29 Aralık 2013 Pazar

Kampüste Koyunlar...


An itibariyle H 309 penceresinden hayatın görünümü...  (Saat : 09.19)

Kampüste koyunları gördüğümde aklıma gelen ilk sorunun "bu yasal mı?" olması, farkındayım, komik değil, trajikomik.

Hüseyin Cem ÇÖL
 29 Aralık 2013 - H 309 

Anladım ki…


"Yalan dünya yârsiz olmaz."
Aşık VEYSEL

Dün akşam eve giderken eczaneye uğradım ve en hafifinden bir uyku ilacı satın aldım. Akşam yemeğinden sonra baktım göz kapaklarım isyanlarda vurdum kafayı yastığa. Uyku ilacından bir tablet bile almamış olmama rağmen, yatakta bir o yana bir bu yana döndolaş yapmadan aniden uykuya daldım. Uyandığımda sabahın dördüydü. Nerdeyse sekiz saat kesiksiz uyumuşum. Anladım ki, tıptan şaşmamak lazım, uyku ilacının uykusuzluğa gerçekten yardımı oluyormuş. Bir de kullansam, düşünün, kimbilir kaç saat uyuyacaktım.

Sabahın dördünde uyanan insan ne yapar? Elbette kahvaltı. İki haşlanmış yumurta, bir demlik dolusu çay. Anladım ki, insan uykusunu alınca en kuru kahvaltı bile başka bir tat veriyor.  

Futbolla çok sıkı bir bağım yok, Galatasaray taraftarı da değilim, buna rağmen kahvaltı sırasında elime kumanda aletini aldığımda ilk önce, TRT’nin teletext’ini açıp, dün akşam Galatasaray’ın oynadığı maçın kaç kaç bittiğini öğrenmek istedim. Oysa şu hengamede kimin kimi yendiğinin ne önemi var? Türkiye’nin ayarı bir kez daha bozulmuşken, futbol neyime? Anladım ki, tek ayarsız Türkiye değil, ben de biraz ayarsızım.

Kanallar arasında gezinip de Türkiye gerçeğine rast gelmemek, Türkiye gerçeğinden bigane kalmak elbette mümkün değil. Sabahın beşi bile olsa, içinde hep beraber boğuştuğumuz bu güzel ülkeyi analiz etmeye çalışanların ateşli konuşmaları sürgit devam etmekte. Türkiye’de kimse masum değil. Herkesin bir açığı var. Herkes, gözünü ötekinin açığına dikmiş durumda, ötekinin açığını ne kadar çok dillendirirse kendi kıçındaki yırtığı kimsenin görmeyeceğini vehmediyor. Bu ülkede herkesin tenceresinin dibi kara. Anladım ki, bu ülkenin her ferdi esaslı bir ahlak eğitiminden geçmedikçe iflah olmamız imkansız. İyi de bu eğitimi kim verecek?

Televizyonu kapattım. Evden çıktım. Pazar sabahı ama yine dükkanda yapılacak iş var, çok şükür. Trabzon’da bu sabah anlatılmaz güzel. O kadar güzel ki, acaba sahile insem mi diye bile aklımdan geçirdim. Şifayı kapmaktan korktuğumdan denize uzaktan bakmakla yetindim. O bile yetti, içimin yaşama sevinciyle dolması için. Anladım ki, hayat sabahları çok güzel.

Herşeye rağmen.

Hüseyin Cem ÇÖL
29 Aralık 2013 – H 309 

28 Aralık 2013 Cumartesi

Dönem Biterken


İktisat ve Çeko Bölümü öğrencileriyle dönemin son Ticaret Hukuku dersi.
(28 Aralık 2013 - Cumartesi, HUK 302)

Öğrenmek pekala mümkündür ama öğretmek mümkün müdür, bilmiyorum. Bildiğim şu ki, öğretmek mümkün olsa da olmasa da, öğreten kendini kandırarak sanki öğretmek mümkünmüş gibi çaba içinde olmalı. Nasılsa öğretmek mümkün değil dememek lazım. Asıl öğrenilen ve öğretilen belki de hayat boyu “çaba” içinde olmanın gereği. Bu çabaya rağmen öğretmek yine de mümkün olmayabilir, sınıfta beyan edilen bilgiler öğrencinin zihninde bir karşılık bulmadan pencereden havaya toza karışabilir. Böyle bile olsa, belki “çaba”nın kendisi, belki “üslup”, belki “yaklaşım” öğrencide karşılık bulmuş olabilir.  

Umarım öyledir.

Hüseyin Cem ÇÖL
28 Aralık 2013 – H 309

26 Aralık 2013 Perşembe

Bu Yazıyı Okumayın ya da Okuyacaksanız Bile Okumamış Gibi Yapın


Yıllar önce bir vadi’ye deneme tadında yazılar göndermekteydim. İlk yazımın başlığı, hala hatırımdadır, “Özgürce Yazabilmek” idi.

Bu önemsiz girizgahı şu lafı edebilmek için yaptım:

Yazı, insanın duygusunu, düşüncesini, hayallerini, hayal kırıklıklarını, kendisini, hayat algısını aktarma aracı. Bu aracın amaca uygunluğu ise, yazanın özgür olmasına bağlı. Yazan özgürse, yazı samimi ve sahici bir hal alıyor. Yazanın özgürlüğünün önündeki birinci engel, “yazdıkları karşılığında para alması”. Para için yazmak elbette ayıp değil. Ama ana amaç para kazanmak olunca, yazanın kaleminden yazmak istedikleri değil, kendisinden yazılması istendikleri dökülüyor, yani nabza göre şerbet veriyor. Bu bir. İkinci engel ise, “okunmak”. Bu nokta ilginç. Her yazan okunmak ister, okunmak için yazar. Oysa okunmak, yazanın özgürlüğünü kısıtlayan en büyük engeldir. Çok okunan değil, az okunan hatta hiç okunmayan yazanlardır asıl “özgür” olan. Okunduğunu bilen yazan, yazarken rahat olamaz zira. Okuru hesaplayarak yazı yazılmaz, yazılsa da içten olunamaz.

Muhayyel nazarlara arz olunur.

Hüseyin Cem ÇÖL
26 Aralık 2013 – H 309 

O Şehre Sitem


O şehirde muhafazakarlık, düşünerek kabullenilmiş, özde sindirilmiş bir hayat algısı değil de; nesilden nesile geçen bir alışkanlık. Başka türlü bir hayat tasavvuru olmadığı, olamadığı için sürgit devam eden gelenekler bütünü. Böyle olduğu içindir ki, kendisini en çok özde değil, şekilde gösteren hamlıklar topağı. O şehirde muhafazakarlık, bir şemsiye kimlik. Altına girmese yok olacağını zanneden insanları vehimlerinden geçici bir süre kurtaran bir sığınak. O şehirde muhafazakarlık, zorunlu bir maske. O şehirde muhafazakarlık, insanların birbirini içine çektikleri, çıkmaya çalışanları zorla aralarına aldıkları kaynayan bir kazan. O şehirde muhafaza edilen, aslında güdük bir ömür; başka bir hayat algısına kapı aralayan her tür düşünce ve duyguyu düşman belleyen dışa kapalı bir toplum. Bu yüzden o şehirde başkaları cehennem. Hele “araf” oluru, idraki imkansız bir hayat sahası.

O şehirde barış ve savaş iç içe. O şehrin düğününde cenaze, cenazesinde düğün havası koklamak mümkün. İnsanların görece sakinliklerin altında, her an kavgaya, laf dalaşına hazır olduklarını gösteren bir potansiyel mevcut. O şehirde ipler aslında kadınların elinde. Bu yüzden, cansız hayata can katmanın en kullanışlı ve en ucuz aleti “laf”. Kapalı bir kutu içinde vakit nasıl geçer? Eğer, dışarı çıkma ümidin yoksa seni manevi açıdan doyuran bir işin, bir meşgalen, bir sanatın, bir merakın, bir hedefin de yoksa kapalı bir kutunun içinde ne yaparsın? El-cevap: Başkalarıyla kavga edersin. Kendi içinde barış olmayan her insan, kavgasını mutlak dışarı taşırır. İçindeki boşluğu söz kavgasıyla, ağız kavgasıyla yani “çekişerek” doldurur; o da yetmezse “vuruşarak”. Malumdur, tabiat boşluk kaldırmaz.

O şehir soğuk. Belki insanlar bu yüzden bu kadar huzursuz. Donmamak için, biraz ısınmak için, kendi kısır hayatlarını az da olsa renklendirmek için anlamsız bir laf savaşının neferi olmaya can atıyorlar. Ancak savaşırken yaşadıklarını var sayıyorlar. İç barış, donmakla ölümle eşdeğer.    

O şehir her geçen gün biraz daha ıssız. O şehirde tanıdıklar ya yaşlanıyor ya da bir bir eksiliyor. Babaannem, eniştem derken dayım. Sıradaki kim?

O şehir orada, ben buradayım. Şimdilik elbette. Er ya da geç ulaşacağımız son durağımız yine o şehirde: Yukarı Tekke Mezarlığında.

Hüseyin Cem ÇÖL
26 Aralık 2013 - H 309

22 Aralık 2013 Pazar

21 Aralık 2013 Cumartesi

Yılın Şarkısı : "Yaralı"


Müzikten anlamam. O kadar anlamam ki, arka arkaya Beethoven’ın 9. Senfonisi ile Ankaralı Namık’ın Dar Geldi Sana Angara’sını dinleyip, ikisini de beğendiğimi söyleyebilirim. Laf aramızda kimse duymasın, gerçekten ikisini de beğenirim. Müzikten anlamam derken ifade etmek istediğim, birincisi rafine bir müzik beğenisine sahip değilim, konu müzik olunca mezhebim, dinim, partim, ideolojim yok; ikincisi ise müziğin tekniğini (nota, enstrüman vs.) bilmem.

Müzikten anlamam ama müzik dinlemeyi severim. Müzik dediğimiz, tabiatta dağılan biçimsiz seslere biçim verme arayışı değil midir? Sesler nasıl dağınıksa, insanın ruh hali de bir o kadar dağınık. Her insanın içinde en hayvani arzular ve en ulvi duygular birlikte at oynatıyor. “İnsan”, insan olmaya çalışan bir hayvandır sonuçta. Hamurumuzda hayvanlık var ama aklımız sayesinde ulaşmamız gerekenin insanlık olduğunu fehmediyoruz. O yüzden bu kadar karmaşığız. Böyle olunca, tabiatta bulunan dağınık sesler, bazen hayvan kalmış yanımızda, bazen de insan olmaya çalışan yanımızda rağbet buluyor ve biz dinlediğimiz müziği beğendim diyoruz. İki sabitsiz bir yerde kesişince, insan dinlediği müzikten zevk alıyor, ötesi laf-ı güzaf. Anlamamak, sevmeye engel değil; işin hülasası bu.

Bu yıl, kendimle baş başa kaldığım anların çoğunda, H 309’da, evde, arabada hep müzikle iç içeydim. İnternet sağolsun, istediğin şarkı, türkü emrine amade. İnsan istedikten sonra, dünyanın en ücra köşesinde dinlenen müziğe ulaşması çok zor değil. Peki ben bu yıl bunca çeşitlilik içinde ne dinledim. Sıralayayım.

1.                 Evvela, bu yıl, geçen yıl da olduğu gibi bol bol Neşet Ertaş dinledim. Dinledim lafın gelişi. Doğrusu, “Neşet Ertaş söylerken ben diz çöküp ders aldım” demek daha doğrusu. Çünkü, Neşet Ertaş’a bir müzisyenden çok, “alaylı alim” gözüyle bakıyor ve öyle seviyorum.

2.                 TRT Müzik, yüzlerce televizyon kanalı içinde, en çok durakladığım kanaldı bu yıl. Bir yerde yazmıştım, TRT Müzik hariç, bütün kanalları tek tek televizyon hafızasından silsem zarar etmiş olmam.    

3.                 Seksenli yıllardan kalan her şarkı yüreğimi titretmeye devam etti bu yıl. Yine ısrarla Ümit Besen, Ferdi Özbeğen, Coşkun Sabah, Ferdi Tayfur, Müslüm Gürses, Neşe Karaböcek, İbrahim Tatlıses dinledim her fırsatta.  

4.                 Bir de şu bizim Angaralılar var. Ankara yıllarımdan kalma bir alışkanlık mı bilemem. Ne zaman dinlesem, bir daha dinlemek istiyorum. “Hayatı tesbih yapmış sallayanları” da, “atara atar yapan Ankara bebelerini” de, “Osman’a kaçmış Şaziye’yi de” seviyorum, ayıp değil ya.


5.                 Lakin hepsi bir yana, bu yılın beni dinleye dinleye sarhoş eden şarkısı “Yaralı”dır. Bir şarkıyı arka arkaya, hiç mola vermeden tam 17 kez dinlediyseniz, tek başına bir büyük devirmiş gibi dünyaya bir hoş bakıyorsunuz.

Bengü'cüm, bari önümüzdeki yıl böyle şeyler yapma be kuzum. Zaten yaralı yüreğimizi daha bir tarumar etmenin ne gereği var?

Hüseyin Cem ÇÖL
21 Aralık 2013 - H 309

19 Aralık 2013 Perşembe

Küpe




"Olay çözmeyi öğrenmek, olay çöze çöze olur."

Prof. Dr. Cengiz KOÇHİSARLIOĞLU

"Bin Yıl Geçse Sürer İçimde Rüzgarın..."


Yolda Kadırga FM’i dinliyordum. Niyeyse birden aklıma geldi. Havaalanının önünden geçmekte idim, yoldan gözümü almadan sağ yanımda uzanan denizin maviliğinin tadını da çıkarıyordum. Düşündüm ki, tamam dünya yalan hayat güzel. Gelgelelim, burada sanılanın aksine bir paradoks yok. Hayatın güzelliği aslında dünyanın yalan olmasında. Yani dünya yalan olduğu için aslında hayat güzel. Hep bu oyun, bu oyalanma, bu anlık mutluluklar ve mutsuzluklar, bu bir yerde sabit kalamama, bu baş döndürücü hız hayatı güzel kılan dünyanın cilveleri. Dünya gerçek olsa hayat böyle ışıl ışıl, canlı, renkli olmayacak. Dünya gerçek olsa, hayat cansız, yavan, kuru olacak. Aslında güzeli güzel kılan da yalan olması. Yalan ve güzellik, bir madalyonun iki yüzü. Biri diğerini tamamlıyor. Aşk da öyle: Bir yanılsama ama yaşanması gereken bir duygu.     

Düşünceler beynimde akarken uzakta kırmızı ışığın yandığını fark ettim, yavaşladım ve tam lambanın önünde durdum. Aniden düşünce trafiğim de durdu. Arkası gelmedi.

Hüseyin Cem ÇÖL
19 Aralık 2013 – Pelitli 

16 Aralık 2013 Pazartesi

Kendi Perspektifimden Yılın En’leri


Yılın Şarkısı
Yılın Filmi
Yılın Oyunu
Yılın Adamı
Yılın Kadını
Yılın Kitabı
Yılın Şiiri
Yılın Köşe Yazarı
Yılın Karikatürü
Yılın En Güzel Günü
Yılın En Kötü Günü
Yılın En Tuhaf Günü
Yılın En Önemli Günü
Yılın Yazılamayanı


Yıl bitene kadar her gün bir "en"i yazmaya niyetim var. Girizgah niyetine şu notu düşeyim: 2013 gerçekten güzel bir yıldı. Çabanın ve iyimserliğin içinde harmanlandığım hızlı ve yoğun bir yıldı. En az 2012 kadar, hatta ondan bile iyiydi. 2011'in de gözümde büyütmemeyi başarabildiğim nice sıkıntısına rağmen farklı ve kendine özgü güzellikleri vardı.

Güzel yıllar bir bir geride kalıyor.  

Hüseyin Cem ÇÖL
16 Aralık 2013 – Pelitli

12 Aralık 2013 Perşembe

Hiç Değilse Arada Bir Hâlini Hatırını Sorun, Ki Anlasın Unutulmadığını


- Cem'cim n'aber?
- N'ossun. Bıraktığın gibi. 

Hüseyin Cem ÇÖL
12 Aralık 2013 - H 309 

Kar ve Yağışı ve Sen


Az önce balkona çıktım. Dün geceden beri neredeyse hiç dinmeyen kar, hala ağır ağır hiç telaş etmeden yağmaya devam ediyor. Kara ve yağışına yabancı biri değilim. Hayatımda pek çok defa gökyüzünün beyaz dansına şahitlik ettim, hayatımda kaç defa ağır ağır salınan kar taneleri altında derin, niyeyse hep kar yağarken derin düşüncelere dalarak sükunetin ve hazzın doruğunda gezindim. Çocukluğum Sivas’ta, yetişkinliğim Ankara’da, askerliğim Sarıkamış’ta geçti. Belki bu yüzden sadece kışı değil, kışın türevlerini zemheriyi, karakışı, ayazı, tipiyi de hamdolsun bilirim. Birkaç yılı saymazsak hep sobalı evlerde ömür tükettim. Soba kurmak, soba temizlemek, soba yakmak, sobada kestane pişirmek, eve girer girmez sobanın etrafına tüneyip ısınmak gibi “fakir hayatı”nın küçük sıkıntılarına, zevklerine ve cilvelerine de şükürler olsun vakıfım. Çocukluğuma dair hatırladığım en güzel hatıralardan biri de, yastığa baş koyduğumda yanan soba ateşinin tavanda oynaşan kızıl ışığını seyretmekti. Ha bir de sokak lambasının huzmesi altında sakin sakin yağan karın gamsız yağışına tanıklık etmek. Bu zenginlikler hala içimi ısıttığına, yüzümü tebessüm ettirdiğine, gönlüme ferahlık verdiğine göre, pek de fakir büyümüş sayılmam değil mi?


- Cem’cim her şeyi anladım da bu yazıda kardan, yağışından bahsetmişsin ama “ben”den bahsetmemişsin.
- “Sen” öyle san!

Hüseyin Cem ÇÖL 
12 Aralık 2013 - Pelitli 

11 Aralık 2013 Çarşamba

Konferansa Davet


11.12.2013 Çarşamba KTÜ HF 3. Kat'tan Görünüm...
https://twitter.com/NurcannKesepara/status/410779523899469825/photo/1

14 Aralık 2013 Cumartesi günü saat 11:45’te, KTÜ Hukuk Fakültesi Amfi-I’de, Yargıtay 23. Hukuk Dairesi Başkanı Hamit DÜNDAR tarafından “Hukukta Kariyer ve Mesleki Gelişim” konulu konferans yapılacaktır.

Saygıdeğer büyüğümüzün mesleki tecrübelerinden ve önerilerinden yararlanmak isteyen Hukuk Fakültesi öğrencilerinin konferansa katılmasını “öneririm”.

Haddini bilmek diye bir ahlaki ilke olmasaydı sadece önermekle kalmaz “emrederdim”.


Öğr. Gör. Hüseyin Cem ÇÖL

10 Aralık 2013 Salı

Sınav Sorusu


Tam derse girmek üzere iken telefonunuz çalarsa ve 25 sene önce aynı sırayı paylaştığınız bir arkadaşınız sizi ararsa ne konuşabilirsiniz? 

Hüseyin Cem ÇÖL
10 Aralık 2013 - H 309

Cebeci İstasyonu'm


Bir vaha mıydın gerçekten yoksa serap mıydın?

Var mıydın yoksa muhayyilemde ben mi yaratıyordum seni?

Ne çok inerdim sana. Dört yıl boyunca her fırsatta. Samanpazarı’ndaki Meclis ve Anıtkabir manzaralı yurtta dünyaya anlam verme çabasıyla kendimi paralarken… Sonra Demirlibahçe’de çok katlı hoyrat apartmanların arasında ezilirken… Ve sonra Topraklık’ta hayata adım atmanın eşiğinde son serbest düşünme zamanlarını bir bir elerken… Bir bitmez sevda olmuştun ben de. Ne zaman içim darlansa, sen de huzur bulurdum.  

Her banliyö gelişinde insanların telaşını izlerdim. Çok sürmezdi bu telaş. Bir bakmışsın istasyon boşalmış. Sonra yavaş yavaş dolmaya başlardı. Sonra bir tren daha. Yine aldı bir telaş, bak biri adımını içeri attı, diğerini atamadan hareket etti tren, son bir çaba, tamamdır, kapandı kapılar… Tren hızlı bir yılan gibi Cebeci Pazarını dolanırken istasyonda ölüm sessizliği.

Her yirmi dakikada dolup boşalan istasyonun ortasında elimde kitabımla kala kalır, bu tuhaf izlencenin tanığı olmanın tuhaf hazzını yaşardım.

Şiirini bile yazmıştım, Bakiler’den esintiler taşıyan, hatırladın mı?

Hayatın curcunası içinde sakin bir limandın, say ki anne kucağı.

Baksana, yıllar sonra senden epey uzakta bir gece vakti, yine aynı duyguları yaşatabiliyorsan bana, belki yeniden aşık olmak da mümkündür.

Sahi mümkün müdür?

Mümkündür dersen, sen dersen inanırım. 

Hüseyin Cem ÇÖL
10 Aralık 2013 – Pelitli 

9 Aralık 2013 Pazartesi

Okuyor musun?


Gençler bilmez belki, üsttekine "kaset" denir. :)
Saat 03.25 oldu. Daha uyumuş, doğrusu uyuyabilmiş değilim. Televizyon ile internet arasında gidip geliyorum. Arada bir yarın anlatacağım derslere göz gezdiriyorum. Velhasıl, klasik bir Pazarı Pazartesiye bağlayan gece stresinin tam ortasında debelenmekteyim.

Az önce bir müzik kanalında Ceylan’dan bir şarkı dinledim. Yarı şiirli, yarı ağlamaklı feryat figan bişeydi. Arabesk müziği sevmem diyemem, eğer ruh halime uygunsa saatlerce dinleyebileceğim birkaç arabesk şarkıcısı var. Mesela MFO’dan Müslüm Gürses’i ölümünden sonra daha bir seviyor, daha çok dinliyorum. Bu adamda giderek dervişane bir hal buluyorum. Ferdi Tayfur’un da sevdiğim pek çok şarkısı var. Leyla ile Mecnun dizisinin de bu sevgiyi pekiştirdiğini seziyorum. Bir Orhan Gencebay’a uzağım. Gencebay bana fazla hesapçı ve soğuk geliyor.

Neyse ben lafı Ceylan’a getireyim. Ordan bir yol açıp başka bir şeyden bahsedeceğim zira.

Ceylan’ı “küçüklüğünden” beri bilirim. Şimdi kırklarını sürmekte olan Ceylan yaşlanmayan kadınlardan galiba. Hala yüzü genç kız gibi. Ceylan deyince benim aklıma Kenan abi geliyor. Ben ortaokul talebesi iken amcamın Sivas’ta işlettiği bir çay ocağında (önce Kartal Çay Ocağı, sonra Kartal Okey Salonu, amcam hasta Beşiktaşlıydı) esnafa çay dağıtırdım. Kenan abi, o çay ocağının ocakçısı idi ve Ceylan’a aşıktı. Şimdi düşünüyorum da, Ceylan aşık olunacak bir kadın değil ama işte gönül bu Kenan abi bu kadının hastasıydı. Bana sürekli askerlik anılarını anlatırdı. Anlaşılan o ki, geride yaşadım diyebileceği tek zaman dilimi “askerlik” dönemi idi. Evi de, Sivas’ta, eski Askerlik Şubesinin arkasında bir sokakta idi. Çift merdivenle çıkılan iki katlı müstakil bir evdi. Kardeşi Ertuğrul’la ortaokul sonda, aynı sınıfta (Fevzi Paşa Ortaokulunda) okumuş olduğumdan hatırlıyorum bu ufak ayrıntıları.

Belki de yanlış hatırlıyorumdur her şeyi. Belki de Kenan Abi, çay ocağının Ceylan hayranı ocakçısı değil de, Divriği yıllarımda tanıdığım ama zihnimde silik izler bırakan secde ehlinden biridir.

O ev, belleğimde nasılsa yer etmiş o çift merdivenle çıkılan ev ise, kimbilir hangi şehrin hangi sokağında yıkılmayı beklemektedir.

Hüseyin Cem ÇÖL
   9 Aralık 2013 – Pelitli 

8 Aralık 2013 Pazar

“Django Unchained” : Asıl Zincir İçimizde


Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
yok edin insanın insana kulluğunu,
                        bu dâvet bizim....

NAZIM HİKMET 

Mevkisi, makamı, unvanı, parası artan her “insan”, evvela içinde büyüttüğü çakala kul oluyor; saniyen başka insanları kendisine kalın zincirlerle bağlamaya kalkıyor. Zahiri köleliğin bir ucu içerde ve köleye sahip olan kendisi bilmese de asıl köle.   

İnsanın insana kulluğu hiç yok olmayacak. Bu davet hep icabetsiz kalacak. Çünkü, her insanın içinde kimi iri, kimi ufak bir çakal var ve bu çakala hakim olmadıkça, bu çakala kul olmaktan çıkmadıkça, kula kulluk devam edecek.

Benim insanoğlunun macerasından anladığım budur.      


Ha bu arada, yazmanın tam yeridir, Mandela’ya Allah rahmet eylesin.

Hüseyin Cem ÇÖL
8 Aralık 2013 – H 309

7 Aralık 2013 Cumartesi

Karar


"Roma Hukuku dersinden aklımda kalan tek bilgi herşeyi sallamam ama çayı demlemem gerektiği" dedi bir Hukuk Fakültesi 2. sınıf öğrencisi.

Tebessümle geçiştirilecek bir laf değil bu. Bir nesli beş seçeneğin arasına sıkıştırmışız, öğrenci beş duvara kafasını vura vura doğru seçeneği buluyor bulmasına da yaşadığı travma yüzünden beyin hücrelerinde düzelmesi imkansız tahribatlar meydana geliyor.

Test yöntemiyle sınav yapmayı -en azından kendi çapımda- tedricen kaldırmak en doğrusu. Bu iş de, her işte olduğu gibi devrimle olmaz, evrimle olur.

Yapılması gereken yazmayı, hele de uzun uzun yazmayı teşvik etmek. Öğrencinin, olayı nasıl algıladığını ve hangi dayanakları kullanarak sorunu nasıl çözdüğünü, anlaşılır bir dille ifade etmesi lazım. Bir cümleyi başını gözünü yarmadan kurabilmek bile az beceri değildir. Üniversite öğrencisinin bu beceriyi edinmesi ve geliştirmesi şart.

Köleleri zincirlerinden kurtarmak gerek lakin biliyorum ki bu işe taş koymak isteyecek olanların başında da ne yazık ki köleler gelecek.

Hüseyin Cem ÇÖL
7 Aralık 2013 - Pelitli

2 Aralık 2013 Pazartesi

Yedinci Uyarı : Kendinize İyi Bakın


Hastaneleri sevmem. Ne kadar temiz olursa olsun, bütün hastaneler aynı kokar ve ben o kokudan nefret ederim. Günde üç öğün tüm odalar, tüm koridorlar özenle temizlense bile, hastanelere özgü o kokuyu silip atmak mümkün değildir. Hastaneler hasta kokar, şifa hastane dışındadır.  

Hastaneleri sevmem, bu yüzden çok gerekmedikçe hastanelere ayak atmam. Hastalanırsam, “çok yoruldum ondandır, az dinleneyim, çorba içip, meyve yersem, nasılsa geçer” diye salak bir iyimserlik havuzuna dalış yaparım, eşimin tüm ısrarlarına kulak tıkar inatla hastaneye gitmeyi ertelerim. Mesele sadece koku da değil. Hastalanınca müthiş alıngan olurum, hastanedeki görevlilerin “olağan” soğuk ve duyarsız davranışları, beni hasta olmamdan daha çok rahatsız eder, o muameleye maruz kalmamak için, sakın ola inanmayınız, ölmeyi tercih ederim.

Üç sene önce, kardeşim trafik kazası yapmıştı ve Kayseri’de bir hastanede bir hafta kadar yoğum bakımda yatıyorken, yanında refakatçi olarak kalmıştım. Hastanenin, insanın en duyarlı ve en duyarsız halinin toplandığı tuhaf bir mekan olduğunu gözlemlemiştim. Hastalar, duyarlıklarının doruğundaydılar; çünkü hayatla ölüm arasında ölüme yakın bir noktadaydılar. Üstelik başkalarına muhtaçtılar ve o başkaları asla onların acısını idrak edemezdi. Hastayı ancak hasta anlar zira. Görevliler ise, yani doktorlar, hemşireler ve hastabakıcıları, “insan” denilen varlığın tüm acı hallerine tanık olduklarından duyarlıklarını tamamen aldırmışlar, adeta mekanikleşmişlerdi. İnsanın bu en duyarlı ve en duyarsız hallerine aynı mekanda eşzamanlı olarak tanık olmak, beni hastaneden bir kez daha soğutmuştu. Mahkemeler de öyle olmalı ki, halkın sağduyusu, hastaneler ve mahkemeler için “Allah varlığını aratmasın, yokluğunu da göstermesin” demiştir.

Hastalık zor. Allah tüm hastalara şifa versin. Şu an Farabi Hastanesinde yatmakta olan kızım Dilara başta olmak üzere.

Hüseyin Cem ÇÖL 
2 Aralık 2013 - Pelitli 

1 Aralık 2013 Pazar

"Beyoğlu Rapsodisi" : Tamam Çok Zekisin


Ahmet Ümit’i severim. Gerçi, çok kitabını okumuş değilim. Başımda kavak yellerinin estiği zamanlarda, Ankara’da Olgunlar Sokaktan satın alıp sıcağı sıcağına okuduğum “Aşk Köpekliktir”, bende Ahmet Ümit’in külliyatını okumaya değer bir yazar olduğu izlenimi bırakmıştı. Askerdeyken, Sarıkamış beyazıyla haşır neşir olduğum günlerde ise “Bab-ı Esrar”ı hatmetmiştim. Polisiye, din, tasavvuf ve tarihin harmanlandığı bu romanı gerçekten beğenmiş; son on yılda, kitap piyasasında nasılsa rağbet gören Mevlana ve Şems pazarlamacılığının çok dışında, bir diyeceği olan esaslı bir eser olduğu notunu düşmüştüm.

Ahmet Ümit’ten üçüncü bir eser okumak bu hafta nasip oldu. Çarşamba günü günübirliğine Bulancak’a gitmem gerekmişti. Yolculuk sırasında, okusam da okumasam da elimin altında bir kitap bulundurmak huyumdur. Otogarda tesadüfen görüp aldığım “Beyoğlu Rapsodisi”ni okumaya Bulancak yolculuğunda başladım. Üç gün boyunca elimden bırakmadan ara ara okudum. Dün, kitabı bitirdiğimde son sayfaya “Polisiye görünümlü Beyoğlu Gezi Rehberi gibi. Olmamış bu” yazdım. Dünkü yargım esasta pek değişmiş değil ama biraz ağır bir yorumda bulunmuşum gibi geliyor. Bu yazı, aslında bir nevi tashih yazısı.

“Olmamış bu” derken, evvela kastettiğim diyaloglar. Çok yapay, sahicilikten uzak buldum diyalogları. Roman kişilerinin konuşmadığı, yazar tarafından konuşturulduğu kendini çok belli ediyor. Perde arkasındaki kuklacının gölgesini çok net görebiliyoruz. Roman kişileri canlı kanlı kişiler değil, yazarın müdahalesiyle romana sokulmuş kağıttan, derinliksiz karakterler olarak hafızamızda iz bile bırakmıyorlar.

“Olmamış bu” derken kastettiğim ikinci husus ise, romandaki olayların geçtiği Beyoğlu’nun, “dekor” niyetine romana yamandığının çok bariz olması. Olay ve Beyoğlu arasında etle tırnak gibi bir içiçelik yok da, yazar olaya bir dekor ararken Beyoğlu’nu akla getirmiş ve Beyoğlu’nu arka fonda kullanmış gibi. Hal böyle olunca Beyoğlu’yla ilgili pek çok hurda teferruat, yerli yersiz roman sayfalarında ansızın karşımıza çıkıyor. Adeta Beyoğlu Gezi Rehberi okuyormuş gibi pek çok malumatfuruşluğa tanık oluyoruz. Bu bir Ahmet Mithat Efendi geleneğidir, malum.

Peki gerçekten olmamış mı bu? Öncelikle şunu bilelim. Bu bir polisiye roman. Sanatsal kaygıların ikinci plana itildiği bir türdür polisiye roman. Aslolan okuru bir gizemin içinde sürüklemektir. Ustaca diyaloglar kurmak, kişileri gerçekçi ve canlı sunmak ya da kelimelere cambazlık yaptırmak polisiye roman için olmazsa olmaz unsurlar değildir. Aslolan ustaca bir kurgu ve en zeki okurun bile bu ustaca kurguyu roman bitene kadar çözememesi. Olay örgüsü tarihle, coğrafyayla ve dinle beslenmişse; polisiye romanın yüzüne renk geliyor, daha bir okunası oluyor. Ahmet Ümit’in tarih-coğrafya-din sosunu romanlarına yedirdiğini, böylece polisiye romanları yavanlıktan kurtardığını söylemek mümkün. Bu açıdan bakıldığında Beyoğlu Rapsodisine “olmamış bu” demek haksızlık olur. Bu açıdan bakarsak tabi.

Şimdi iyice anlıyorum ki, aslında polisiye roman yazarları, tek bir amaç için yazıyorlar: Romanlarını ustaca kurguluyorlar, böylece okuru bir labirentin içine hapsediyorlar, hakikatin kendisini değil kokusunu sayfa aralarına serpiştirip roman bitene kadar gizemi çözmeye çalışan okuru o duvar senin bu duvar benim koşturup sersemletiyorlar, romanın sonunda ise sersemlemiş okura hakikatin kendisini tastamam sunup, okurun zekalarına hayran kalmalarını umuyorlar. Tek amaç, okurdan “yazarın zekasına, kurgusuna hayran kaldım, o nasıl bir sondu öyle” yargısını işitebilmek.

Allah’ın istediği de bu olmasın sakın?

Hüseyin Cem ÇÖL
1 Aralık 2013 - H 309