7 Ekim 2013 Pazartesi

Keşke



Nisan ayında bir yazı eklemiştim buraya. Çeyrek asır önce öğrencisi olduğum Lütfü Kengeç’i ve onun şahsında benliğimde, kişiliğimde, en önemlisi yüreğimde iz bırakan öğretmenlerimi birer birer yad etmiştim. Ve yazıyı şöyle bağlamıştım: “İnsanın bu dünyada başına gelebilecek en büyük şans nedir? Henüz sağını solunu bilmediği yeni yetmelik çağlarında, ona davranışıyla, konuşmasıyla, bilgisiyle, görgüsüyle örnek olabilecek; hayatına yön vermesinde elinden tutacak; sağduyulu, hoşgörülü, kendisini bilen öğretmenlerle yolunun kesişmesidir.”

O yazı ilkin hiç beklemediğim yerden dalga verdi. Lütfü Kengeç hocadan birlikte ders aldığımız, benim için hiç de sıradan olmayan bir sıra arkadaşım, ta Edremit’ten selam sarkıttı. Doğrusu ne çok şaşırmış ve ne çok sevinmiştim. Bir çocukluk arkadaşımla, çeyrek asır sonra, nette bile olsa, karşılıklı bir-iki kelam edebilmek ender yaşanacak mutluluklardandı.

O yazının ikinci dalgası, üç gün önce, Perşembe günü sahilime vurdu. Perşembe sabahı dersimi bitirdikten sonra odama çekilmiştim. Oda telefonu çaldı. Açtım. Karşımda ağır ve oturaklı bir ses. “Hüseyin Cem Çöl’le görüşebilir miyim?” dedi. “Benim, buyurun” dedim. “Ben” dedi, “Tahsin Özener…” Daha ön adını söyler söylemez tanıdım öğretmenimi, gayrıihtiyari “aaaa…” nidası koptu ağzımdan. Nasıl şaşırdım, nasıl sevindim o an anlatamam. Tahsin Özener bu, nam-ı diğer Baba Tahsin, benim 22 sene önceki Edebiyat öğretmenim. Memleketi Adana olmasına rağmen, uzun yıllar Sivas’ta çalıştığı için eh artık biraz da Sivaslı sayılabilecek, Sivas Lisesi’nin babacan, halden bilir, sıcakkanlı, sert gözüken ama aslında yumuşacık kalbe sahip hocası. Sivas Lisesi deyince aklıma gelen ilk kişi.

Nisan ayında yazdığım yazıyı okumuş. Adını zikrettiğimi görünce mutlu olmuş, bana ulaşmaya çalışmış ancak yaz tatili olduğundan okullar açılınca ararım diye düşünmüş. Neler konuştuk, neler söyledi o anın heyecanına karıştı. Aklımda kalan emekli olduğu, Çeşme’de emekli öğretmen eşiyle birlikte hayatını sürdürdüğü, çocuklarını büyüttüğü, evlendirdiği, hayata kazandırdığı… Dahası… Dahası biraz şaşkınlık, çokça mutluluk… Geçmiş ve bugün arasında salınan kırık cümlecikler…

Tahsin Hocamın sadece bir yıl öğrencisi olabilmiştim. Lise 1 ve 2’yi Divriği’de okuduktan sonra, üniversite sınavına daha iyi hazırlanmak için lise son sınıfı (92’de liseler üç sınıftı) Sivas’ta Sivas Lisesinde okumuştum. O sene, şimdi rahmetli olan babaannemin yanında kalmıştım. Lise, benim için sıkıntılıydı. Hiç de tembel bir öğrenci değildim, fakat ders notlarım berbat ötesiydi. Velim, Sivas Lisesi memurlarından, birkaç sene önce acı bir şekilde vefat eden (Allah rahmet eylesin), babamın da yakın arkadaşı olan Kartalcı namıyla bilinen sert, dediğim dedikçi biriydi. Üniversite sınavında sözel tercih yapacağımdan “Edebiyat sınıfına beni yazdırın” demiş idim, fakat kimseye derdimi dinletemedim. Kartalcı ne dediyse o oldu: “Edebiyat sınıfları yaramaz olur, oraya yazdırırsak okumaz, en iyisi Matematik sınıfı” dedi. Ve ben bir sene boyunca, hiç anlamadığım ve ÖSS-ÖYS’de hiç işime yaramayacak olan Kimya, Fizik, Biyoloji gibi derslerle boğuşmak zorunda kaldım. Bu derslerin her sınavından da büyük bir istikrarla 0 (yazıyla sıfır) alıyordum. Okul bittiğinde karnemde üç zayıf vardı sözün kısası. Aslında deli gibi çalışkan bir öğrenciydim. Fakat benim ilgim tarih ve edebiyat derslerine idi. Diğer dersleri “almıyordu” kafam. Allahtan o sene Ankara Hukuk gibi kalburüstü bir fakülteyi kazanmayı becerdim de, onun hatırına, o üç dersten bütünlemede geçirip beni mezun ettiler. O mezuniyetin müsebbibi de çok iyi biliyorum ki Tahsin Hocam idi.   

Lise, benim için sıkıntılıydı dedim. O üç belalı dersten (Kimya, Fizik, Biyoloji) başka okula gelip gitmek de ayrı bir dertti. Sivasın kıyısında bir mahalledeydi babaannemlerin evi. Sivas Lisesi ise şehrin tam göbeğinde. O yolu, Sivas’ın insanı yürürken donduran ayazında, sabahın altı buçuğunda her gün yürümek ölümden beterdi. Devamsızlık hakkımı itinayla doldurmuştum o sebepten.

Sınıf da ayrı bir dertti. Daracık yerde 54 kişi, her sırada 3 kişi. Ders dinlemeyi hiç sevmezdim. Derslerde hiçbir şey öğrenemezdim. Zaten hayatım boyunca da “dinleyerek” öğrenen biri olmadım. Hep, yalnız başıma kendim okuyarak öğrendim her ne öğrendimse hayatta.

O sene kendimi huzurlu hissettiğim, sınıfta olmaktan haz aldığım tek dersti Edebiyat. Sadece dersin hocasına duyduğum sevgi ve saygıydı bunun sebebi. Edebiyat zaten, hayatıma damardan girmişti lisenin ilk iki senesinde. Tahsin Hocadan Edebiyat dersi aldığım o sene ise, edebiyat sevgisi adeta kök salmıştı benliğimde. Hocamın, beni yazmaya teşvik edici sözleri, yazdığım kompozisyon ödevlerine yüksek not vermesi de, edebiyat sevgimi ateşliyordu. Sadece edebiyat değildi elbette. İnsana, insanlığa, vatana, milletle dair Hocanın o ağır üslubuyla ağzından çıkan her söz, yüreğime işliyordu.

Lise bitip üniversite hayatına başladıktan sonra da Tahsin Hocamı unutmadım. Her yıl, hiç değilse bir kez bile olsa, Sivas Lisesine gidip kendisini ziyaret ettim. Ne zaman ki fakülte bitti, hayat derdi başladı, bir daha irtibat kuramadım hocamla.

Bu yazıyı burada noktalamak isterdim. Fakat içimdeki “keşke” kendisini yazdırmak istiyor. Belki yanlış yapıyorum ama o “keşke”yi yazmazsam bu yazı çok eksik kalacak.

*     

Hayatımın hiçbir döneminde unvan delisi olmadım. İsmimin önüne konulabilecek unvanlarla itibar kazanmak yerine kişiliğimle itibar kazanmayı yeğledim. Aziz Nesin’in “insan, hak etmediği şeyin sahibi olamaz” sözünü kendime şiar edindiğimden, 28 Haziran 2010 felaketine rağmen, hak etmediğimi düşündüğüm unvanlara sahip olmadığım için kendimi yenik ve mutsuz da hissetmedim. Kibir kokan hal ve tavırlarına maruz kaldığım, tüm cakalarının unvanlarından ileri geldiğini sezdiğim, unvanları adlarının önünden alınınca tüyleri yolunmuş kazlara döneceklerini pekala bildiğim çakma firavunlarla zorunlu karşılaşma ve aynı ortamda bulunma anlarında bile, “her ne pahasına olursa olsun, köprüyü geçerken her ne yapılması gerekiyorsa yapsaydım da, keşke ben de şimdi unvan sahibi olsaydım” duygusuna asla kapılmadım. Ben böyle güzeldim çünkü, hem de çok güzeldim.

Ama ilk kez, bunu tüm samimiyetimle söylüyorum, hayatımda ilk kez, Perşembe günü hocamla konuşurken, ismimin önünde, her ne pahasına olursa olsun, ister hak edilerek, ister hak edilmeyerek alınsın, en azından Dr. unvanı olmasını çok ama çok istedim. Gerçi hocam, beni bu halimle bile çok övdü, çok methetti, blogdaki yazıları okuduğunu, benim iyi bir eğitimci ve iyi bir baba olduğuma inandığını, öğrencilerimin ve çocuklarımın çok şanslı olduğunu, benimle gurur duyduğunu söyledi. Onun övgülerine mazhar olmak benim için nice unvanlardan çok daha değerli ama yine de 22 sene sonra onun karşısına çıktığımda, adımın önünde kalabalık bir unvan ordusu sıralansın isterdim.

Sırf, hocama “işte benim yetiştirdiğim öğrenci bak nerelere gelmiş, onun geldiği mevkilerde, makamlarda benim de payım, benim de emeğim var” dedirtebilmek için.

Ah keşke.

Hüseyin Cem ÇÖL
7 Ekim 2013 – Pelitli 

6 Ekim 2013 Pazar

Yağdı Yağmur...



"Sen de mi şair oldun?" lafını aklından geçireni çok pis döverim, alenen söyleyeni ise dövmekten beter ederim. Demedi demeyin.

Hüseyin Cem ÇÖL 
6 Ekim 2013 - H 309 

4 Ekim 2013 Cuma

Kuzu Kuzu


Çok masum bir duruşları var değil mi? 

Hüseyin Cem ÇÖL
4 Ekim 2013 - H 309 

"Hayat Tatlı Zehir" : Hayat Güzel, Dünya Yalan


HAYAT TATLI ZEHİR
Haz.: Ümit Bayazoğlu
Türkiye İş Bankası Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 2007, 440 s.  
İç Kapak
s.47
s.52
s.305
s.397
s.440 - Son Sayfa
Arka Kapak

Seksenli yıllarda, genellikle lig maçları Pazar günleri yapılır, belki bir ya da iki maç Cumartesi gününe bırakılırdı. Cuma ve Pazartesi maç yapma tuhaflığı, futbolun tamamen endüstrileştiği çağımıza özgü bir ucubedir, bu ucube üzerine ne dense ne söylense yeridir, lakin beni affedin, akşamın şu saatinde ağzımı bozmayayım. 

Evet, maçlar ekseriyetle Pazar günü yapılır, hemen o akşam Spor Stüdyosunda Tansu Polatkan'ın, o insanı bezdiren sakin sesiyle tüm maçların golleri arka arkaya izlenirdi. Tartışmalı pozisyonların bitmek bilmez tartışmasını yapma geyiği henüz keşfedilmemişti. Sadece maçın özeti yayınlanır, üzerine abartıya kaçmadan birkaç dakikalık yorum yapılır, programı unutturan reklama falan girmeden, hadi çok çok "bir reklam" girerdi, sonraki maça geçilirdi. 

Birkaç dakikalık maç özetleri bile, dönemin darbeci zihniyetinin yansımasıydı. Kışla zihniyeti maç yayınlarına bile sirayet etmişti. 

Maç özeti şu sıraya göre cereyan ederdi:

1.Maç öncesi İstiklal Marşı okunuyor. 
2.Başlama vuruşu yapıldı.
3.Gol oldu.
4.Hakem düdüğünü öttürüyor, ilk yarının bittiğini ilan ediyor ve topu eline alıyor. 
5.İkinci yarının başlama vuruşu.
6.Bir gol daha. 
7.Kırmızı kart gören bir oyuncu.
8.Hakemin bitiş düdüğü. 

Zaten üç dakkalık görüntü içinde, farzı ayinmiş gibi, her iki yarıdaki başlama vuruşlarını ve bitiş düdüklerini de izlerdik. Sanki, TRT maçı bize sunmuyordu da, biz kimdik ki zaten, yönetime rapor veriyordu: O başlama ve bitiş düdüklerinin yayınlanmasının tek sebebi, maçın kesinlikle oynandığının bir kanıtı niteliği taşımasıydı.

Bu yılın Nisan ayında satın aldığım ve okuduğum "Aydın Boysan Kitabı"ndan birkaç sayfanın fotoğrafını çekip bloga ekleyince, kendimi seksenli yıllarda maç özeti yayınlayan TRT gibi hissettim: Kapak, iç kapak, okunan sayfalardan bir kaç demet, son sayfa, arka kapak. Değme askeri törenlere taş çıkartan bir sıralama. 

Anlaşılan, çocukluğumuzu geçirdiğimiz seksenler içimize iyice işlemiş. Ne kadar büyüsek de, ne kadar askeri vesayetten kurtulsak da, ne kadar sivilleşsek de, yok, tortu çökmüş biz de, çıkmamacasına.

Hüseyin Cem ÇÖL
4 Ekim 2013 - H 309

28 Eylül 2013 Cumartesi

Yeğenlere Hafta Sonu Dersi



Trabzon’da yine gri bir sabah. Şikayetim yok. Gri Trabzon’a yakışıyor. Küçük kızım televizyonu açmış “Hediyeci Ejderha Dibo”yu izliyor. “Hem hediyeci hem ejderha ne ayak?” diye düşünürken mecburen ben de ekranın karşısında çakılı kalıyorum. “Dibo” sevimli, şaşırtıcı ve eğlenceli bir karakter ama elbette bir “Pepe” değil. Okeye dördüncü arasam Dibo’yu değil, Pepe’yi tercih ederdim. Onbeş dakkalık seyirden benim vardığım sonuç bu.  

Dibo ve türevleriyle günümü ekran karşısında geçirmek istemediğim için, şu yalan dünyadaki en büyük eğlencem olan “slayt” işini tamamlamak üzere fakülteye geldim. Vatan gazetesinde okuduğum küçük bir haber, beni en büyük eğlencemden bir müddet alıkoydu. Haber şu:

“Kazada kızı ölen babaya haciz şoku

Mersin’in Tarsus ilçesinde trafik kazasında yaşamını yitiren 13 yaşındaki Devrim Polat’ın ölümüne neden olan sürücü hakkında baba Şeyho Polat, 80 bin liralık tazminat davası açtı. Mahkeme, sürücünün aileye 50 bin lira tazminat ödemesine karar verdi, 30 bin liralık kısmını ise reddetti. Ancak sürücünün bir geliri ve mal varlığı olmayınca tahsilat yapılamadı. Buna karşın Borçlar Kanunu’na göre Serdar Köse’nin avukatı da ret edilen miktar olan 30 bin TL üzerinden kanuni vekalet ücreti olan 6 bin TL için Polat Ailesi’ne icra takibini başlattı. Lojistik firmasında şoför olarak çalışan 3 çocuk babası Şeyho Polat’ın 900 TL’lik maaşının 225 TL’ne haciz konuldu. Şeyho Polat, “Hem kızım öldü, hem tazminat davasını kazanmama karşın para alamadım, hem de kızımın ölümüne neden olan kişinin avukatına avukatlık ücreti ödemek zorunda bırakılıyorum. Bu nasıl kanun?” dedi.”

Rahmetli Mehmet Ali Birand’ın deyimiyle “sokaktaki vatandaş” bu haberi okuduğunda, bu ülkede adalet olmadığını, kanunların haklının değil haksızın yanında olduğunu, hukuk sisteminin düzgün işlemediğini düşünecektir.

İlk bakışta bir adaletsizliğin göze çarptığı da muhakkak.

Peşin yargıya varmadan biraz düşünelim.

Davacının avukatı tazminat talebini ne olur ne olmaz diyerek düşük tutsaydı ve dava dilekçesine o büyülü “fazlaya ilişkin haklarımız saklı kalmak kaydıyla” ifadesini ekleseydi yine sonuç böyle mi olacaktı?

Olmayacaktı.

En azından karşı tarafa vekalet ücreti verilmesine gerek kalmayacak, aleyhine icra takibi yapılmayacak ve maaşına haciz konmayacaktı.

Avukat çıtayı yüksek tutmuş, hakim de avukatın beklentisinin altında bir tazminat tespit etmiş, sonuçta olan davacıya olmuş ve ortaya “adaletsiz” bir manzara çıkmış.

Kıssadan hisse : “Usûl, esastan önemlidir, yeğen!”

Hüseyin Cem ÇÖL
 28 Eylül 2013 – H 309  

25 Eylül 2013 Çarşamba

Yol Gösterene Sevgi, Saygı, Şükran ve Rahmet…



"Vade tekmil olup ömür dolmadan
Emanetçi emanetin almadan
Ömrünün bağının gülü solmadan 
Varıp bir canana ıhrar verdin mi?"

Bir yıl önce, bugün, akşam dersini bitirdikten sonra yorgun argın eve gelip televizyon karşısına geçtiğimde, halk ozanı Neşet Ertaş’ın vefatını öğrenmiştim. O an, bedenime ansızın ikinci bir yorgunluk çökmüştü. Sessiz sedasız gözlerimden akan birkaç damla gözyaşı, ağzımdan dökülen rahmet dileklerine karışmıştı.

Bir yıl içinde, nerdeyse her gün, en az yarım saat, bazen bir saat dinledim Neşet Ertaş’ı. Hocanın ilminden pay kapmaya çalışan bir talebe edasıyla pür-dikkat, kendimi vererek, hatta adayarak. Her dinleyişimde biraz daha piştim, biraz daha olgunlaştım. “İnsan” olma yolunda beni besleyen ana damarlardan biri oldu Neşet Ertaş.

Bir yıl sonra, bugün… Sevgi, saygı, şükran ve rahmetle anıyorum kendisini. İyi ki yaşadı, iyi ki biz faniler tanık olduk onun yaşamına ve iyi ki hala yaşamakta… Çünkü, gerçek sanatçılar, eserleri var oldukça, yaşamaya devam ederler.

Şimdi bana az müsaade. İmtihanı zor bir dersim var. İmtihanı zor ama şükürler olsun hocam sesiyle, sazıyla, sözüyle ve özüyle kemâlatın doruğunda. Gassal elinde meyyit gibi kendimi teslim edersem, biraz daha “insan” olacağım sayesinde.

Dersin konusu : “Yolcu”.
Hüseyin Cem ÇÖL
25 Eylül 2013 – H 309 

18 Eylül 2013 Çarşamba

A Yüzü


Her 18 Eylül, içimizde kanayan bir yaradır.

Hüseyin Cem ÇÖL
18 Eylül 2013 - H 309

9 Eylül 2013 Pazartesi

“Ay Büyürken Uyuyamam” : Bu Cennet Bu Cehennem


"Ay Büyürken Uyuyamam"

Olimpiyatları kazanamayınca verilen tepkilerle, Necati Cumalı’nın bu hikayesinin, Şerif Gören’in bu filminin anlatmak istediği ne güzel örtüşüyor:

Biz bu topraklarda yaşayanlar, hayatı birbirimize zehir etmeyi çok iyi biliyoruz. Mutluluk durağan bir kavram ve galiba durağanlıktan sıkıldığımız için mutluluğa giden tüm yolları itinayla kapatıyoruz. Biz, ancak kavga ettiğimizde hayatı anlamlandırdığımızı, hayata anlam kattığımızı zannediyoruz. Barışarak değil savaşarak; üreterek değil didişerek; paylaşarak değil kapışarak; konuşarak değil başkasının sözünü boğarak geçirilen bir zaman kaybı bizimkisi.

Biz mutlu değiliz, çünkü içimizde barış yok; madem biz mutlu değiliz, o halde kimse mutlu olmasın. Bütün derdimiz bu.

Hüseyin Cem ÇÖL
9 Eylül 2013 – H 309 

8 Eylül 2013 Pazar

Yolda Bir Kedi Ölüsü


başka ölümler çeker bizi 
/ ve bazen başkaları 
/ ölümü çeker bizim için”
İsmet ÖZEL

Çok uzaktan gördüğüm yol ortasındaki karaltının, bir karton ya da gazete parçası olmasını içtenlikle diledim. Fakat pekala biliyordum kendimi kandırmaya çalıştığımı. Yaklaştıkça karaltıya, karaltı belli etti kendini. Başı bir yana, kuyruğu öbür yana düşmüş bir kedi ölüsü bu. İki tekerleği ortalayıp yavaşça geçtim üzerinden. Bir başkasının, başkalarının benim sebep olduğumu düşünebileceği aklıma geldiğinde, birden kendimi aklama çabası içinde çırpınırken hissettim. Akabinde bu aklama çabası beni utandırdı. Önemli olan neydi? Bir canlının (velev ki bu canlı bir kedi olsun) acı ölümü mü, yoksa bu ölüme tanıklık etmenin iç sıkıntısı mı?

Açıyorsun gazetenin üçüncü sayfasını. Fatma Sibel Sevinç (39), Emrah Akbulut (20), Ruhi Yöney (27) için de yol bitmiş, yolculuk sona ermiş. Aynı sıkıntı yine kapladı içini. Artık gazetenin üçüncü sayfalarını okumamalısın. Bu mudur vardığın sonuç?

Biz kaçsak da karaltı hep yolun ortasında çıkacak önümüze. Ansızın. 

Ta ki, kendimiz karaltı olana dek. 
Hüseyin Cem ÇÖL
8 Eylül 2013 – H 309 

7 Eylül 2013 Cumartesi

İki Şiir Üzerine Sesli Düşünceler



Cuma akşamı Orhun Basat’ın “Acılar Gece Gezer” isimli minik bir şiir kitabını okumuştum. Orhun Basat tanınmış bir şair değil, ki bende Cuma günü kitabını elime alana dek, adını hiç duymamıştım. Orhun Basat’ın çoğu şiiri vasattın altındaydı, bazı şiirlerinin ise pürüzsüz, yalın bir tadı vardı. Ki, bu tür şiirlerinden ikisini bloguma da almıştım. Şimdi, bloguma aldığım şiirlerinden birini, üzerine daha sonra sesli düşünmek üzerine yeniden buraya alacağım:

KAYBOLUP GİTTİ SESİM

Yıllardır sevdiğime, ne olur inansana
Tükeniyor günbegün, tükeniyor nefesim
Gücüm kalmadı artık, ne olur sarılsana
Gecenin ortasında kaybolup gitti sesim.

Çekmedi böyle acı; Kerem, Kerem olalı
Kalmadı yaşamaya, ne gücüm ne hevesim
Tükendi bütün renkler, bak gözlerim kapalı
Gecenin ortasında kaybolup gitti sesim.

***

Aşağıdaki şiiri ise www.ismetozel.org sitesinden aldım. Şiir sitede, “İsmet Özel’in Son Şiiri” üst başlığıyla verilmiş. Şiiri okudum, hatta birkaç defa okudum. Önce şiiri buraya alayım, sonra üzerine biraz kelam laf edeceğim.


ORTA YAŞLI BÜRÜMCÜĞÜN NİNNİSİ

Her annesi ölenle denize açılmayın
Küser birgün bakarsın saksağan saksağana
Bırak çoğul erisin tığ teber yürek yağın
Tere kaç kere batmış kapkara anakara

Yumurta topuk boyu ampule yetmez eni
Arpacık gözde çıkar gez kerteriz taşıtan
Çağız katkısız motor diziyle ezileni
Aygırlar sorumlu mu çıldıran yüzbaşıdan

Kamerada tut iffeti aşkımız kamarada
Silinen borçlarımız dikilen kızlık zarı
Keşiş cazda cezalı duşun kamı arada
İskanbilli iskarpin işitince azarı

Böyle ayıp şeylerden ninni yapmamış olsak
Boynu düzce devenin gazeteler yazmadan
Kapmadan da parayı un eler miydi kaltak
Hikmeti ne inmenin yalnayak ayazmadan

Şıkıdım tek başına bir kilidi kaldırmaz
Çiftleştir şıkıdımı sür yorgunu yokuşa
O zaman ayıktırır ustasını samt çömez
Bikini demezler mi dönünce mayo kuşa

Oturmadı yerine lâf kocaman gedik dar
Latinci danışmanlar bi söylerse ikidir
Köydekilerin aklı farza erene kadar
Tilki kümese girer gerisini sen getir.

***

Şunu belirtmek zorundayım. Bu yazıda amacım, tanınmamış bir şairle, tanınmış bir şairi karşılaştırıp, birini diğerine tercih etmek falan değil. Amacım, hala çok acemi bir şiir okuru olarak, şiirin işlevi ve bu işlevi yerine getirme yöntemi üzerine cahilane bile olsa sesli düşünme denemesi yapmak. Cahil cesaretiyle bismillah deyip başlayayım.   

Orhun Basat’ın şiiri pürüzsüz, sade, apaçık. Belki de bu yüzden derinliksiz, yüzeysel. Şiiri, bizi uğraştırmıyor. Sevimli bir çocuk yüzü gibi. Okuyoruz, hoşlanıyoruz o kadar. Bitti. 

İsmet Özel’in şiiri ise, tam aksi. Derinlikli ama pürüzsüz değil. Okuru uğraştırıyor. Her kelime daha doğrusu imge üzerinde durmayı gerektiriyor. Bilmece gibi, şairin ne demek istediğini, ne aktarmak istediğini, ne duyumsatmak istediğini çözmemiz gerekiyor. Ben kendi adıma, 15 yıldır İsmet Özel şiirlerini ve yazılarını çok sıkı olmasa bile takip eden biri olarak, bu şifreyi HÂLA çözemediğimi açıkça söylüyorum. Bu şiirden hiç birşey anlamadım. Şimdi, bu noktada, sevgili blogcu (Mirzabey)’in, benim bir yorumuma yazdığı cevabını hatırlamak gerekir: “… anlaşılma/anlaşılmama üzerinde durmaktansa, okuduğunuzda hisleriniz azıcık değişebiliyorsa, okuyunca kalbiniz azıcık daha hızlı atıyorsa şiir yerini bulmuş sayılır.” Anlamak, zihni bir faaliyet, yani beynimizle ilgili. Hislerin değişmesi, kalbin azıcık daha hızlı atması ise kalple ilgili. Bu durumda “şiir akla değil kalbe hitap eder” denebilir mi? (Mirzabey)in yorumundan, anladığım kadarıyla sanki bu sonuç çıkıyor.

Şahsi düşüncem şudur: Ben, şiiri “duygu ve düşüncelerin estetik bir biçimde terkip edildiği metinler” diye tanımlıyorum. Bu anlamda şiir hem akla, hem kalbe hitap eder, etmelidir. Çünkü içinde hem duygu, hem de düşünce mündemiçtir. “Has” şiir, pekala anlaşılabilir bir metindir, hatta anlaşılması gerekli bir metindir. Anlama/anlaşılma süreci kısa ya da uzun olabilir; anlamanın içeriği ve boyutu, kişiden kişiye farklılık da gösterebilir. Fakat, her şiir mutlaka akla hitap ettiği için “anlaşılmak” ve kalbe hitap ettiği için “hissedilmek” için yazılır. İyi şiir, başarılı şiir, güzel şiir; işte bu akıl ve kalp arasında kurulan dengeye göre belirlenir. Terazinin kefeleri ne kadar eşitse, şiir o kadar iyi, başarılı ve güzeldir. Bundan başka, şiirin hitap ettiği alıcılara (yani kalp ve beyne) gönderilen dalgaların, dengede olmasından başka yeterli düzeyde olması da gerekir.

Şimdi yazdıklarımı toparlayayım. İyi şiirin iki ölçütü var kanımca:

1-     Hem akla, hem kalbe hitap edecek ve bu hitap “dengeli” olacak.
2-     Akla ve kalbe hitap ederken; “duygu ve düşüncelerin terkibiyle oluşan metin” belli bir frekansın üzerinde olacak. Ne kadar üzerinde olursa o kadar iyidir.

(Şimdi bana şekilci diyenler çıkabilir. Bu ithamı, başka vesilelerle yapanlar da çok oldu. Aldığım eğitim ve kişilik yapım, kavramları unsurlarına ayırarak ve kategorize ederek düşünmemi sağlıyorsa, bundan şikayetçi olmadığımı, aksine övünme payı çıkarttığımı söylemek isterim.) 

Bu iki ölçütü baz alarak, Orhun Basat’ın ve İsmet Özel’in şiirlerini kendimce analiz edeyim.

Orhun Basat’ın şiiri anlaşılabilir, net. Eh, inkar etmeyelim, gönül telimizde de hafif kıpırdanmalar yapmıyor değil. Yani birinci ölçüt tamam. Fakat, ikinci ölçütte sorun çıkıyor. Şiiri, bir kez okuyoruz ve tüm gizlerini, sırlarını keşfediyoruz. Belki kıyıda köşede bir şey kalmıştır umuduyla bir kez daha okuyoruz ve son kırpıntıları da topluyoruz. Sonra bir daha okumaya gerek kalmıyor. Çünkü, şiirin bize vereceği bir şey kalmadı artık. En çok iki okumada tamam. Derinliği bu kadar. Yüzeysel. O halde, bu şiir, belli bir frekansın üzerine çıkamamış. (“Bu frekans dediğin neyin nesidir?” diye düşünenler olabilir. İhtimallerden birini yazayım da görüşlerimin değerlendirilmesi kolay olsun: Örneğin, “sadece bir okur tarafından okunma sayısı”.)

İsmet Özel’in şiirine gelince… Elbette kendi adıma konuşuyorum, ben bu şiirden bir şey değil hiçbir şey anlamadım. Peki bu şiir akla hitap etmiyor mu? Etmediğini kimse söyleyemez. Onca laf, boşluk doldursun diye şiire boca edilmiş olamaz. Her kelimenin, şairce malum ve okurca keşfedilmeyi bekleyen bir “anlamı” var, ki biz buna “imge” diyoruz. Fakat, bu imgeler o kadar muğlak ve karmaşık ki, imgeleri deşifre etmek epeyce güçleşiyor. Ki, İsmet Özel’in fikri yapısına pek de yabancı sayılmayan ben bile, şiirden hiçbir şey anlamadığımı söylüyorsam, varın İsmet Özel ismini ilk kez duyan okurların halini siz düşünün.

Düşüncelerimi daha basit anlatayım da ne dediğim belli olsun. İsmet Özel’in bu şiiri “anlaşılamıyor ama anlamsız değil”. Elbette herkesin anlama eşiği farklıdır. Benim anlama eşiğim de düşük olabilir. Gam değil! Ben, şiir seven ve okuyan kitleyi düşünerek bir genelleme yaptım. Akla hitap eden ama “ulaşmayan” bu şiir, peki kalbe hitap ediyor mu ve ulaşıyor mu? Şiiri okuduğumuzda, (Mirzabey)in deyimiyle, hislerimiz azıcık değişiyor, kalbimiz daha hızlı atıyor mu? Bu soruyu da, her okur kendince farklı cevaplandırabilir. Ben, İsmet Özel’in şiirlerini, daha doğrusu sadece Erbain’i, kasetten epeyce “dinlemiş” biriyim. O yüzden, İsmet Özel’in şiirlerinde, müthiş bir iç ahenk, iç musiki seziyorum ve belki de sadece bu yüzden, O’nun şiirlerini “kayda değer” buluyorum. Bu şiirinde de, o tanıdık ahengi (sözcükler arasındaki uyumu) sezdim, kelimelerin dansına şahit oldum ve bu yüzden bir daha, bir daha okudum.

Sözün kısası, İsmet Özel’in şiiri, akıl ile kalp arasında denge kurabilmiş değil. Akla değil daha çok kalbe hitap ediyor. Akla da hitap ediyor ama hedefe ulaşmıyor. Şiir, estetik duygularımızı okşuyor ama kelimeler birleşince cümle haline gelemiyor. Yani, sözün kısası, birinci ölçüt eksik şiirde. 

İkinci ölçüte bakalım. “Akla ve kalbe hitap ederken; duygu ve düşüncelerin terkibiyle oluşan metin, belli bir frekansın üzerinde olacak, hatta ne kadar üzerinde olursa o kadar iyidir.” demiştik. Ve frekansın karşıladığı ihtimallerden birinin “sadece bir okur tarafından okunma sayısı” olduğunu belirtmiştik. Bu şiir, kaç okumayla bitirilir? Biraz daha net sorayım. Bu şiirin gizleri kaç okumada çözülür ve bu şiirden alınan haz kaç okumada biter? Herhalde bu sorunun cevabı, Orhun Basat’ın şiiri için yazdığımız cevapla aynı değildir. Elbette kat be kat fazladır. İşte bu fazlalık, bu şiirin kaliteli olmasının sonucudur. Bu nokta çok mühim. Çünkü, bu şiir ne kadar çok okunursa, “anlama/anlaşılma” eksiği kapanacak, yani şiir anlaşılacak ve “akla hitap etme ama ulaşamama” handikapı ortadan kalkacak, böylece akla ve kalbe dengeli hitap etme ölçütü kendiliğinden yerine gelmiş olacak.

Sözü şöyle bağlayayım. İyi şiirin tadını alabilmek ve gizlerini çözebilmek için “birikim” ve “sabır” gerekiyor. Yeterli birikime sahip olmayanlar ve sabır göstermek istemeyenler, Orhun Basat tarzı şairlerle oyalanabilirler. Şahsen ben oyalanmayı çok iyi beceririm.

  Butterfly Valley 
2006 - ANKARA