevgimize ihtiyacı yok O’nun ama O bizi seviyor ve sadece bunu bilelim istiyor. Çünkü O bizi yarattı. Biz O’nun eseriyiz. Ve her maşuk, aslında aşık’ın eseridir.

O yüzden aşk kokusu sinmemiş insanlar, şehirler, yollar, binalar ve yapılan her iş; cansız, soğuk, bereketsiz ve ruhsuzdur.

Hüseyin Cem ÇÖL
24 Şubat 2013 – H 309 

17 Şubat 2013 Pazar

Arafe



Epeydir burayı boş bırakmışım. Oysa yazılacak, üzerinde yorum yapılacak ne çok şey vardı. Trabzon Devlet Tiyatrosunda izlenen oyunlar (Trabzon’da tiyatro olmasa bu şehri sever miydim?), satın alınan ve pek azı okunan birkaç kitap (Malcolm X’e dair bilmediğim ne kaldı?), umutla başlayan tatsız biten bir Erzincan yolculuğu (can Erzincan iken hüsran Erzincan), özel hukukun tüm koridorlarında hızla dolaşıyor olmanın yorgunluğu (ve mutluluğu), doktora yapıyor ya da yapamıyor olmanın verdiği hiç’lik duygusu (GG’ye teşekkürlerimle), bahar ve güz arasında (benim gibi) kararsız bir Trabzon, kalabalıklaşan (ve kalabalıklaştıkça sevimliliğini, sıcaklığını kaybeden, mekanikleşen) bir ortam… Hiçbirini yazamadım, çünkü yazmak biraz da “kendini ele vermektir”. Muhatabın olsun ya da olmasın, yazmışsan, yazı senden çıkmışsa, artık anılarının, duygularının, düşüncelerinin, korkularının, mutluluklarının, kızgınlıklarının tek hakimi sen değilsin; başkalarının gözü, kulağı, aklı da artık senin hayatının içinde. Bu kadar “ortada” olmak, evet korkutucu.

Yine de yazmak lazım. Hem de, 140 vuruşun cazibesine kapılmadan, uzun uzun yazmak lazım. Kelimelerin arasında başka bir dünya inşa etmek için ya da ne bileyim içimizdeki saf, bozulmamış öteki benliğimizin nefes alması için. Ortada olmak korkutucu da olsa yazmaya devam.   

Yarın yeni bir gün başlıyor. Haziran’a kadar sürecek tatlı bir yorgunluğun arafesindeyim. Yine haftanın her günü dolu, hatta kısmen hafta sonları bile. Pazartesi BORÇLAR, Salı ROMA, Çarşamba İCRA-İFLAS, Perşembe ve Cuma TİCARET. Haftada 12 defa sahne almak demektir bu.

Burada can alıcı soru şu: Tamam bu kadar derse giriyoruz da öğrencilere ne öğretiyoruz? Suya yazı yazdığımı düşünecek kadar karamsar değilim, elbet o kadar ter, o kadar gayret boşa değildir fakat dersler nasıl geçerse geçsin hep bir eksiklik duygusu bu işi yaptığım sürece hiç yakamdan düşmeyecek.

Ama şundan eminim: Bu kadar derse girmekle öğrenciyi bilmem de ben çok şey öğreniyorum. İlkgençliğimin Sivas’ta yayınlanan edebiyat dergilerinde – hassaten Kızılırmak’ta- şiirlerini okuduğum hatta şiir defterlerime özene bezene şiirlerini yazdığım akademisyen Metin Boşnak, geçenlerde öyle bir tweet attı ki, taşı gediğine koydu:

Her yeni öğrenci nesli kendince bir şeyler öğretir hocaya. İlk nesille son nesil öğrenciler arasında sadece hoca evrilir bazen. :)

Allah bana kolaylık versin vesselam.

Hüseyin Cem ÇÖL
17 Şubat 2013 – Pelitli