30 Aralık 2014 Salı

Kar Özlemi


7.1.2015 - Trabzon


"Bizim oralar... Memleketim...

Bir yandan duygularım bir yandan da gözyaşlarım akıp gitti bugün. Ömrümüzden senelerin gittiği gibi. Kara ve yağışına yıllardır hasret kaldım. Hep yılın bu mevsiminde belki yağar diye bekler dururum. Bilirim ki aslında yağmayacak. Ama olsun ya yağarsa ? Karın yağışını bu kadar özlemle beklemem nedendir ? Belki de karlı bir memlekette büyümüş olmamdır. İnsan uzakta olunca bir şeyler eksik kalıyor. Her geçen gün özlem büyüyor. "Kar da özlenir miymiş !" demeyin, hem de çok özleniyor. Yaşadığınız yerde, sadece hava soğuyor kar yağmıyorsa olmadık bir beklenti içine giriyor insan. Sanki kar yağarsa her şey tamam olacak gibi hissettiriyor. Çünkü kar demek, memleket, sıcaklık, huzur, çocukluk, bembeyaz bir sayfa demek. İşte insan, bunlar olmadan yaşamaya alışıyor. Pencereden bir kez olsun karın yağışını görebilsem benden daha mutlu çocuk olmazdı herhalde. Bu dünyadan giderken hem memlekete hem de karın yağışına hasret gidecekmişim gibi geliyor. Kim bilir...

Kar yağmadan geçen bir yıl daha...

Edremit"

25 Aralık 2014 Perşembe

Yedi Güzel Kitap...




Hüseyin Cem ÇÖL
25 Aralık 2014 - Pelitli

Bir 97 Anısı...




“Radikal” gazetesi yayın hayatına 97 yılında girmişti. İlk reklamları bile hala hafızamda taze: Daktilo tuşlarının çıkardığı sert ve tok sesler eşliğinde yazılan radikal yazısı, sözlükteki radikal maddesine tutulan büyüteç… İlk çıkan gazeteleri, hangi görüşten olursa olsunlar, bir süre alırım. İlk heyecanlar geçmeye, gazete oturmaya başlarken de bırakırım. Radikal gazetesini de ilk bir yıl hep almıştım. Haftasonları tam sayfa bulmaca yayınlarlardı mesela. O muazzam bulmacayı hep yapmaya başladığım ama hiç tamamlayamadığım da, hafızamda yer tutmuş tebessüm ettiren başka bir ayrıntı.

Şu üstteki karikatür ise, o yılların Radikal’inden kalma bir başka anı. 17 yıldır özenle saklıyorum, ömrüm oldukça da saklayacağım. Her bakışımda, sanki ilk kez bakıyormuş gibi tebessüm ediyorum. İnsanın içindeki çocuğun kıskançlığını, muzipliğini, basitliğini, saflığını; dünyanın faniliğini ve aynı zamanda güzelliğini, hayatın durdurulamaz akışını ve daha pek çok duyguyu harmanlayan bu karikatürü çok ama çok seviyorum. Aslında karikatürü analiz etmeye kalkınca duyguları bir kalıba sokmaya çalıştığımı hissettim, yanlış yaptım. Üstteki analizi boş verin. “Bu karikatür bana ne hissettiriyor?” sorusuna cevap aramak beyhude. Bu karikatürü seviyorum çünkü bu karikatür hayata tebessümle bakmam sebep oluyor, bana ilaç gibi geliyor.

Bu kadar kâfi.
 

Hüseyin Cem ÇÖL
25 Aralık 2014 - Pelitli

Yine Bir Mektup


Eskiden dönem dersleri bitince sevincin ve hüznün içiçe harmanlandığı tuhaf bir duygu sarmalına girerdim. Sevinirdim, nihayet sabah-öğle-akşam günde üç öğün ders anlatmaktan bir süre uzak kalıp yorgun düşen bedenimi az da olsa dinlendirebileceğim için. Hüzünlenirdim, gerçekten sevdiğim ve (en azından bir kısmı tarafından) sevildiğimi hissettiğim öğrencilerle bir daha karşılıklı zaman geçiremeyeceğim için.

Fakat son dönemde yaşadığım talihsizlik yüzünden, dönem bitince yaşadığım sevinç ve hüzün yerini merak ve endişeye bıraktı. İşte bir dönemi daha günahıyla sevabıyla bitirdik. Sevinç ve hüzünden çok merak ve endişe hakim. Mesele şu : Acaba yine emeğin, hizmetin, terin, diğerkâmlığın hatta karşılıksız sevginin değerini bilmez birinden bir mektup alacak mıyım?

Dönem bitti ve ben yine bir mektup aldım. Fakat, değer bilmez birinden değil. Emeklerimin boşuna gitmediğini bana duyumsattığı için mektubu gönderen eski öğrencim Okan’a ne kadar teşekkür etsem az. Satır aralarında mezun olacaklara, mezun olmuşlara önemli hayat dersleri de saklı olan bu mektubu aynen buraya alıyorum. Hep derim ya, bir kişinin bile gönlüne girse az iş yapmış sayılmayız.

Aşk ile buyrun :

“Hocam merhaba. Beni hatırladınız mı? Ben geçen sene mezunlardanım. Okulu bitirdikten sonra Londra'ya dil eğitimine gittim. Ülkeme geri döndüm, şimdilerde İstanbul’da bir bağımsız denetim firmasında çalışıyorum. Haber vermek istedim sadece. Bugün işyerinde niye bilmiyorum birden aklıma geldiniz, aslında daha önce geldiniz ama mail atmak bugüne nasipmiş diyelim daha doğru olsun … Özledim hocam sizi de derslerinizi de. En önde hiç kaçırmak istemezdim bazen gündüz girdiğim derslerin gecesine de girerdim. Anlamadığım zamanlarda yüzüme yansırdı siz de bunu fark ederdiniz hemen… Aslında hocam anlatmak istediğim birşey var. Büyükşehire ilk zamanlar alışamadım. Çalışma hayatına alışamadım. İş arkadaşlarıma alışamadım, alışamadım da alışamadım.... İnanılmaz tecrübesizce işe başladım hatta şaka yapmıyorum yılacak gibi oldum. İşi bırakacak noktaya geldim. Tam o anda sizden çok güzel bir şey öğrenmiştim: 'insan hak etmediği hiç birşeyin sahibi olamaz'... Sonra çabalamaya başladım... Yaşadığım evi çalıştığım yeri hatta şuan ki hayatı benimsemeye başladım ve sevdim. Bazen ticaret derslerinde olurdu anlamazdım moralim bozulurdu sonra sizi dinlerdim çabalardım en sonunda anlardım.. Kolay olan hiç birşey yokmuş hocam. Varsa da bir işe yaramıyormuş bunu o ticaret derslerinde anladım.. Ailemden bile değil sizden öğrendim bunu.. (Laf arası keşke ticaret sınavları klasik yapsanız da şöyle çalışanla çalışmayan bir ortaya çıksa bunu o dönem çook istemiştim) Hocam ben sosyal medyada çok aktif değilim hatta hiç değilim.. Hatta bunları niye yazdım niye saçmaladım onu bile bilmiyorum… Dikkat edin kendinize... Öpüldünüz.”

Hüseyin Cem ÇÖL
25 Aralık 2014 - Pelitli

19 Kasım 2014 Çarşamba

...


- Bir şapkayı beğenince onu kafana çakıyor musun?
- Yani?
- Evlenme.

Murat MENTEŞ
"Korkma Ben Varım"
İletişim Yayınları, İstanbul, 2013, s.378.

17 Kasım 2014 Pazartesi

İkibinondört Yılında Üç SERBES Atış



ŞUBAT… Hayat ergenlikte başlar ve galiba ergenlikte biter. Gerisi uzatma yıllarıdır, hakem ne zaman keyfi isterse o zaman mezar noktasını gösterir. Ergenlikte yaşadığımız travmalar bitiş düdüğünü beklerken sahada dolandığımız o anlarda, anlıyorsunuz ya, hayat boyu peşimizi bırakmaz. Hayat, ergenlikte yani erkenden kaybedilmiş bir savaştır. Enkazını sevenler, enkazında dişe dokunur bir iz olduğu sanısına kapılanlar, hayatın ilerleyen dilimlerinde, evet anladınız sahada aval aval dolanırken, daha az mutsuz olur. Ama merak etmeyin, öyle ya da böyle herkes ölür.

TEMMUZ… Beşirli Sahilinde, sabahın yedisinde, denizin soluk kesen nahoş kokusu eşliğinde hızlı adımlarla yürüyorum. Sahur yapalı bir-iki saat ancak olmuş fakat oruçlu değilim. Oturmaya yatkın bacaklar hızlı adımları kaldıramıyor, çöküyorum bir banka. Parçalanmış hikayeler arasından hayata dair bir anlam düşürmeye ya da hiç değilse sayfalardan yürüyüş yoluna hatta hırçın denize bir tebessüm vesilesi aktarmaya çabalıyorum. “Karısı bütün evi silip süpürdü, sonra da akşamüstü adamı terk etti” cümlesini okuduğumda üzerime bir hayat yorgunluğu çöküyor, terk eden de, terk edilen de sanki benmişim gibi.

KASIM… Öfke, hayattan muradını alamamışların savunma mekanizmasıdır. Oysa kimse hayatından memnun değildir. Muktedirlerin de rahat olduğu sanılmasın. Belki en çok onlar huzursuz gezinirler TOMA’nın içinde. Belki de imrenilesi insan, ergenliğinde ağır saldırı altında tüm özdenetimini kaybettiği ve artık bu dünyada kaybedecek bir şeyi kalmadığı için, kafalarında deli bir duman halesiyle herkese omuz atanlardır.   

*

“Edebiyatın sonu şizofrenidir” demiş John Utaka. Lütfen biri “Utaka fena yanılıyor, Allah onun belasını versin” desin.  

Hüseyin Cem ÇÖL
17 Kasım 2014 – H 309 

14 Kasım 2014 Cuma

Yedi Öğrencimi Takdimimdir



Kafka’ya…

Biliyorsun, hayatımın sis’ler içinde bıraktığım ve pek de hatırlamak istemediğim bir dönemini, seni okumakla, senin peşinde koşmakla tükettim. Hatta o günlerin izlerini taşıyan “Kafka’nın Peşinde” başlığını koyduğum bir dosyam bile hazır duruyor kitaplığımda. Belki bir gün ilaveler yaparım da, senin ve benim adım bir kitap kapağında buluşur, ne hoş olur. Lafı uzatmadan sadede geleyim. Senin yazdıklarının epeycesini ve bu arada elbette on bir oğlunu okudum. Şimdi okuma sırası sende. Sana on bir değil ama yedi öğrencimden bahsetmek istiyorum. Doğrusu şu ki, hiçbirini adamakıllı tanımıyorum. Sadece biriyle, bir akşamüstü çay içip sohbet etmişliğim var o kadar. En çok da onu tanıdım diyebilirim zaten. Ötekiler hepten silik izlerden ibaret. Bu mektup ise, silik izleri bir araya getirip, bir anlam arama çabasından ibaret. Sahici bir anlama ulaşabileceğimden kuşkuluyum. Her şey beynimizde olup bitiyor sonuçta. Parçaları etrafa dağılmış bir yap-bozu birleştiriyor değilim; birkaç parçası elde kalmış, tabanlığı bile kayıp bir yap-bozu el yordamıyla inşa etmenin peşindeyim. İşim zor. Sadece göstereceğim çabayı önemsiyorum. Şurası da var ki, balıklar gibi zihnimde oynaşıp duran bu tuhaf çağrışımları yerine göre bir baba gibi, bir kardeş gibi, -dürüst olmam gerekirse bazen- bir sevgili gibi, bir eş gibi, bir yoldaş gibi, bir sırdaş gibi, bir hoca gibi, bir ağabey gibi ama en çok bir insan gibi seviyorum. Biri hariç. Sana yazdığım bu mektup, biraz da sevdiklerimi neden sevdiğimi anlama çabası. Tamam, kimse hariç değil, sözümü geri aldım, anlatırım yeri gelince. Gece uzun, mevzu derin, yazacağım sabaha kadar.

Bu kadar girizgah yeter.

Gece demini aldığına göre başlayabilirim takdim faslına.

*

Yedi öğrencim var.

Birincisi, kendisini fark ettiğim ilk günden bu yana hep “depresif”. Cesaret edebilsem bir gün diyeceğim ki, “gel bakalım kuzum, neyin var, anlat bana…” Üç aşağı beş yukarı ne anlatacağını da tahmin etmiyor değilim: Sorunlu bir ergenlik, kendine yabancılaşma, hayattan kaçış, şiirle ve müzikle mutlu olma gayretleri, belki geride yarım kalmış kırık dökük bir aşk kalıntısı… Hikayesini kendi ağzından dinlesem elimden ne gelir? Hiç. Bir yaraya merhem olmayacağımı bilsem de, yine de dinlemek isterim sonuna kadar. Çünkü şunu bilirim ki, uzun uzun sıkıntılarından bahseden biri, belki gözü dolacak, belki ağlayacak; ama er geç anlatmaktan bitap düşüp yorulacak ve kısa bir an bile olsa “rahatlayacak”. O “rahatlama” anına tanık olmanın ve buna salt dinleyerek bile olsa katkıda bulunmanın hazzını yaşamak isterim. Aslına bakarsan –çok iyi bilirsin ya- kimseye ilaç olamam, kimseyi teselli edecek iç ferahlatıcı, yüksek tesirli sözler söyleyemem, beceriksizin biriyimdir teselli konusunda. Söyleyeceğim tek söz, bildik bir klişedir: Çok da dert etme, beterin beteri var, yeryüzünde senden daha kötü durumda olanlar var; hem hayat güzel, kuşlar uçuyor, bardağın dolu tarafını gör vs…  Ki, -yine çok iyi bilirsin ya-, bu klişeyi de hiç sevmem, sanki başkalarının felaketlerinden mutluluk payı çıkarır gibi bir havası var. Karşımdaki insan çözülse, yine de aklıma teselli edici başka bir laf gelmez, bu iğrenç klişeden medet umarım. Diyeceğim o ki, bu öğrencim bir gün bana içini açsa, hiçbir şey değişmeyecek, belki bir an kendi sergüzeştini anlatmış, anlatabilmiş olduğu için “huzur” duyacak; yanımdan ayrıldığında ise yine kendi derdiyle başbaşa kalacak, çözümü de eğer varsa yine kendi bulacak ya da çözümsüzlüğü içinde ölü bir bebek gibi taşımasını öğrenecek. Yeryüzüne atılmış her insanın yaptığı gibi.  

İkincisi, yüksek doz mizah ve yüksek doz zeka. Ve ne acı ki, yaşadığı olaylara, hayatındaki küçük detaylara mizahi açıdan yaklaşan her insanda olduğu gibi, içinde bir hüzün kazanı kaynıyor. Mizah onda bir maske. İçteki mutsuzluğun, hüznün, hayatta aradığını bulamamışlığın maskesi. Onun zeka kokan mizahına her tanık oluşumda, yüzüme yaydığı tebessümden ötürü kendisine gıyaben teşekkür ediyorum; ancak hemen ardından mizahın altındaki devasa hüzün aysberginin varlığı kendini belli edince, onun adına samimiyetle üzülüyorum. Kendisi nedense mutlu görmek istediğim insanların başında geliyor. Belki o gün, aradığı her neyse onu bulduğu ve mutlu olduğu o gün, hüzün yakıtı kalmayacağı için ender insanlarda görülen zeka yüklü mizahi yaklaşımı da son bulacak. Olsun. Bir gün onun halının desenleriyle nişanı bozduğunu anladığımda diyeceğim ki, “ne iyi, cancağızım kurtardı kendini sonunda, hakettiği mutluluğa kavuştu.”

Üçüncüsü, karyola demirindeki deliğin acımasızca kendini hatırlatışını ya da ceketin sol cebinin iç yakıcı yalnızlığını/yok sayılmışlığını damarlarında duyumsayacak kadar bana benzeyen biri. Kendimi ne kadar tanıyorsam, onu da o kadar tanıyorum. Kendimi ne kadar seviyorsam, onu da o kadar seviyorum. Geçmişimde yaşadığım mutsuzlukları yaşamasını hiç istemem ama biliyorum ki bana bu kadar benzeyen biri, az çok benim hayat yoluma benzer bir yoldan yürüyecek, sanat (hassaten edebiyat) ile hukuk mesleği arasında denge kurmaya çalışacak, kuramayacak, bocalayacak, belki benden çok daha önce aklını başına alıp hayatın gerçeğinin maddiyatta yattığına kanaat getirecek ve sakin bir limana demir atacak, gençlik yıllarını ise “az deli değilmişim” diye yüzünde gevrek bir gülümsemeyle anacak. Kahin değilim, geleceği bilemem. Ama merak etmiyor da değilim: Hakiki sanat, insana yol göstermez; insana sadece azık -hayatı ve dünyayı kavrayış, yorumlayış zenginliği, biraz da empati yeteneği- verir, o azık yardımıyla insan kendi yolunu kendi bulacaktır. Oysa kenarda bekleşen simsarlar (her türlü –lik, -lık, -izm), insanı kendi yollarının doğru yol olduğuna ikna etmeye çabalar. Hatta insan, bu simsarların kucağına doğar. Simsarların elinden kurtulup kendi yolunu kendi çizmek, aklını kullanmaya cüret etmek, her babayiğidin harcı değildir. Simsarların elinden kendimi kırk yaşında kurtardım. Peki sen ey yirmi sene önceki halim, ne zaman kurtaracaksın kendini simsarlardan ya da kurtarabilecek misin?

Dördüncüsü, bir tablo. Hüzünden azade güleç bir yüz. Sanki hep çocukluğunda, ergenliğinde el üstünde tutulmuş gibi, hayatın acı yüzüyle hiç tanıştırılmamış gibi ve bundan sonra da hayatı hep böyle steril yaşayacakmış gibi. Gerçek bir hayatı olmadı ve hiç de olmayacak. Bu yüzden, gerçek bir acısı ya da gerçek bir sevinci de olmayacak. Hayat ona hep altın tepside sunulacak. Çok çalışmayacak, çünkü çalışmasına gerek olmayacak. Hayatın anlamı üzerinde kafa yormayacak. Hayatın ortasında tebessüm yayan bir parlak bir elbise. Zararsız, hatta tebessüm yaydığına göre yararlı ama sahici olmayan bir görüntü.  

Beşincisi en sevdiğim ve en az tanıdığım ve tanıdıkça neden sevdiğime anlam veremediğim. Ne birincisi gibi gizemli, ne ikincisi gibi zeki, ne üçüncüsü gibi duyarlı, ne dördüncüsü gibi ışıltılı. Biraz çocuksu, biraz saf, çokça basit. Sadece varlığı mutluluk verici. Ötesi olmayan bir mutluluk. “İyi ki varsınız”dan ibaret, var olmanın mutlu olmaya kâfi geldiği bir parlaklık. Belki budur beni çeken. Hüzün kaynamıyor içinde, anlatmaktan imtina ettiği dertlerle muzdarip de değil. Fikri derinliğine de tanık olmadım, dünyayı kavrayış zenginliğine de. Sadece “var” ve o’nun varlığına tanık oluşum beni nedense çok mutlu ediyor. Bu kısa takdim, onu yeriyor mu, övüyor mu bilemedim bir an. Bildiğim şu: Başbaşa kalsam kendisiyle konuşacak hiç ortak noktamız yok. Ve ne tuhaf. Bu ortak noktasızlığı bile onun kâr hanesine yazıyorum.     

Altıncısı, artık uzak bir anı. Hayatın beni Trabzon’a savurduğu günlerin seherinde karşıma çıkan, henüz sis’ler içinde önümü zor görürken tesadüf ettiğim, bana samimiyetle uzanan ve benim kabaca reddettiğim bir yardım eli. Kabaca reddettim çünkü tek derdim vardı “iyi bir hoca olmak”. Hala da öyledir. Beş yıldır iyi bir hoca olmak, verimli ders işlemek kadar kafamı meşgul eden ikinci bir derdim olmadı. Bile isteye bu derdi kendime en büyük dert edindim, diğer tüm dertlerimin ağırlığı azalsın da, onlardan bir an önce kurtulabileyim diye. Diğer dertlerimin yükü göreceli olarak azaldığına göre, beş yılın sonunda bu yolda epey mesafe katettiğimi söylemeliyim. Bu mesafeyi katederken geride bıraktığım hayali enkazlardan biri de bu altıncısı. Şimdi nerdedir, ne yapmaktadır; hayat onu nereye sürüklemiştir, bilemem. Dağılan sis’lerden biri.

Yedincisi, bir türlü içimden atamadığım kinimdir. Uzun uzun yazmaya kalksam kinim artar ve kin, sinede bir yüktür, bilirim. En iyisi, bu takdim kısa kalsın.

*

İçimde çöreklenmiş insan tortularını yazıya dökeyim derken şöyle böyle değil harbi yoruldum. Uykum geldi.  

Umarım bu önemsiz mektup, blogdaki yazı kalabalığı içinde kendini kısa zamanda ve kolayca unutturur.

Hüseyin Cem ÇÖL
 14 Kasım 2014 – Pelitli 

13 Kasım 2014 Perşembe

Gençleri Suçlamak Kolay.


Sağda-solda duyuyoruz: Gençleri kitap okumamakla, hayatı sosyal medyadan ibaret sanmakla, dizi dünyasında yaşamakla, içerikten çok şekle ve gaza önem vermekle, dar kafalılıkla, selfie narsisizmiyle ve bencillikle suçlayanlar var.

Bu suçlamalara iki nedenle katılmıyorum. Birincisi, gençleri suçlamak yaşlılık belirtisidir, bu da hiç işime gelmez.

İkincisi, böyle olmayan pek çok genç var. Hatta aslında günümüz dünyasında onların hâlâ varolması bence daha acayip.

Sosyal ve klasik medya insanı korkuyla doldurup ruh sağlığını bozmak için birbiriyle yarışan görüntüler, sesler ve cümlelerle dolu. Nefret söylemi her mahallede paçalardan akıyor. Gelecek belirsiz, şiddet porrnografik düzeyde, maneviyat yok olmuş. Artık tek önemli şey hız ve para.

Ve böyle bir dünyada hâlâ pek çok genç kitap okuyor, okuduğunu anlıyor, diziler dışındaki sanatla ilgileniyor, ağaçlara sahip çıkıyor, içeriğe önem veriyor, empati yapıyor ve başkalarının mutluluğuyla mutlu oluyor… Şu acayipliğe bakar mısınız?

Şahsen her gün şaşırıyor ve şükrediyorum. Herkese de tavsiye ederim. İnanın, insana gençleri suçlamaktan çok daha iyi geliyor!

TUNA KİREMİTÇİ

11 Kasım 2014 Salı

Yaşım Kırk.



"Yaşım kırk. İnsan ömrünün en kötü çağı bu. Arzulayabilmek için henüz genç, arzuladıklarımızı gerçekleştirmek içinse yaşlanmış sayılırız."


Meşa SELİMOVİÇ
"Derviş ve Ölüm" 
Timaş Yayınevi, İstanbul, 2013, s.20

9 Kasım 2014 Pazar

Sınav Sorusu


HUK 104’te, floresan lambalardan biri cızırtılı bir ses çıkarmakta; ders esnasında öğrenciyi de, ders sorumlusunu da rahatsız etmekte, verimli bir ders yapılmasını engellemektedir.

Yukarıdaki olayda sorun nasıl çözümlenir?

a) HUK 104, HF binasına dahil olduğundan, HF idarecileri ve teknik elemanları sorunu çözmelidir.

b) HUK 104 HF binasına dahil olmakla birlikte, HF tarafından değil İİBF tarafından kullanıldığından, İİBF idarecileri ve teknik elemanları sorunu çözmelidir.

c) Öğrenciler, kendi arasında para toplayıp dışarıdan bir elektrikçi getirtmeliler ve sorunu kendileri çözmelidirler.

d) Öğrenciler, sınıfın ortasında “kule” yapmalıdır; eli bu işlere yatkın bir öğrenci kulenin zirvesine çıkmalı, lambayı yuvasından çıkarmalı ve sorunu çözmelidir.

e) Sapanla taş atılıp öten lamba kırılmalı ve sorun kökten çözülmelidir.

Not : (a) ve (b) seçenekleri denendi, talep yetkililere iletildi ve anlaşılamayan sebeplerle çözüme ulaşılamadı. (c) seçeneği etik olmadığından, (d) seçeneği tehlikeli bulunulduğundan uygulanmadı.

Geriye (e) kalıyor. Öğrencilere duyurulur. 

Hüseyin Cem ÇÖL
9 Kasım 2014 – H 309 

5 Kasım 2014 Çarşamba

Hayat Bazen Muhtarın Kızıdır…



Hani yaşamanın bir tebessüm vesilesi olmaktan çıkıp katlanılmaz bir yük haline geldiği o vakit, biri çıkar karşına ya da bir olayın içinde buluverirsin kendini yahut anlık bir duruma tanık olursun. İşte o vakit, katlanılmaz sandığın dertlerinin aslında pek de önemli olmadığını kavrarsın. Görünmez bir el, hayatına küçük bir umut ışığı düşürmüştür.

Dünya, sırtından inmiş, avuçlarına konan küçük bir kuş oluvermiştir.

Hüseyin Cem ÇÖL
5 Kasım 2014 – H 309

27 Ekim 2014 Pazartesi

Hayat Boş… Lakin Şurası da Var...


“İnsanoğlunu sonsuz bir uçurum üstüne ayağını koyacak kadar orada yaşamaya mahkum edin; yağmur altında, karda kışta, o acı içinde, açlıkla yoklukla yaşar da ölmeye razı olmaz, yaşamını sürdürmekte direnir.”


DOSTOYEVSKİ

21 Ekim 2014 Salı

Ahmet Davutoğlu : KENDİNİZİ YENİLEYİN

BAŞBAKAN Ahmet Davutoğlu, araştırmayla kendini yenilemeyen bir eğitimcinin bir müddet sonra makineleşeceğini savunarak, iPhone örneği verdi. Davutoğlu, “iPhone 1 nesli ile iPhone 5 nesli farklılaşıyor. Ona intibak eden çocuklar da farklılaşıyor. Şu anda teknoloji kullanımı ve bilgi kullanımı itibarıyla nesil değişimi artık 30 yıl değil, 5 yıldır, 3 yıldır bazen. O zaman öğretim üyesinin de kendisini yenilemesi lazım” dedi.

Davutoğlu, Yükseköğretim Akademik Arşiv Projesi tanıtım toplantısında özetle şunları söyledi:

AMACIMIZ GÜVENCE VERMEK
Öğretim üyelerinin özlük haklarını diğer muadillerle eşit noktaya getirdik. Mesleğe başlayan araştırma görevlileri ile genç diplomatlar ya da kamudaki uzman yardımcılarının maaşları arasında ciddi farklar oluyor. O zaman öğretim üyeliği teşvik edilmemiş oluyor. Yaptığımız düzenleme aslında bu farkı gidererek, hayata atılma düşüncesindeki genç mezunlara, ‘Akademisyenlik size asgari hayat şartlarını sağlar’ güvencesini vermek. Bunu vermezsek, bu açtığımız üniversiteler mekan olarak bulunur ama öğretim kalitesi itibarıyla gelişmez.

EĞİTİM MAKİNESİNE DÖNMEYİN
Öğretim üyelerinin, akademik eğitim ile akademik araştırma arasındaki dengeyi muhafaza etmeleri gerekiyor. Bazı öğretim üyeleri, zamanla eğitim makineleri haline dönüşmüş. Yani, okuyor, mezun oluyor, doktorayı yapıyor, ondan sonra aynı dersi yıllarca vererek, binlerce öğrenciye tekrar tekrar aynı konuyu anlatan bir öğretim üyesi haline dönüşüyor. Araştırmayla kendini yenilemeyen bir eğitimci, bir müddet sonra makineleşir. Artık 3-5 yılda nesil değişiyor. iPhone 1 nesli ile IPhone 5 nesli farklılaşıyor. Ona intibak eden çocuklar da farklılaşıyor. Şu anda teknoloji kullanımı ve bilgi kullanımı itibarıyla nesil değişimi artık 30 yıl değil, 5 yıldır, 3 yıldır bazen. O zaman öğretim üyesinin de kendisini yenilemesi lazım.

ÜNİVERSİTE RAHATSIZ OLMALI
Üniversitelerimiz tek tipe, tek düşünceye, tek ekole, tek gruba ait üniversiteler olarak görülemez. Bazen ıstırap duyuyorum, ‘O üniversitemiz, şu gruba yakın’, ‘Şu üniversite mi, bu düşünceye yakın’... Üniversite dediğiniz şey farklının olduğu yerdir. Eğer doktorayı bitirenler, ‘Şu üniversitede bana yakın, benim anlayışıma, siyasi düşünceme, ideolojime, grubuma yakın birileri var. Oraya gideyim’ demişse, böyle bir düşünceyle öğretim üyeliğine başlıyorsa, bu ilmi tecessüsten yoksun demektir. Rahat etmek istiyor. Aksine, biz üniversitelerimizin her bir bölümünü insanları rahatsız eden yerler haline getirmek durumundayız. Öyle farklı fikirler olacak ki rahatsız olacak, uykusu kaçacak. Ertesi gün cevap yetiştirmek zorunda olduğu, tam karşıt görüşten biri olacak ki gece bir şey okusun. Zaten birbirini yakın tanıyan ve birbirinin adamı, ferdi gibi görülen bir üniversite, üniversite değildir.

KENDİM DE YAŞADIM
Fikir özgürlüğünü kendi aramızda kuramazsak, siyasetten bunu bekleyemeyiz. Ben kendim bunu yaşamış birisi olarak söylüyorum. Bir üniversite rektörüne gittiğimde Allah rahmet eylesin, vefat etti bölüm başkanı, bana şunu söyledi; ‘Siz çok değişik alanlarda yazılar yazmışsınız, ürünler vermişsiniz, biz ihtisasa önem veriyoruz.’ Dedim ki, ‘Hocam, madem bana meydan okudunuz, ben de size meydan okuyorum. Sizin, mesela siyaset teorisi hocanızı biliyorum. Benim makalemi alın, onun makalesiyle üçüncü bir hakeme gönderin. Balkanlar uzmanınızı biliyorum, benim makalemi alın, onun makalesiyle üçüncü bir hocaya gönderin. Ortadoğu uzmanınızı biliyorum, benim makalemle onun makalesini alın, gönderin. Eğer bir tanesinden benim daha zayıf olduğum sonucu çıkarsa, ben özür dileyeceğim. Hepsinden eğer bu makale daha güçlü gelirse, sizin bir özür borcunuz olur’ dedim. Hâlâ zihnimde kazınmış, hani maalesef bir anlayışı yansıtan sözü zihnimde kalmış. Dedi ki, ‘Ahmet Bey, uzun lafın kısası, biz burada bir ekibiz. Sizin bu ekibe uyum gösteremeyeceğinizi düşünüyoruz.’ İşte benim görmek istemediğim bölüm bu.

HAKARET EDİLMESİN DİYE EŞİMİ KAPIDA BEKLEDİM
28 Şubat’ta neler yaşandığını herkes biliyor. Ben bir profesör olarak, eşimin ihtisas imtihanında içeride hakaret edilmesin diye kapısında bekledim. Artık bunları geride bırakmamız lazım. Hiç kimsenin tahkir edilmediği, dışlanmadığı, herkesin kendi fikrini, ideolojileştirmeden, dogmatik bir hale dönüştürmeden savunabildiği, üniversite amfilerini propaganda mekanı değil ama her türlü fikrin serbestçe tartışılabildiği mekanlar haline getirme sorumluluğuna sahiptir öğretim üyelerimiz.

Hürriyet - 21.10.2014 Salı. 

20 Ekim 2014 Pazartesi

Ter


Dersten çıkarsın. Atletin ter içindedir. “Odamda yedek atlet bulundurmayı adet edinmekle ne doğru iş yapmışım” dersin içinden. Odanın kapısını kitleyip atletini değiştirirken, aklına, o mektup gelir. Hani, senin, çocuklarına “HARAM” lokma yedirdiğini ima eden o mektup. Yine canın sıkılır. Öfkene hakim olamazsın. Değiştirdiğin “TERLİ ATLETİ” bir hışımla dolaba tıkıştırırsın. Yine de kızamazsın kimseye. Empati kurmaya kalkarsın o öfkeli halinle. Anlamaya çalışırsın muhatabını. Anlar gibi olursun. “Acaba O da seni anlamış mıdır zaman içerisinde?” diye düşünürsün.

Sorarsın boşluğa : “Anladın mı?”

Cevap : “Hocam, derste terliyorsunuz, çünkü kilo fazlanız var…”

*

Aziz Nesin, ki kendisini çok severim, boyu kadar kitap yazmakla övünür. Muhalifleri ise, “boşuna övünmesin, zaten O’nun boyu kısa” derler.

Hayat böyledir.

*

Biz yine, kırgınlığımızı içimize hapsedip, işimize bakalım. Derse gidiyorum. Mini mini birler beni bekliyor.  

Dolapta temiz yedek atletim hazır.

Hüseyin Cem ÇÖL
20 Ekim 2014 – Pelitli

Ya ?



"Dünyanın anlamını bir yerlerden öğreniyor ve saflıkla şu ya da bu şekilde inanıyoruz ona. Eşyalar ve insanlar, olaylar ve topoğrafya, ya başka bir anlama işaret ediyorsa?"


ORHAN PAMUK 

19 Ekim 2014 Pazar

49. Soru


Roma ile Soma arasındaki farklara ilişkin aşağıdakilerden hangisi doğru değildir?
a)     Roma’da bazı insanlar köle sayıldıklarından “mal” gibi alınıp satılıyorlardı; Soma’da ise bazı insanlar köle gibi çalıştırılıyorlardı.
b)     Roma’da işçilerin sendikası yoktu; Soma’da vardı da ne oldu?
c)     Roma’da madencilik gelişmediğinden yeryüzünde çalışmak zorunluluğu vardı; Soma’da madencilik geliştiğinden yeraltında bile çalışmak özgürlüğü vardı.
d)     Roma’da çıplak ayakla çalışılırdı; Soma’da ise “çizmeyle”.

e)     Roma’da yeterli önlem alınmadığından iş kazasında ölümler meydana geliyordu; Soma’da ise işin fıtratında ölüm vardı. 


Yukarıdaki soruyu son Roma Hukuku finalinde sormuştum. Soruyu sorarken öğrencilerin gözü kapalı doğru cevabı işaretleyeceklerini düşünmüştüm. Yanılmıştım. Sınıfın yarısı ya yanlış cevaplamıştı ya da boş bırakmıştı. Aslında her sınavda en az bir tane hazırladığım soru bile olmayan sorulardan biriydi bu. Öğrencilerin doğru cevabı bu kadar ıskalamasına da anlam verememiştim. 

Haziran ayında olup biten pek çok şeye anlam veremediğim gibi... 

Hüseyin Cem ÇÖL
19 Ekim 2014 - Pelitli

18 Ekim 2014 Cumartesi

"Rulet" : Gen Bencildir


Rulet oyununda her kurşun aslında ölüme sıkılır. Ruleti intihardan farklı kılan da bu noktadır.

Çünkü yaşamak ister herkes. En çok da askerler. Hayatın değerini en çok, işi öldürmek olanlar bilir de ondan.

Binbaşıyı suçlamak anlamsız. Hayatla ölüm arasında seçim yapmak zorunda kalan her "insan", hayatı seçer.

Herkes hayatı seçer.

Gen bencildir.


Rulet'i ben yazmış olsaydım, oyunun finalinde, Rus yüzbaşıya hücrenin kapısını kapatıp binayı terk ettirir, binbaşıyı öldürdüğü başçavuşla başbaşa bırakırdım.

İçimde bir manyak var, kabul.

Hüseyin Cem ÇÖL
18 Ekim 2014 - Pelitli 

16 Ekim 2014 Perşembe

… ve telefon çaldı!


Ölümdür bize hissettiren; dünyanın yalan, hayatın güzel olduğunu. Hayatın güzelliğini anlamak için insanlar ölür, ölmelidir. Ölümsüz bir hayat olabilseydi, insanlar sonsuz bir can sıkıntısı hâli içinde sonsuza kadar sürükleneceklerdi. Ölümsüz bir hayat, hayatı yaşanılmaz kılar. Ölümün varlığıdır, hayatı yaşanılır kılan.

Ölümün işaret ettiği tek gerçek şudur : Aslolan hayattır.

Hüseyin Cem ÇÖL
16 Ekim 2014 – Sivas

13 Ekim 2014 Pazartesi

Gündeme Dair Laf-ı Güzaf


Korkunç cehaletim ortaya çıkmasın diye, gündemde olup bitenler hakkında ne buraya yazılar yazıyorum, ne de twitter denen öteki mekana.

Gerçi, gündem o kadar nahoş ki, bişey biliyor olsam yine elim klavyeye gitmez. Din adına kafa kesenleri mi yazayım yoksa din adına kafa kesenlere kızıp kütüphane, müze yakanları mı? Al birini, vur ötekine… Nereye baksan “ölüsevici” kaynıyor ortalık. Sonsuz mutlu hayat beklentisi kimi insanları insanlıktan çıkarmış. “Şeb-i arus” peşindekiler, dünyayı dinamitlemek için yorulmaz bir yarış içinde… “Dünya insansız başladı, insansız devam edecek” diyen bilge haklı çıkacak galiba.   

Bilerek haber izlemiyorum, bilerek kaçıyorum gündemden, ruhum daha fazla eziyet çekmesin diye.

Kendimi türkülere verdim epey zamandır. Türkü dinliyorum, evde, arabada, en çok da odamda… Türkü dinledikçe, ne çok şaşırıyor ve ne çok şey öğreniyorum. Türkü sevmekle iyi ahlak sahibi olmak arasında kendiliğinden bir bağ kurulduğuna inanıyorum. Türküler bana yeni bir din aşılıyor. Peygamberi, kitabı, ritüelleri, tapınılası olmayan bir din. Dinlemek, düşlemek, anlamak, sevmek ve şaşırmak üzerine kurulu bir din. Türküleri yakan bu halkı, Rumelisinden Kafkasyasına, Karadenizinden Egesine, Trakyasından Kerküküne kadar bu topraklarda yaşayan farklı kültürlerden, farklı inançlardan, farklı milletlerden bu halkı, anlamaya çalışıyorum, anladıkça seviyor ve anladıkça şaşırıyorum. Acısını, sevincini, hüznünü türkülerin içinde dile getiren bu halkın ince görüsüne hayran oluyorum. Bir yandan da hayrete şayan buluyorum yüzyıllardır türlü iktidarlar, hanedanlar, dinler, inançlar, mezhepler eliyle yoksullaştırılan, beyni iğdiş edilen, ezilen bu halkın dilinden, yüreğinden böylesine ustaca inciler dökülmesine… Hem ezilen, hem kaderine boyun eğen, hem de kendisine ezenle inceden ince dalgasını geçen. Hem korkan, hem de fısıltıyla bile olsa korkusunu yüzyıllar sonrasına ulaştıran. Tuhaf bir bileşim türküler. Dinledikçe çözülüveren bir sarmal.

Fakat beni, gecenin bu vakti klavye başına oturtan türküler değil. Lafı daha fazla dolandırmadan asıl konuya geleyim.

Gündemden kaçmak istiyorum ama internet aleminde dolanan biri için bu ne kadar mümkün!  

Dün HSYK seçimleri yapıldı. Anlam veremediğim tuhaf bir yarışı sessiz sedasız izledim. Hakimler arasındaki üç farklı siyasi yapılanmaya yaslanan bu seçim yarışını, hakimlik mesleğinin yüceliğiyle bağdaştırmakta zorlandım. Elbette hakimlerin de, kendilerine yakın buldukları siyasi partilerinin, siyasi görüşlerinin, hatta cemaatlerinin olması mümkündür. Fakat bir hakim önüne gelen davada karar verirken, siyasi düşüncelerinden, mensup olduğu cemaatin görüşlerinden tamamen ayrılır, mevcut kurallara ve vicdanına göre karar verir. En azından ben böyle olmalıdır diye biliyorum. Siyasi iktidarların ya da muhalefetin rengine bürünen yargının "bağımsız" olduğundan söz edilebilir mi? Şu yaşanan HSYK seçimlerinin, siyasetten olabildiğince uzak kalması gereken “yargı” erkine zarar verdiğini düşünüyorum.

Siyasetçilere kızmıyorum, kızamıyorum, onların nihai amacı iktidarda iseler iktidarlarını sağlamlaştırmak ya da muhalefette iseler iktidara gelmek için uğraş vermek. Bu emellerine ulaşmak için yargıyı gözlerine kestirmeleri elbette doğru değil ama yine de pekala anlaşılabilir bir tutum. Siyasetin fıtratında var yayılmacılık.

Benim asıl anlamadığım, kuvvetini sadece vicdanlarından alması gereken “hakimlerin”, siyasi bir çekişmenin aracı olmaya bu kadar teşne olmaları, vesselam.

Hüseyin Cem ÇÖL
   13 Ekim 2014 – Pelitli 

7 Ekim 2014 Salı

Önemine Binaen



Giant Buddha, Leshan, China



Hüseyin Cem : Çinlilerin Tanrıları Çinlilere ne çok benziyor. Büyük boyda bir Çinli gibi. Tuhaf mı? Elbette değil.

Orhan Zencefil : Kendilerinden yola çıkarak aramışlarsa buldukları şey yine kendileri oluyor sanırım.

Hüseyin Cem : Yeğen, farkında mısın bilmem ama, ki bana farkında değilsin gibi geldi, çok büyük ve çok doğru bir laf ettin.

Orhan Zencefil : Büyük konuşmak istemezdim dayi :) Tivitir değişik bir alem.

Hüseyin Cem ÇÖL
7 Ekim 2014 - Pelitli 

5 Ekim 2014 Pazar

Her An Telefon Çalabilir…


Her an telefon çalabilir. Bu yazı yarım kalabilir. Kardeşim telefonda “….i kaybettik” diyebilir. Apar-topar otogara gidebilirim. Bayramın son günlerini Yukarı Tekke Mezarlığında geçirebilirim.

***

Bir insan hayatının değeri var mıdır? Bu soruya ilkgençliğimde verdiğim cevapla, şimdilerde yolun yarısını tüketmiş ve kısmen tükenmiş bir vaziyette verdiğim cevap, ne garip, hem çok farklı, hem de temelde aynı. Diğer deyişle, hem çok değiştim, hem de hiç değişmedim, hep aynı yerdeyim.

İlkgençliğimde, hayatı, hayatötesi uzantısıyla yorumlardım. Bu yorum, herkes benim gibi miydi bilmem ama, beni yaşadığım hayata yabancılaştırırdı. Uyumsuz ve içekapanık bir kişiliğe bürünmem de, hayatı işbu hayatötesi uzantısıyla anlamlaştırma çabasının payı büyüktü.

Bu çabanın hem hayatı değersizleştiren, hem de hayata ayrı bir hayat katan yönü vardı: Hayatı değersizleştiriyordu, çünkü gerçek değildi burası, yalandı, hayaldi, gerçeğin öncesiydi. Hayata böyle bakınca tüm maddi ve manevi kazanımlar, sevinçler, küçük başarılar, kaçamak ve utangaç aşklar bana hiç tad vermiyor; hayat anlamsız olduğu için hayata tutunmak da anlamsız görünüyordu. Bile isteye mezara girmek gibiydi içinde yuvarlandığım düşünce sarmalı. Mutluluk hayatın hiçbir anında yoktu çünkü mutluluk yoktu, mutluluk hayaldi, mutluluk yalandı, bu dünya gibi.

Bu çabanın hayata ayrı bir hayat katan, hayatı kanatlandıran, hayat içre hayat sunan bir yönü de vardı. Gerçek hayatı yalan diye belleyince, gerçek olmayan ama gerçeğinden daha canlı ve sonsuz çağrışımlı bir hayat düşlüyordum. Bana ait bir hayal-dünya. Hayır, kuru bir “cennet” beklentisinden söz etmiyorum. Ta ilkgençliğimde bile, cennetin bir yer değil ancak bir “hâl” olduğunu tüm cahilliğimle seziyordum. Ölünce kavuşulan bir cennet değil, bu dünyada kendini ara sıra gösteren, kapısını hafifçe aralayan ama ardına kadar da açmayan, ışığını (Tanrı’nın ışığını) ancak benim görebildiğim, herkese kapalı bana özel bir hayal-dünyam vardı. En çok, kitap okurken, satır aralarında aniden tanık olurdum gizli cennetime. Hazdan titrerdim. O ışığı benden başka kimseye göstermediği için, bağlılığım daha çok artardı hayatın hayat-ötesi yorumlarına.

Bir yandan gerçek dünyayı gerçek saymayarak, diğer yandan gerçek dünyanın (ötesinde değil) içinde başka-güzel-çarpıcı-cazibeli bir dünya vehmederek tükettim gençliğimi. Ben de İffet gibi, ne tuhaf, “hayatımı bir vehme kurban ettim”. Orta yaşın “anlam arama” saldırısından yara bere içinde kurtulduktan ve sis’ler içinde (Ankara’da) bir müddet kendimi iyice kaybedip nihayet sığ bir limana (Trabzon’a) demir attıktan sonra, sakin bir kafayla yeniden düşündüm “insan hayatının ne kadar değerli olduğu” sorusunu. Bulduğum cevap, bu kez, hayatötesi uzantılardan hepten arınıktı. Daha kısa, daha net ama daha pürüzsüz değil. Hayatın anlamı, insanın da değeri –ilkgençliğimdeki gibi- esasen yine yoktu; fakat –ilkgençliğimden farklı olarak- hayat başkalarının değil bizim ona verdiğimiz anlamdan ibaretti, insan da öyle, o kadar. Hayatı da, insanı da, anlamı da, değeri de, hatta hayat-ötesini de içimizde biz kuruyorduk, biz büyütüyor, biz küçültüyorduk. Bizdik, bizi var eden. O yüzden, biz yitip gittiğimizde, hayata ve insana verdiğimiz o değer de, bizle beraber yitip gidecekti.

Masum olmadığımız kesin, daha acısı şu ki, yitip gittikten sonra önemli de değiliz hiçbirimiz.      

***

Her an telefon çalabilir…

Hüseyin Cem ÇÖL
5 Ekim 2014 – Pelitli 

11 Haziran 2014 Çarşamba

Tarih-i Kadim


(...)

İnanasım gelmiyor bunların hiçbirine.
"Ne bileyim? " diyor kime sorsam.
Hepsi bir kuruntu mu bunların yoksa?
Belki aldanmak yaşamanın bir gereği.
Belki de hepsi de doğrudur, kim bilir,
belki ben hiç bir şeyin farkında değilim,
karıştırmaktayım "yok" la "var" ı.
Kusurum ne? Kuşkuda olmak mı?
Kuşku koşmaktır aydınlıklara doğru.
İnsan aklıdır eninde sonunda gerçeği bulacak olan.
Belki de yok olacağız bir gün topumuz birden.
Kimbilir, öbür dünya belki de var.
Madem bu beden o ölümsüzün işi,
ne diye kıvranır durur bin türlü dert içinde?
Hadi diyelim aslımız toprak bizim,
sen gel onu kederden bir çamur yap.
- her yeri kanla, göz yaşıyla dolu -
insaf be, bu kadarı da olur mu?
Sen gel hem yoktan var et,
sonra da ettiğini boz, kötüle.
Hiç bir yaradandan ummam bunu:
Yaradan yok eder, ama perişan etmez!

(...)

TEVFİK FİKRET

9 Haziran 2014 Pazartesi

Aç Beynini


"... karısının bayat ekmeklerden yaptığı tatlıyı
çok beğenmeyerek
ama yine de bu tasarrufunu takdir ederek..."

Yılmaz ERDOĞAN

Şair burada "edepsizlik yapma, nimete nankörlük olmaz, beğenmesen de bir tadımlık al" diyor. Yok "ben yemem bunu, nesini yiyeceğim, olmamış bu" diyeceksen, hiç değilse senin için verilen EMEĞE saygısızlık etme! 

Ders sadece derslikte işlenmez. Eğer sen öğrenciysen işbu yazıda yazdıklarım bir dönemlik derse bedel! 

Hüseyin Cem ÇÖL
9 Haziran 2014 - Pelitli

Neden?


Kendime sorup duruyorum. Neden birbirimizi acımasızca yaralamaya devam ediyoruz? İçten bir özür, yaraları sarmaya kâfi iken, kırılan kalbi onarmaya bir çift tatlı söz yetecekken, neden kavga kapısını hep açık tutuyoruz?

Sevgiye açız da ondan. Hep bunlar sevgisizlikten.

Hüseyin Cem ÇÖL
9 Haziran 2014 - Pelitli

5 Haziran 2014 Perşembe

30 Mayıs 1996/Ankara


"... Öğle vakti Cebeci Kütüphanesine gittim bugün, ders çalışmak için (1). Cemal Gürsel Caddesinden geçerken Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Geleneksel İnek Bayramı'nın yapıldığını gördüm. Fakülte bahçesindeki kızlı erkekli kalabalık bir öğrenci topluluğu müzik eşliğinde dans ediyorlar, mangalda et pişiriyorlar, yağmurda ıslanıyorlar, güya yoğun çalışma temposu içinde geçen bir yılın sonunda mezuniyeti kutluyorlar. Öğrencilerin çoğunun elinde bira şişeleri var. Aslında, Mülkiyelilerin hiç de inek olmadıkları halde "İnek Bayramı" tertiplemelerini anlamıyorum. Asıl inekliği biz hukukçular yapıyoruz ama bayramı onlar kutluyorlar (2). Kütüphanede karşıma ikisi kız, biri erkek, üç kişi oturdu. Kızlar sürekli konuşuyor, erkek ise elindeki kalemi durmadan sallıyordu. Kendimi zorlaya zorlaya Deniz Ticaret Hukuku çalıştım ve tüm güçlüklere rağmen bu dersi bitirmeyi başardım. Saat üç gibi çıktım kütüphaneden. Yağmur yağıyordu Ankara'ya... Islana ıslana eve geldim (3). Oturma odasında günün gazetesine (4) göz atarken, bir kadın kapıyı çaldı, bugün Aşure Günü olmalı ki, bir tabak aşure çorbasını kapıdan içeri uzattı. Evde dört arkadaş (5), bu tatlıyı kaşıklaya kaşıklaya bitirdik."

***

[1] Cebeci Kütüphanesi, Hacettepe’ye inen cadde üzerinde sol taraftaydı. Bir ucunda ise Cebeci Pazarı kurulurdu.  Asla ders çalışılacak bir mekan değildi. Ergenlerin fink atma meydanıydı. Oraya niye giderdim/giderdik peki? Bir defa öyle pek sık gitmezdik. Gidersek de yokluktan. Diğer tüm mekanlar (AÜHF Kütüphanesi, Hacettepe, Kocatepe Cami Kütüphanesi, SBF Kütüphanesi vs.) dolu olduğunda, el mecbur oraya yönlenirdik.

[2] Hukukçular, Siyasalcıları hep kıskanmıştır. Çünkü bizim böyle şatafatlı bir bayramımız yoktur. Nokta.

[3] Cebeci Kütüphanesi ile Topraklık’taki Kazan Sokak arası nerden baksan yürüme yarım saat sürer. Esaslı ıslanmış olmalıyım demek ki. Muhtemelen kütüphaneden çıkışta, Pazar girişindeki alt geçitten geçip Cemal Gürsel’e çıkmışımdır. Oraya kadar ıslanmış olamam, çünkü gökyüzü pazarın demir çatısıyla kapalı. Sonra Cemal Gürsel’den hızlı adımlarla Kıbrıs Caddesine yürümüş olmalıyım. Kıbrıs Caddesi az yokuştur ama çok değil. Yokuş yürümeyi de hiç sevmem.

[4] O gazete Yeni Şafak mıydı acaba? Çok yüksek ihtimalle öyle. Yeni Şafak’ın o ilk haline aklı başında, ne dediğini bilen, ağır başlı bir muhalefet kokusu hakimdi. İktidar, hepimizi doymak bilmez kurtlara tebdil etti.

[5] Biz o mekanda dörtten daha çok kişiydik. Ali vardı muhasebeci. Metin vardı, şimdi hakim, İlhami abi vardı, o da hakim. Ahmet vardı, Trabzon Vakfıkebirli. Savcıyken, bir trafik kazası sonucu vefat etti. Sonra ben vardım. Beş oldu. Ara ara bu sayı artardı. O gün aşureye kaşık sallayan hangi dördümüzdük acaba?

Hüseyin Cem ÇÖL
5 Haziran 2014 - H 309

4 Haziran 2014 Çarşamba

Kimim Ben?



“ (…) Ben isterdim ki her gece dua ettiğim özel öğretmenlerimin içinde siz de olun. Sizin de özel bir yeriniz olsun bende isterdim. Sizi hayırla yad etmek isterdim. Öğretmenim, hocam diyebilmek isterdim. Ama bana yolda gördüğüm hiç tanımadığım bir yabancı kadar uzaksınız. Çünkü ben yaptığı işin hakkını verme derdinde olmayanları, akşam eve gittiğinde vicdanı rahatsız olmadan uyuyabilenleri, çocuklarına yedirdiği lokmanın helal olup olmadığı kaygısını çekmeyenleri (hakkını vermeden kazanılan para haramdır), muhatap olduğu kitlenin hakkını gözetmeyenleri, aktarması gerekenleri aktarmayanları, onların beyinlerini boş bırakanları; sevemiyorum bu konuda hoşgörülü olamıyorum. (…) ”

Yukarıdaki satırlar bir öğrencim tarafından bugün bana hitaben yazıldı.

Böylece askerden geldiğim 9 Mart 2012’den bu yana, onca uğraşın, yıpranmaların, didinmelerin, gayretlerin, çırpınmaların mükafatını pek güzel almış oldum.  

Kendimle ne kadar gurur duysam azdır.

Peki bir kez daha beni tanımayanlara kendimi takdim edeyim. Kim mişim ben?

1. Yaptığı işin hakkını verme derdinde olmayan biriyim.
2. Akşam eve gittiğinde vicdanı rahatsız olmadan uyuyabilen biriyim.
3. Çocuklarına yedirdiği lokmanın helal olup olmadığı kaygısını çekmeyen biriyim.
4. Hakkını vermeden para kazanan biriyim.
5. Muhatap olduğu kitlenin hakkını gözetmeyen biriyim.
6. Aktarması gerekenleri aktarmayan biriyim.
7. Onların beyinlerini boş bırakan biriyim.

Peki, tamam ben buyum. Kabul. Şu an Haziran ayındayız. Dönem bitti, dersler bitti, finaller de bugün yarın bitmek üzere. Herkes tatil planları peşinde. Peki benim tatil planlarım nedir? Ola ki merak eden olur. Bu yaz ki planlarımı yazayım da, ne olduğum daha iyi anlaşılsın.

1. Bu yaz, Deniz Ticareti Hukuku ve Sigorta Hukuku derslerinin slaytlarını hazırlayacağım. Aslında seneye bu dersleri verme ihtimalim çok az. Ama olur ya, beklenmedik bir durum (mücbir sebep J) zuhur eder, bu dersleri verecek olan öğretim üyesi ders sorumluluğunu bana devredebilir. Dönem başında böyle kötü bir sürprizle karşılaşmamak için bu yaz tedbirimi almam lazım. Çünkü bu iki dersi daha önce hiç anlatmadım, aniden kucağımda bulursam, zorlanabilirim.

2. İİBF’lere iki yıldır İcra ve İflas Hukuku dersi anlatıyorum. Bu ders benim alanım değil ama anlata anlata epey malumat sahibi oldum, deyim yerindeyse dersin şifresini çözdüm. Hazırladığım slaytlar da fena değil, işe yarar. Bu slaytları biraz genişletirsem, pratik çalışmalarla zenginleştirirsem, hatta Hakimlik sınav sorularını da içine katabilirsem pekala HF öğrencileri için de kullanışlı olabilir. Kuru/Arslan/Yılmaz üçlüsünün o devasa YEŞİL kitabını bu yaz yeniden hatmetmem şart. Hatta KIRMIZI Medeni Usul’ü de okursam, okuyabilirsem ne iyi olur.

3. Ticaret Hukuku ders slaytlarım epey olgunlaştı. Ama yine de bir kez daha baştan sona gözden geçirmekte fayda var. Özellikle HF öğrencileri için hazırladığım Ticaret Hukuku slaytlarına pratik çalışma eklemem şart. İİBF için hazırladığım Ticaret Hukuku slaytlarının kapsamını ise biraz daraltmalıyım. Ders saatleri düşürülünce her konuya değinmek imkanı kalmadı. Zaten İİBF’liler de az ama öz bilgi peşinde. Daha dar bir slayt onların KPSS’de de, lisans sınavlarında da işini görür. 

4. Hem HF, hem de İİBF için hazırladığım Borçlar Hukuku slaytlarını yeni baştan düzenlemem şart. İİBF için hazırladığım slaytın kapsamını daraltmalıyım. HF için hazırladığım Borçlar Hukuku slaytlarını ise özellikle pratik çalışmalarla genişletmeliyim. Aslında Borçlar Hukuku en sevdiğim ders ama gel gör ki şimdiye dek bu dersi HF’nde gönlümden geçtiği gibi işleyemedim. Çünkü, ben yaptığı işin hakkını verme derdinde olmayan biriyim. Bu sene, geçen seneye nazaran biraz daha iyiydi ama yine de eksik kaldığım pek çok nokta var. Önümüzdeki yıl ise Allah gönlümdekini biliyor ya, bu dersi hiç vermek istemiyorum. Ama bütün iş benim istememle ya da istemememle olmuyor. Keşke bir sürpriz olsa da, HF öğrencilerine “yaptığı işin hakkını verme derdinde olan” başka biri bu dersin sorumluluğunu benden alsa. Ah keşke.

5. Roma hukuku slaytlarını bu yılın Ocak tatilinde, bahar dönemi derslerinin başlamasından önce baştan sona yenilemiştim. İşte ben böyle bir enayiyim. Oturup baştan sona slayt yeniledim. Roma hukuku, çağdaş hukukun temeli olduğundan, bu dersin olabildiğince çağdaş hukukla kıyaslamalı işlenmesi gerektiği düşüncesindeydim. Bu nedenle hazırladığım slaytın tamamında Roma hukuku-Türk hukuku karşılaştırması yapmıştım. Öğrencilerin hem özel hukukun temelini kavramaları, hem temel hukuk bilgilerini pekiştirmeleri, hem de özel hukuk derslerine yönelik sağlam bir altyapı kazanmaları için “araştırma ödevi” hazırlamalarını sağlamıştım. Odama gelen istisnasız her öğrenciye de kitaplığımdaki kitapları ödünç vererek ödevlerini en iyi şekilde yapmalarına yardım ettim. Nerdeyse sınıfın yarısı ödevlerini benden aldıkları kitaplarla hazırladılar. Yukarıdaki mektupta benim “hakkını vermeden para kazanan” biri olduğumu ima eden öğrenci dahil. Ve iki gün boyunca sabah sekizden akşam beşe kadar öğrencilerin sunumlarını dinledim. Boşuna uğraşmışım, salaklık yapmışım. Enayiliğime doymayayım. Bu yaz, Roma slaytlarımı yakmak istiyorum. Seneye, bu ders bana kalırsa, dayarım öğrencinin önüne Ziya Umur’u, ne halleri varsa görsünler. Zaten ben “akşam eve gittiğinde vicdanı rahatsız olmadan uyuyabilen biriyim.”

6. Bu sene, hem Borçlar Hukuku Genel Hükümler dersinde, hem de Ticaret Hukuku dersinde öğrencilere pratik çalışma ödevi vermiştim. Maalesef bazen zaman yokluğundan, bazen de tembelliğimden (!) verdiğim bu ödevlerdeki olayları kendim uğraşıp da çözümünü yapamadım. Yine de bu ödevleri en az sınavlar kadar önemsedim. Belki ödevlerin çözümünde öğrenciye yeterince yol gösterici olamadım ama pratik çalışmanın yöntemi ve önemi konusunda öğrenciye bilinç vermeye gayret ettim. Bu yaz, masa başına oturacağım ve öğrenciye verdiğim toplam 120 olayın çözümünü kendim yapmaya çalışacağım. Güz dönemi başladığında ise, 2. Sınıf öğrencilerine Borçlar Hukuku, 3. Sınıf öğrencilerine de Ticaret Hukuku çözümlü pratik çalışmalarını dağıtacağım. Bunu yapmak yerine “dinlenmek” belki en akıllıca hareket. Fakat benim bu dünyadaki tek hobim “çocuklarıma haram lokma yedirmek”. Bu zevkten kendimi mahrum edemem.  

2014 yaz planlarım böyle.

2013 yazı da, 2012 yazı da işte hep buna benzer beyhude gayretlerle, boşa kürek çekmelerle geçti. Son iki yaz, yok Ticaret’ti, yok İcra-İflas’tı, yok Roma’ydı, yok Borçlar’dı diyerek çabaladım durdum. Ha bu arada, ben ne çok derse giriyormuşum böyle. Derdim neyse benim? Oysa benim yarım bıraktığım bir doktoram var. Vaktimi, enerjimi “derslere” vermektense, “doktora tezime” verseydim, şimdi çoktan “yar.doç.dr.” olmuştum. Ayrıca benim bir de “ailem” var. İyice yorgunluk safhasına giren tamire muhtaç yıllanmış bir evliliğim, benden habersiz büyümekte olan üç güzel çocuğum var. Dersler bir şekilde yürürdü. Aileme, eşime, çocuklarıma daha çok vakit ayırmak varken, küçük kızımın gözlerine daha çok bakmak varken, nedir bendeki bitmek bilmez bu enayilik nöbeti? Cem'cim neye yaradı sendeki bu delilik? Yıllar, inancını da sildi süpürdü; şimdi kimden "hak" talep edeceksin?

***

Şu an çok üzgünüm. Çok da mutsuzum. Hayatımda hiç bu kadar haksız ithama maruz kalmadım.

Ben bunları ASLA hak etmedim.

Hüseyin Cem ÇÖL
   4 Haziran 2014 – H 309 

Kimim Ben?



“ (…) Ben isterdim ki her gece dua ettiğim özel öğretmenlerimin içinde siz de olun. Sizin de özel bir yeriniz olsun bende isterdim. Sizi hayırla yad etmek isterdim. Öğretmenim, hocam diyebilmek isterdim. Ama bana yolda gördüğüm hiç tanımadığım bir yabancı kadar uzaksınız. Çünkü ben yaptığı işin hakkını verme derdinde olmayanları, akşam eve gittiğinde vicdanı rahatsız olmadan uyuyabilenleri, çocuklarına yedirdiği lokmanın helal olup olmadığı kaygısını çekmeyenleri (hakkını vermeden kazanılan para haramdır), muhatap olduğu kitlenin hakkını gözetmeyenleri, aktarması gerekenleri aktarmayanları, onların beyinlerini boş bırakanları; sevemiyorum bu konuda hoşgörülü olamıyorum. (…) ”

Yukarıdaki satırlar bir öğrencim tarafından bugün bana hitaben yazıldı.

Böylece askerden geldiğim 9 Mart 2012’den bu yana, onca uğraşın, yıpranmaların, didinmelerin, gayretlerin, çırpınmaların mükafatını pek güzel almış oldum.  

Kendimle ne kadar gurur duysam azdır.

Peki bir kez daha beni tanımayanlara kendimi takdim edeyim. Kim mişim ben?

1. Yaptığı işin hakkını verme derdinde olmayan biriyim.
2. Akşam eve gittiğinde vicdanı rahatsız olmadan uyuyabilen biriyim.
3. Çocuklarına yedirdiği lokmanın helal olup olmadığı kaygısını çekmeyen biriyim.
4. Hakkını vermeden para kazanan biriyim.
5. Muhatap olduğu kitlenin hakkını gözetmeyen biriyim.
6. Aktarması gerekenleri aktarmayan biriyim.
7. Onların beyinlerini boş bırakan biriyim.

Peki, tamam ben buyum. Kabul. Şu an Haziran ayındayız. Dönem bitti, dersler bitti, finaller de bugün yarın bitmek üzere. Herkes tatil planları peşinde. Peki benim tatil planlarım nedir? Ola ki merak eden olur. Bu yaz ki planlarımı yazayım da, ne olduğum daha iyi anlaşılsın.

1. Bu yaz, Deniz Ticareti Hukuku ve Sigorta Hukuku derslerinin slaytlarını hazırlayacağım. Aslında seneye bu dersleri verme ihtimalim çok az. Ama olur ya, beklenmedik bir durum (mücbir sebep J) zuhur eder, bu dersleri verecek olan öğretim üyesi ders sorumluluğunu bana devredebilir. Dönem başında böyle kötü bir sürprizle karşılaşmamak için bu yaz tedbirimi almam lazım. Çünkü bu iki dersi daha önce hiç anlatmadım, aniden kucağımda bulursam, zorlanabilirim.

2. İİBF’lere iki yıldır İcra ve İflas Hukuku dersi anlatıyorum. Bu ders benim alanım değil ama anlata anlata epey malumat sahibi oldum, deyim yerindeyse dersin şifresini çözdüm. Hazırladığım slaytlar da fena değil, işe yarar. Bu slaytları biraz genişletirsem, pratik çalışmalarla zenginleştirirsem, hatta Hakimlik sınav sorularını da içine katabilirsem pekala HF öğrencileri için de kullanışlı olabilir. Kuru/Arslan/Yılmaz üçlüsünün o devasa YEŞİL kitabını bu yaz yeniden hatmetmem şart. Hatta KIRMIZI Medeni Usul’ü de okursam, okuyabilirsem ne iyi olur.

3. Ticaret Hukuku ders slaytlarım epey olgunlaştı. Ama yine de bir kez daha baştan sona gözden geçirmekte fayda var. Özellikle HF öğrencileri için hazırladığım Ticaret Hukuku slaytlarına pratik çalışma eklemem şart. İİBF için hazırladığım Ticaret Hukuku slaytlarının kapsamını ise biraz daraltmalıyım. Ders saatleri düşürülünce her konuya değinmek imkanı kalmadı. Zaten İİBF’liler de az ama öz bilgi peşinde. Daha dar bir slayt onların KPSS’de de, lisans sınavlarında da işini görür. 

4. Hem HF, hem de İİBF için hazırladığım Borçlar Hukuku slaytlarını yeni baştan düzenlemem şart. İİBF için hazırladığım slaytın kapsamını daraltmalıyım. HF için hazırladığım Borçlar Hukuku slaytlarını ise özellikle pratik çalışmalarla genişletmeliyim. Aslında Borçlar Hukuku en sevdiğim ders ama gel gör ki şimdiye dek bu dersi HF’nde gönlümden geçtiği gibi işleyemedim. Çünkü, ben yaptığı işin hakkını verme derdinde olmayan biriyim. Bu sene, geçen seneye nazaran biraz daha iyiydi ama yine de eksik kaldığım pek çok nokta var. Önümüzdeki yıl ise Allah gönlümdekini biliyor ya, bu dersi hiç vermek istemiyorum. Ama bütün iş benim istememle ya da istemememle olmuyor. Keşke bir sürpriz olsa da, HF öğrencilerine “yaptığı işin hakkını verme derdinde olan” başka biri bu dersin sorumluluğunu benden alsa. Ah keşke.

5. Roma hukuku slaytlarını bu yılın Ocak tatilinde, bahar dönemi derslerinin başlamasından önce baştan sona yenilemiştim. İşte ben böyle bir enayiyim. Oturup baştan sona slayt yeniledim. Roma hukuku, çağdaş hukukun temeli olduğundan, bu dersin olabildiğince çağdaş hukukla kıyaslamalı işlenmesi gerektiği düşüncesindeydim. Bu nedenle hazırladığım slaytın tamamında Roma hukuku-Türk hukuku karşılaştırması yapmıştım. Öğrencilerin hem özel hukukun temelini kavramaları, hem temel hukuk bilgilerini pekiştirmeleri, hem de özel hukuk derslerine yönelik sağlam bir altyapı kazanmaları için “araştırma ödevi” hazırlamalarını sağlamıştım. Odama gelen istisnasız her öğrenciye de kitaplığımdaki kitapları ödünç vererek ödevlerini en iyi şekilde yapmalarına yardım ettim. Nerdeyse sınıfın yarısı ödevlerini benden aldıkları kitaplarla hazırladılar. Yukarıdaki mektupta benim “hakkını vermeden para kazanan” biri olduğumu ima eden öğrenci dahil. Ve iki gün boyunca sabah sekizden akşam beşe kadar öğrencilerin sunumlarını dinledim. Boşuna uğraşmışım, salaklık yapmışım. Enayiliğime doymayayım. Bu yaz, Roma slaytlarımı yakmak istiyorum. Seneye, bu ders bana kalırsa, dayarım öğrencinin önüne Ziya Umur’u, ne halleri varsa görsünler. Zaten ben “akşam eve gittiğinde vicdanı rahatsız olmadan uyuyabilen biriyim.”

6. Bu sene, hem Borçlar Hukuku Genel Hükümler dersinde, hem de Ticaret Hukuku dersinde öğrencilere pratik çalışma ödevi vermiştim. Maalesef bazen zaman yokluğundan, bazen de tembelliğimden (!) verdiğim bu ödevlerdeki olayları kendim uğraşıp da çözümünü yapamadım. Yine de bu ödevleri en az sınavlar kadar önemsedim. Belki ödevlerin çözümünde öğrenciye yeterince yol gösterici olamadım ama pratik çalışmanın yöntemi ve önemi konusunda öğrenciye bilinç vermeye gayret ettim. Bu yaz, masa başına oturacağım ve öğrenciye verdiğim toplam 120 olayın çözümünü kendim yapmaya çalışacağım. Güz dönemi başladığında ise, 2. Sınıf öğrencilerine Borçlar Hukuku, 3. Sınıf öğrencilerine de Ticaret Hukuku çözümlü pratik çalışmalarını dağıtacağım. Bunu yapmak yerine “dinlenmek” belki en akıllıca hareket. Fakat benim bu dünyadaki tek hobim “çocuklarıma haram lokma yedirmek”. Bu zevkten kendimi mahrum edemem.  

2014 yaz planlarım böyle.

2013 yazı da, 2012 yazı da işte hep buna benzer beyhude gayretlerle, boşa kürek çekmelerle geçti. Son iki yaz, yok Ticaret’ti, yok İcra-İflas’tı, yok Roma’ydı, yok Borçlar’dı diyerek çabaladım durdum. Ha bu arada, ben ne çok derse giriyormuşum böyle. Derdim neyse benim? Oysa benim yarım bıraktığım bir doktoram var. Vaktimi, enerjimi “derslere” vermektense, “doktora tezime” verseydim, şimdi çoktan “yar.doç.dr.” olmuştum. Ayrıca benim bir de “ailem” var. İyice yorgunluk safhasına giren tamire muhtaç yıllanmış bir evliliğim, benden habersiz büyümekte olan üç güzel çocuğum var. Dersler bir şekilde yürürdü. Aileme, eşime, çocuklarıma daha çok vakit ayırmak varken, küçük kızımın gözlerine daha çok bakmak varken, nedir bendeki bitmek bilmez bu enayilik nöbeti? Cem'cim neye yaradı sendeki bu delilik? Yıllar, inancını da sildi süpürdü; şimdi kimden "hak" talep edeceksin?

***

Şu an çok üzgünüm. Çok da mutsuzum. Hayatımda hiç bu kadar haksız ithama maruz kalmadım.

Ben bunları ASLA hak etmedim.

Hüseyin Cem ÇÖL
   4 Haziran 2014 – H 309