Bu blog, sorumlusu olduğum derslerin yürütülmesine katkı sağlamak amacıyla hazırlanmaktadır ve TRÜ HUKUK FAKÜLTESİ, TRÜ İLETİŞİM FAKÜLTESİ, KTÜ İKTİSADİ VE İDARİ BİLİMLER FAKÜLTESİ ile KTÜ SAĞLIK BİLİMLERİ FAKÜLTESİ öğrencilerine yöneliktir.
Öğr.Gör.Hüseyin Cem ÇÖL
TRABZON ÜNİVERSİTESİ Hukuk Fakültesi Ticaret Hukuku ABD
"Tangodan hoşlanmaya başlamak için, birkaç yenilgi yaşamış olmak gerekir." JOSE MUJICA
Dün akşam eve giderken eczaneye
uğradım ve en hafifinden bir uyku ilacı satın aldım. Akşam yemeğinden sonra
baktım göz kapaklarım isyanlarda vurdum kafayı yastığa. Uyku ilacından bir
tablet bile almamış olmama rağmen, yatakta bir o yana bir bu yana döndolaş
yapmadan aniden uykuya daldım. Uyandığımda sabahın dördüydü. Nerdeyse sekiz
saat kesiksiz uyumuşum. Anladım ki, tıptan şaşmamak lazım, uyku ilacının uykusuzluğa
gerçekten yardımı oluyormuş. Bir de kullansam, düşünün, kimbilir kaç saat
uyuyacaktım.
Sabahın dördünde uyanan insan ne
yapar? Elbette kahvaltı. İki haşlanmış yumurta, bir demlik dolusu çay. Anladım
ki, insan uykusunu alınca en kuru kahvaltı bile başka bir tat veriyor.
Futbolla çok sıkı bir bağım yok, Galatasaray
taraftarı da değilim, buna rağmen kahvaltı sırasında elime kumanda aletini
aldığımda ilk önce, TRT’nin teletext’ini açıp, dün akşam Galatasaray’ın
oynadığı maçın kaç kaç bittiğini öğrenmek istedim. Oysa şu hengamede kimin kimi
yendiğinin ne önemi var? Türkiye’nin ayarı bir kez daha bozulmuşken, futbol neyime?
Anladım ki, tek ayarsız Türkiye değil, ben de biraz ayarsızım.
Kanallar arasında gezinip de Türkiye
gerçeğine rast gelmemek, Türkiye gerçeğinden bigane kalmak elbette mümkün değil.
Sabahın beşi bile olsa, içinde hep beraber boğuştuğumuz bu güzel ülkeyi analiz
etmeye çalışanların ateşli konuşmaları sürgit devam etmekte. Türkiye’de kimse
masum değil. Herkesin bir açığı var. Herkes, gözünü ötekinin açığına dikmiş
durumda, ötekinin açığını ne kadar çok dillendirirse kendi kıçındaki yırtığı
kimsenin görmeyeceğini vehmediyor. Bu ülkede herkesin tenceresinin dibi kara. Anladım
ki, bu ülkenin her ferdi esaslı bir ahlak eğitiminden geçmedikçe iflah olmamız
imkansız. İyi de bu eğitimi kim verecek?
Televizyonu kapattım. Evden çıktım.
Pazar sabahı ama yine dükkanda yapılacak iş var, çok şükür. Trabzon’da bu sabah
anlatılmaz güzel. O kadar güzel ki, acaba sahile insem mi diye bile aklımdan
geçirdim. Şifayı kapmaktan korktuğumdan denize uzaktan bakmakla yetindim. O
bile yetti, içimin yaşama sevinciyle dolması için. Anladım ki, hayat sabahları
çok güzel.
İktisat ve Çeko Bölümü öğrencileriyle dönemin son Ticaret Hukuku dersi.
(28 Aralık 2013 - Cumartesi, HUK 302)
Öğrenmek pekala mümkündür ama öğretmek
mümkün müdür, bilmiyorum. Bildiğim şu ki, öğretmek mümkün olsa da olmasa da,
öğreten kendini kandırarak sanki öğretmek mümkünmüş gibi çaba içinde olmalı. Nasılsa öğretmek mümkün değil dememek lazım. Asıl öğrenilen ve öğretilen belki de hayat boyu “çaba” içinde olmanın gereği. Bu çabaya rağmen
öğretmek yine de mümkün olmayabilir, sınıfta beyan edilen bilgiler öğrencinin zihninde
bir karşılık bulmadan pencereden havaya toza karışabilir. Böyle bile olsa,
belki “çaba”nın kendisi, belki “üslup”, belki “yaklaşım” öğrencide karşılık
bulmuş olabilir.
Yıllar önce bir vadi’ye deneme
tadında yazılar göndermekteydim. İlk yazımın başlığı, hala hatırımdadır, “Özgürce
Yazabilmek” idi.
Bu önemsiz girizgahı şu lafı
edebilmek için yaptım:
Yazı, insanın duygusunu, düşüncesini,
hayallerini, hayal kırıklıklarını, kendisini, hayat algısını aktarma aracı. Bu
aracın amaca uygunluğu ise, yazanın özgür olmasına bağlı. Yazan özgürse, yazı
samimi ve sahici bir hal alıyor. Yazanın özgürlüğünün önündeki birinci engel, “yazdıkları
karşılığında para alması”. Para için yazmak elbette ayıp değil. Ama ana amaç
para kazanmak olunca, yazanın kaleminden yazmak istedikleri değil, kendisinden
yazılması istendikleri dökülüyor, yani nabza göre şerbet veriyor. Bu bir.
İkinci engel ise, “okunmak”. Bu nokta ilginç. Her yazan okunmak ister, okunmak
için yazar. Oysa okunmak, yazanın özgürlüğünü kısıtlayan en büyük engeldir. Çok
okunan değil, az okunan hatta hiç okunmayan yazanlardır asıl “özgür” olan.
Okunduğunu bilen yazan, yazarken rahat olamaz zira. Okuru hesaplayarak yazı
yazılmaz, yazılsa da içten olunamaz.
O şehirde muhafazakarlık, düşünerek
kabullenilmiş, özde sindirilmiş bir hayat algısı değil de; nesilden nesile
geçen bir alışkanlık. Başka türlü bir hayat tasavvuru olmadığı, olamadığı için
sürgit devam eden gelenekler bütünü. Böyle olduğu içindir ki, kendisini en çok özde
değil, şekilde gösteren hamlıklar topağı. O şehirde muhafazakarlık, bir şemsiye
kimlik. Altına girmese yok olacağını zanneden insanları vehimlerinden geçici
bir süre kurtaran bir sığınak. O şehirde muhafazakarlık, zorunlu bir maske. O
şehirde muhafazakarlık, insanların birbirini içine çektikleri, çıkmaya
çalışanları zorla aralarına aldıkları kaynayan bir kazan. O şehirde muhafaza
edilen, aslında güdük bir ömür; başka bir hayat algısına kapı aralayan her tür
düşünce ve duyguyu düşman belleyen dışa kapalı bir toplum. Bu yüzden o şehirde
başkaları cehennem. Hele “araf” oluru, idraki imkansız bir hayat sahası.
O şehirde barış ve savaş iç içe. O
şehrin düğününde cenaze, cenazesinde düğün havası koklamak mümkün. İnsanların
görece sakinliklerin altında, her an kavgaya, laf dalaşına hazır olduklarını
gösteren bir potansiyel mevcut. O şehirde ipler aslında kadınların elinde. Bu
yüzden, cansız hayata can katmanın en kullanışlı ve en ucuz aleti “laf”. Kapalı
bir kutu içinde vakit nasıl geçer? Eğer, dışarı çıkma ümidin yoksa seni manevi
açıdan doyuran bir işin, bir meşgalen, bir sanatın, bir merakın, bir hedefin de
yoksa kapalı bir kutunun içinde ne yaparsın? El-cevap: Başkalarıyla kavga edersin.
Kendi içinde barış olmayan her insan, kavgasını mutlak dışarı taşırır. İçindeki
boşluğu söz kavgasıyla, ağız kavgasıyla yani “çekişerek” doldurur; o da
yetmezse “vuruşarak”. Malumdur, tabiat boşluk kaldırmaz.
O şehir soğuk. Belki insanlar bu
yüzden bu kadar huzursuz. Donmamak için, biraz ısınmak için, kendi kısır
hayatlarını az da olsa renklendirmek için anlamsız bir laf savaşının neferi
olmaya can atıyorlar. Ancak savaşırken yaşadıklarını var sayıyorlar. İç barış, donmakla
ölümle eşdeğer.
O şehir her geçen gün biraz daha
ıssız. O şehirde tanıdıklar ya yaşlanıyor ya da bir bir eksiliyor. Babaannem,
eniştem derken dayım. Sıradaki kim?
O şehir orada, ben buradayım. Şimdilik
elbette. Er ya da geç ulaşacağımız son durağımız yine o şehirde: Yukarı Tekke
Mezarlığında.
Müzikten anlamam. O kadar anlamam
ki, arka arkaya Beethoven’ın 9. Senfonisi ile Ankaralı Namık’ın Dar Geldi Sana
Angara’sını dinleyip, ikisini de beğendiğimi söyleyebilirim. Laf aramızda kimse duymasın, gerçekten
ikisini de beğenirim. Müzikten anlamam derken ifade etmek istediğim, birincisi
rafine bir müzik beğenisine sahip değilim, konu müzik olunca mezhebim, dinim,
partim, ideolojim yok; ikincisi ise müziğin tekniğini (nota, enstrüman vs.) bilmem.
Müzikten anlamam ama müzik dinlemeyi
severim. Müzik dediğimiz, tabiatta dağılan biçimsiz seslere biçim verme arayışı
değil midir? Sesler nasıl dağınıksa, insanın ruh hali de bir o kadar dağınık. Her
insanın içinde en hayvani arzular ve en ulvi duygular birlikte at oynatıyor. “İnsan”,
insan olmaya çalışan bir hayvandır sonuçta. Hamurumuzda hayvanlık var ama
aklımız sayesinde ulaşmamız gerekenin insanlık olduğunu fehmediyoruz. O yüzden
bu kadar karmaşığız. Böyle olunca, tabiatta bulunan dağınık sesler, bazen
hayvan kalmış yanımızda, bazen de insan olmaya çalışan yanımızda rağbet buluyor
ve biz dinlediğimiz müziği beğendim diyoruz. İki sabitsiz bir yerde kesişince,
insan dinlediği müzikten zevk alıyor, ötesi laf-ı güzaf. Anlamamak, sevmeye
engel değil; işin hülasası bu.
Bu yıl, kendimle baş başa kaldığım
anların çoğunda, H 309’da, evde, arabada hep müzikle iç içeydim. İnternet
sağolsun, istediğin şarkı, türkü emrine amade. İnsan istedikten sonra, dünyanın
en ücra köşesinde dinlenen müziğe ulaşması çok zor değil. Peki ben bu yıl bunca
çeşitlilik içinde ne dinledim. Sıralayayım.
1.Evvela, bu yıl, geçen yıl da olduğu gibi bol bol Neşet
Ertaş dinledim. Dinledim lafın gelişi. Doğrusu, “Neşet Ertaş söylerken ben diz
çöküp ders aldım” demek daha doğrusu. Çünkü, Neşet Ertaş’a bir müzisyenden çok,
“alaylı alim” gözüyle bakıyor ve öyle seviyorum.
2.TRT Müzik, yüzlerce televizyon kanalı içinde, en çok
durakladığım kanaldı bu yıl. Bir yerde yazmıştım, TRT Müzik hariç, bütün
kanalları tek tek televizyon hafızasından silsem zarar etmiş olmam.
3.Seksenli yıllardan kalan her şarkı yüreğimi titretmeye
devam etti bu yıl. Yine ısrarla Ümit Besen, Ferdi Özbeğen, Coşkun Sabah, Ferdi
Tayfur, Müslüm Gürses, Neşe Karaböcek, İbrahim Tatlıses dinledim her fırsatta.
4.Bir de şu bizim Angaralılar var. Ankara yıllarımdan
kalma bir alışkanlık mı bilemem. Ne zaman dinlesem, bir daha dinlemek
istiyorum. “Hayatı tesbih yapmış sallayanları” da, “atara atar yapan Ankara
bebelerini” de, “Osman’a kaçmış Şaziye’yi de” seviyorum, ayıp değil ya.
5.Lakin hepsi bir yana, bu yılın beni dinleye dinleye
sarhoş eden şarkısı “Yaralı”dır. Bir şarkıyı arka arkaya, hiç mola vermeden tam
17 kez dinlediyseniz, tek başına bir büyük devirmiş gibi dünyaya bir hoş bakıyorsunuz.
Bengü'cüm, bari önümüzdeki
yıl böyle şeyler yapma be kuzum. Zaten yaralı yüreğimizi daha bir tarumar
etmenin ne gereği var?
Yolda Kadırga FM’i dinliyordum. Niyeyse birden aklıma geldi.
Havaalanının önünden geçmekte idim, yoldan gözümü almadan sağ yanımda uzanan denizin
maviliğinin tadını da çıkarıyordum. Düşündüm ki, tamam dünya yalan hayat güzel.
Gelgelelim, burada sanılanın aksine bir paradoks yok. Hayatın güzelliği aslında dünyanın yalan
olmasında. Yani dünya yalan olduğu için aslında hayat güzel. Hep bu oyun, bu
oyalanma, bu anlık mutluluklar ve mutsuzluklar, bu bir yerde sabit kalamama, bu
baş döndürücü hız hayatı güzel kılan dünyanın cilveleri. Dünya gerçek olsa
hayat böyle ışıl ışıl, canlı, renkli olmayacak. Dünya gerçek olsa, hayat
cansız, yavan, kuru olacak. Aslında güzeli güzel kılan da yalan olması. Yalan
ve güzellik, bir madalyonun iki yüzü. Biri diğerini tamamlıyor. Aşk da öyle:
Bir yanılsama ama yaşanması gereken bir duygu.
Düşünceler beynimde akarken uzakta kırmızı ışığın yandığını
fark ettim, yavaşladım ve tam lambanın önünde durdum. Aniden düşünce trafiğim
de durdu. Arkası gelmedi.
Yıl bitene kadar her gün bir "en"i yazmaya niyetim var. Girizgah niyetine şu notu düşeyim: 2013 gerçekten güzel bir yıldı. Çabanın ve iyimserliğin içinde harmanlandığım hızlı ve yoğun bir yıldı. En az 2012 kadar, hatta ondan bile iyiydi. 2011'in de gözümde büyütmemeyi başarabildiğim nice sıkıntısına rağmen farklı ve kendine özgü güzellikleri vardı.
Az önce balkona çıktım. Dün geceden beri neredeyse hiç dinmeyen kar, hala ağır ağır hiç telaş etmeden yağmaya devam ediyor. Kara ve yağışına yabancı biri değilim. Hayatımda pek çok
defa gökyüzünün beyaz dansına şahitlik ettim, hayatımda kaç defa ağır ağır
salınan kar taneleri altında derin, niyeyse hep kar yağarken derin düşüncelere
dalarak sükunetin ve hazzın doruğunda gezindim. Çocukluğum Sivas’ta, yetişkinliğim Ankara’da,
askerliğim Sarıkamış’ta geçti. Belki bu yüzden sadece kışı değil, kışın türevlerini
zemheriyi, karakışı, ayazı, tipiyi de hamdolsun bilirim. Birkaç yılı saymazsak
hep sobalı evlerde ömür tükettim. Soba kurmak, soba temizlemek, soba yakmak,
sobada kestane pişirmek, eve girer girmez sobanın etrafına tüneyip ısınmak gibi
“fakir hayatı”nın küçük sıkıntılarına, zevklerine ve cilvelerine de şükürler
olsun vakıfım. Çocukluğuma dair hatırladığım en güzel hatıralardan biri de,
yastığa baş koyduğumda yanan soba ateşinin tavanda oynaşan kızıl ışığını
seyretmekti. Ha bir de sokak lambasının huzmesi altında sakin sakin yağan karın
gamsız yağışına tanıklık etmek. Bu zenginlikler hala içimi ısıttığına, yüzümü
tebessüm ettirdiğine, gönlüme ferahlık verdiğine göre, pek de fakir büyümüş
sayılmam değil mi?
…
-Cem’cim her şeyi anladım da bu yazıda kardan,
yağışından bahsetmişsin ama “ben”den bahsetmemişsin.
14 Aralık 2013 Cumartesi günü saat
11:45’te, KTÜ Hukuk Fakültesi Amfi-I’de, Yargıtay 23. Hukuk DairesiBaşkanı Hamit DÜNDAR tarafından “Hukukta Kariyer ve Mesleki Gelişim” konulu konferans yapılacaktır.
Saygıdeğer büyüğümüzün mesleki
tecrübelerinden ve önerilerinden yararlanmak isteyen Hukuk Fakültesi öğrencilerinin
konferansa katılmasını “öneririm”.
Haddini bilmek diye bir ahlaki ilke
olmasaydı sadece önermekle kalmaz “emrederdim”.
Var mıydın yoksa muhayyilemde ben mi yaratıyordum seni?
Ne çok inerdim sana. Dört yıl boyunca her fırsatta.
Samanpazarı’ndaki Meclis ve Anıtkabir manzaralı yurtta dünyaya anlam verme çabasıyla
kendimi paralarken… Sonra Demirlibahçe’de çok katlı hoyrat apartmanların
arasında ezilirken… Ve sonra Topraklık’ta hayata adım atmanın eşiğinde son
serbest düşünme zamanlarını bir bir elerken… Bir bitmez sevda olmuştun ben de.
Ne zaman içim darlansa, sen de huzur bulurdum.
Her banliyö gelişinde insanların telaşını izlerdim. Çok
sürmezdi bu telaş. Bir bakmışsın istasyon boşalmış. Sonra yavaş yavaş dolmaya
başlardı. Sonra bir tren daha. Yine aldı bir telaş, bak biri adımını içeri
attı, diğerini atamadan hareket etti tren, son bir çaba, tamamdır, kapandı
kapılar… Tren hızlı bir yılan gibi Cebeci Pazarını dolanırken istasyonda ölüm
sessizliği.
Her yirmi dakikada dolup boşalan istasyonun ortasında elimde
kitabımla kala kalır, bu tuhaf izlencenin tanığı olmanın tuhaf hazzını
yaşardım.
Şiirini bile yazmıştım, Bakiler’den esintiler taşıyan,
hatırladın mı?
Hayatın curcunası içinde sakin bir limandın, say ki anne
kucağı.
Baksana, yıllar sonra senden epey uzakta bir gece vakti, yine aynı duyguları yaşatabiliyorsan bana, belki yeniden aşık olmak da mümkündür.
Saat 03.25 oldu. Daha uyumuş, doğrusu uyuyabilmiş değilim.
Televizyon ile internet arasında gidip geliyorum. Arada bir yarın anlatacağım
derslere göz gezdiriyorum. Velhasıl, klasik bir Pazarı Pazartesiye bağlayan
gece stresinin tam ortasında debelenmekteyim.
Az önce bir müzik kanalında Ceylan’dan bir şarkı dinledim. Yarı
şiirli, yarı ağlamaklı feryat figan bişeydi. Arabesk müziği sevmem diyemem,
eğer ruh halime uygunsa saatlerce dinleyebileceğim birkaç arabesk şarkıcısı var.
Mesela MFO’dan Müslüm Gürses’i ölümünden sonra daha bir seviyor, daha çok
dinliyorum. Bu adamda giderek dervişane bir hal buluyorum. Ferdi Tayfur’un da sevdiğim
pek çok şarkısı var. Leyla ile Mecnun dizisinin de bu sevgiyi pekiştirdiğini
seziyorum. Bir Orhan Gencebay’a uzağım. Gencebay bana fazla hesapçı ve soğuk
geliyor.
Neyse ben lafı Ceylan’a getireyim. Ordan bir yol açıp başka
bir şeyden bahsedeceğim zira.
Ceylan’ı “küçüklüğünden” beri bilirim. Şimdi kırklarını
sürmekte olan Ceylan yaşlanmayan kadınlardan galiba. Hala yüzü genç kız gibi.
Ceylan deyince benim aklıma Kenan abi geliyor. Ben ortaokul talebesi iken
amcamın Sivas’ta işlettiği bir çay ocağında (önce Kartal Çay Ocağı, sonra
Kartal Okey Salonu, amcam hasta Beşiktaşlıydı) esnafa çay dağıtırdım. Kenan
abi, o çay ocağının ocakçısı idi ve Ceylan’a aşıktı. Şimdi düşünüyorum da,
Ceylan aşık olunacak bir kadın değil ama işte gönül bu Kenan abi bu kadının
hastasıydı. Bana sürekli askerlik anılarını anlatırdı. Anlaşılan o ki, geride
yaşadım diyebileceği tek zaman dilimi “askerlik” dönemi idi. Evi de, Sivas’ta,
eski Askerlik Şubesinin arkasında bir sokakta idi. Çift merdivenle çıkılan iki
katlı müstakil bir evdi. Kardeşi Ertuğrul’la ortaokul sonda, aynı sınıfta (Fevzi
Paşa Ortaokulunda) okumuş olduğumdan hatırlıyorum bu ufak ayrıntıları.
Belki de yanlış hatırlıyorumdur her şeyi. Belki de Kenan
Abi, çay ocağının Ceylan hayranı ocakçısı değil de, Divriği yıllarımda
tanıdığım ama zihnimde silik izler bırakan secde ehlinden biridir.
O ev, belleğimde nasılsa yer etmiş o çift merdivenle çıkılan ev ise, kimbilir hangi şehrin hangi sokağında yıkılmayı beklemektedir.
Mevkisi, makamı, unvanı, parası
artan her “insan”, evvela içinde büyüttüğü çakala kul oluyor; saniyen başka
insanları kendisine kalın zincirlerle bağlamaya kalkıyor. Zahiri köleliğin bir ucu
içerde ve köleye sahip olan kendisi bilmese de asıl köle.
İnsanın insana kulluğu hiç yok olmayacak.
Bu davet hep icabetsiz kalacak. Çünkü, her insanın içinde kimi iri, kimi ufak
bir çakal var ve bu çakala hakim olmadıkça, bu çakala kul olmaktan çıkmadıkça,
kula kulluk devam edecek.
Benim insanoğlunun macerasından anladığım budur.
…
Ha bu arada, yazmanın tam yeridir, Mandela’ya
Allah rahmet eylesin.
"Roma Hukuku dersinden aklımda kalan tek bilgi herşeyi sallamam ama çayı demlemem gerektiği" dedi bir Hukuk Fakültesi 2. sınıf öğrencisi.
Tebessümle geçiştirilecek bir laf değil bu. Bir nesli beş seçeneğin arasına sıkıştırmışız, öğrenci beş duvara kafasını vura vura doğru seçeneği buluyor bulmasına da yaşadığı travma yüzünden beyin hücrelerinde düzelmesi imkansız tahribatlar meydana geliyor.
Test yöntemiyle sınav yapmayı -en azından kendi çapımda- tedricen kaldırmak en doğrusu. Bu iş de, her işte olduğu gibi devrimle olmaz, evrimle olur.
Yapılması gereken yazmayı, hele de uzun uzun yazmayı teşvik etmek. Öğrencinin, olayı nasıl algıladığını ve hangi dayanakları kullanarak sorunu nasıl çözdüğünü, anlaşılır bir dille ifade etmesi lazım. Bir cümleyi başını gözünü yarmadan kurabilmek bile az beceri değildir. Üniversite öğrencisinin bu beceriyi edinmesi ve geliştirmesi şart.
Köleleri zincirlerinden kurtarmak gerek lakin biliyorum ki bu işe taş koymak isteyecek olanların başında da ne yazık ki köleler gelecek.
Hastaneleri sevmem. Ne kadar temiz olursa olsun, bütün
hastaneler aynı kokar ve ben o kokudan nefret ederim. Günde üç öğün tüm odalar,
tüm koridorlar özenle temizlense bile, hastanelere özgü o kokuyu silip atmak
mümkün değildir. Hastaneler hasta kokar, şifa hastane dışındadır.
Hastaneleri sevmem, bu yüzden çok gerekmedikçe hastanelere ayak
atmam. Hastalanırsam, “çok yoruldum ondandır, az dinleneyim, çorba içip, meyve
yersem, nasılsa geçer” diye salak bir iyimserlik havuzuna dalış yaparım, eşimin
tüm ısrarlarına kulak tıkar inatla hastaneye gitmeyi ertelerim. Mesele sadece
koku da değil. Hastalanınca müthiş alıngan olurum, hastanedeki görevlilerin “olağan”
soğuk ve duyarsız davranışları, beni hasta olmamdan daha çok rahatsız eder, o
muameleye maruz kalmamak için, sakın ola inanmayınız, ölmeyi tercih ederim.
Üç sene önce, kardeşim trafik kazası yapmıştı ve Kayseri’de
bir hastanede bir hafta kadar yoğum bakımda yatıyorken, yanında refakatçi
olarak kalmıştım. Hastanenin, insanın en duyarlı ve en duyarsız halinin
toplandığı tuhaf bir mekan olduğunu gözlemlemiştim. Hastalar, duyarlıklarının
doruğundaydılar; çünkü hayatla ölüm arasında ölüme yakın bir noktadaydılar. Üstelik
başkalarına muhtaçtılar ve o başkaları asla onların acısını idrak edemezdi.
Hastayı ancak hasta anlar zira. Görevliler ise, yani doktorlar, hemşireler ve
hastabakıcıları, “insan” denilen varlığın tüm acı hallerine tanık olduklarından
duyarlıklarını tamamen aldırmışlar, adeta mekanikleşmişlerdi. İnsanın bu en
duyarlı ve en duyarsız hallerine aynı mekanda eşzamanlı olarak tanık olmak, beni hastaneden bir
kez daha soğutmuştu. Mahkemeler de öyle olmalı ki, halkın sağduyusu, hastaneler
ve mahkemeler için “Allah varlığını aratmasın, yokluğunu da göstermesin”
demiştir.
Hastalık zor. Allah tüm hastalara şifa versin. Şu an Farabi
Hastanesinde yatmakta olan kızım Dilara başta olmak üzere.
Ahmet Ümit’i severim. Gerçi, çok
kitabını okumuş değilim. Başımda kavak yellerinin estiği zamanlarda, Ankara’da Olgunlar
Sokaktan satın alıp sıcağı sıcağına okuduğum “Aşk Köpekliktir”, bende Ahmet
Ümit’in külliyatını okumaya değer bir yazar olduğu izlenimi bırakmıştı. Askerdeyken,
Sarıkamış beyazıyla haşır neşir olduğum günlerde ise “Bab-ı Esrar”ı
hatmetmiştim. Polisiye, din, tasavvuf ve tarihin harmanlandığı bu romanı
gerçekten beğenmiş; son on yılda, kitap piyasasında nasılsa rağbet gören Mevlana
ve Şems pazarlamacılığının çok dışında, bir diyeceği olan esaslı bir eser
olduğu notunu düşmüştüm.
Ahmet Ümit’ten üçüncü bir eser
okumak bu hafta nasip oldu. Çarşamba günü günübirliğine Bulancak’a gitmem
gerekmişti. Yolculuk sırasında, okusam da okumasam da elimin altında bir kitap
bulundurmak huyumdur. Otogarda tesadüfen görüp aldığım “Beyoğlu Rapsodisi”ni okumaya
Bulancak yolculuğunda başladım. Üç gün boyunca elimden bırakmadan ara ara
okudum. Dün, kitabı bitirdiğimde son sayfaya “Polisiye görünümlü Beyoğlu Gezi Rehberi
gibi. Olmamış bu” yazdım. Dünkü yargım esasta pek değişmiş değil ama biraz ağır
bir yorumda bulunmuşum gibi geliyor. Bu yazı, aslında bir nevi tashih yazısı.
“Olmamış bu” derken, evvela
kastettiğim diyaloglar. Çok yapay, sahicilikten uzak buldum diyalogları. Roman
kişilerinin konuşmadığı, yazar tarafından konuşturulduğu kendini çok belli
ediyor. Perde arkasındaki kuklacının gölgesini çok net görebiliyoruz. Roman
kişileri canlı kanlı kişiler değil, yazarın müdahalesiyle romana sokulmuş
kağıttan, derinliksiz karakterler olarak hafızamızda iz bile bırakmıyorlar.
“Olmamış bu” derken kastettiğim
ikinci husus ise, romandaki olayların geçtiği Beyoğlu’nun, “dekor” niyetine
romana yamandığının çok bariz olması. Olay ve Beyoğlu arasında etle tırnak gibi
bir içiçelik yok da, yazar olaya bir dekor ararken Beyoğlu’nu akla getirmiş ve
Beyoğlu’nu arka fonda kullanmış gibi. Hal böyle olunca Beyoğlu’yla ilgili pek
çok hurda teferruat, yerli yersiz roman sayfalarında ansızın karşımıza çıkıyor.
Adeta Beyoğlu Gezi Rehberi okuyormuş gibi pek çok malumatfuruşluğa tanık
oluyoruz. Bu bir Ahmet Mithat Efendi geleneğidir, malum.
Peki gerçekten olmamış mı bu?
Öncelikle şunu bilelim. Bu bir polisiye roman. Sanatsal kaygıların ikinci plana
itildiği bir türdür polisiye roman. Aslolan okuru bir gizemin içinde sürüklemektir.
Ustaca diyaloglar kurmak, kişileri gerçekçi ve canlı sunmak ya da kelimelere
cambazlık yaptırmak polisiye roman için olmazsa olmaz unsurlar değildir.
Aslolan ustaca bir kurgu ve en zeki okurun bile bu ustaca kurguyu roman bitene
kadar çözememesi. Olay örgüsü tarihle, coğrafyayla ve dinle beslenmişse;
polisiye romanın yüzüne renk geliyor, daha bir okunası oluyor. Ahmet Ümit’in tarih-coğrafya-din
sosunu romanlarına yedirdiğini, böylece polisiye romanları yavanlıktan
kurtardığını söylemek mümkün. Bu açıdan bakıldığında Beyoğlu Rapsodisine “olmamış
bu” demek haksızlık olur. Bu açıdan bakarsak tabi.
Şimdi iyice anlıyorum ki, aslında polisiye
roman yazarları, tek bir amaç için yazıyorlar: Romanlarını ustaca kurguluyorlar,
böylece okuru bir labirentin içine hapsediyorlar, hakikatin kendisini değil
kokusunu sayfa aralarına serpiştirip roman bitene kadar gizemi çözmeye çalışan okuru
o duvar senin bu duvar benim koşturup sersemletiyorlar, romanın sonunda ise
sersemlemiş okura hakikatin kendisini tastamam sunup, okurun zekalarına hayran
kalmalarını umuyorlar. Tek amaç, okurdan “yazarın zekasına, kurgusuna hayran
kaldım, o nasıl bir sondu öyle” yargısını işitebilmek.