31 Mart 2013 Pazar

Ben Askerdeyken…




Anadolu erkeği için askerlik “ocağı” kendini ispatlama yeridir. Askerliğini yapmayana kız verilmez, çünkü henüz “erkekliğini ispatlamamış” gözüyle bakılır. İlk gurbettir askerlik, anadan-babadan ayrı geçirilen ilk günlerdir; otoriteyle (=devletle) ciddi anlamda ilk tanışılan, boyun eğmenin, itaat etmenin, güç karşısında ezilmenin ne olduğunun öğrenildiği ilk yerdir. O yüzden Anadolu erkeği biraz çekingen, güç karşısında susan, boyun eğen, isyan etmeyen, kendisine verilene razı olan, adını tam koyalım  “pısırık” bir yapıya sahiptir. Anadolu kadını ise, askerlik yapmadığı için olsa gerek, daha ataktır, daha cevvaldir, daha girişkendir. Erkek, askerde devletin düzeni bozulmasın diye itaat etmesi gerektiğini öğrenir; askerden gelir, evlenir, bu kez de karısına itaat eder, evlilik düzeni bozulmasın diye.  Kim ne derse desin, Anadolu’da evi yöneten kadındır. Erkek, zurnanın son deliğidir.

Askerlik, devlete bağlı olmanın esaslarının belletildiği bir hizaya sokma aracıdır aslında. Erkek belleğinde silinmez izler bırakır, orada geçen her gün. Erkeğin bir ömür boyu askerlik anısını anlatması da bundandır; askerlik günleri silinmemecesine kazınmıştır belleğine çünkü. Hep askerlikten dem vuran erkekleri, kadınların anlamaması kadar doğal bir şey olamaz. Yapmayan elbette bilmez. O travma tezgahından geçmeyen için askerlik anıları, bitmez tükenmez bir laf salatasıdır.

Bir yıl önce tam bugün askerliğimin son günüydü. Çakma bile olsa “teğmenliğimin” son günü. Aslında 8 Mart’ta fiilen askerliğim bitmiş ve Trabzon’a dönmüştüm, fakat resmi olarak askerliğimin bitmesi için Mart ayının bitmesi gerekiyordu. 1 Nisan 2012 Pazar günü kendimi hayli “çıplak” hissettiğimi anımsıyorum. Sanki 40 yıllık askermişim de, rütbelerim sökülmüş gibi tuhaf bir psikoloji sarmıştı her yanımı. Askerliğe çok mu alışmıştım, askerliği çok mu sevmiştim bilmiyorum. Fakülteden mezun olduktan sonra, yüksek lisans-doktora derken, hep büyük bir sorun olarak yaşadı askerlik kafamın içinde. Nihayet askere gitmeye kesin karar verdiğimde 36 yaşındaydım, 15 yıllık evliydim ve 3 çocuk babasıydım. O yüzden korkarak, çekinerek gittim askerliğe. Zaman zaman “askerlik ortamı hiç bana göre değil” dediğim de oldu fakat öyle sanıyorum ruhumun bir yanı askerliği çok sevdi. Her asker gibi ben de “gün saydım”, hatta mahkemedeki bilgisayarda “şafakmetre” bile vardı, askerliğin bitmesine kaç gün, kaç saat, kaç dakika kaldığını her an gösteren… Fakat, şimdi anlıyorum ki, insan ne kadar sızlansa da, şikayet etse de, ah bir bitse dese de, içten içe seviyor da o ortamı. “Stockholm sendromu” denilebilir mi buna bilemem.

Son gün, 8 Mart 2012 Cuma günü, her zamanki gibi sabah saat sekizde mahkemedeydim. Son günüm olduğu için sivil giyinmiştim, hatta son hafta hep sivil giyinmiştim, binbaşının müsamahakâr tavrı nedeniyle. Sabah, her zamanki gibi “toplantı” yapıldı. Bu “toplantı” geleneği hakkında birkaç kelam etmek lazım. Benim görev yaptığım mahkemede, her sabah, muvazzaf subaylar ve benim gibi askerliğini yapmakta olan yedek subaylar, bazen odalardan birinde, eğer hava müsaitse kameriyede toplanır ve yaklaşık bir saat kadar, çaylar, kahveler eşliğinde sohbet ederlerdi, yani “toplantı” dediğim “çaylı sohbet” idi. Bu toplantıları bir yönüyle hiç sevmezdim, çünkü nedense orada asosyalliğim tutardı, pek az konuşurdum, sıkılırdım, bir an önce bitse de dosyaların başına dönsem, iş yapsam derdim içimden. Bir yönüyle ise, bu toplantı geleneğini kurumsal açıdan çok gerekli, çok faydalı ve çok insani bulur; orada olmaktan zevk de alırdım. Bir kurumda birlikte çalışan insanlar arasında, çalışma verimini, hadi bu meseleye kapitalist bir bakıştır deyip çalışma veriminden vazgeçeyim, dayanışma duygusunu, bilgi ve görgü alışverişini, acılara birlikte katlanma, mutlulukları birlikte paylaşma hasletini artırdığı için; bu toplantıları çok da “insani” bulurdum.

O gün toplantıda olağandışı bir durum yaşanmadı, sanırım her zamanki gibi sakin ve sessizdim. Toplantı bitti, herkes odasına dağıldı. Ben de bir köşeye çekildim. Saat onbir gibi artık veda etmenin zamanı gelmişti. Binbaşının odasına girdim. Bir binbaşı misafiri vardı odasında. Anladı veda için geldiğimi. “Hüseyin otur, az bekle” dedi. Boş koltuğa oturdum. Misafiriyle olan konuşması az sürdü ama orada o konuşmanın bitmesini beklerken, ben her şeyin bittiğini, mahkemedeki son günüm olduğunu, bir an denilebilecek bir zaman içinde aniden kavradım ve içime birden hüzün çöküverdi. Nerdeyse ağlayacaktım, iki binbaşı kendi arasında konuşurken. Binbaşıyla vedalaşıp çıktım odasından.  Ve ben tek tek odaları dolaşıp veda etmeye başladım. Nerde ilk koptum hatırlamıyorum ama artık kime sarılsam ağlıyordum. O sırada mahkemeye gelen avukatlarda şaşkınlıkla bana bakıyorlardı. İki kattan ibaret mahkeme binasındaki tüm odaları tek tek dolaştım; ağlamaktan kimseyle doğru dürüst vedalaşamadım bile. Sonra bahçeye çıkıldı. Terhis olan her askere yapıldığı gibi, bir de bahçede son bir veda ve birkaç veda fotoğrafı… Yanımda, beni yolcu edecek olan dostum Fahri ile beraber, yine ağlaya ağlaya uzaklaştım mahkemeden…

Neden bu kadar ağladığımı sonra çok düşündüm. Bunun tek bir izahı vardı: Sevmiştim… Mahkemeyi, askerliği, üniformayı, dosyalarla uğraşmayı, işleyen bir çarkın içinde önemi tartışmalı da olsa bir yer işgal etmeyi, bir dosyanın tekemmül etme sürecini, her birine “abi” dediğimiz komutanları, mahkemedeki sivil memurların canayakınlıklarını, benle aynı kaderi paylaşan yedek subay arkadaşlarımı ve elbette erleri… Acılar, sıkıntılar yok muydu, elbette vardı. Demek ki, tatlısı acısından daha ağır basan bir askerlik yapmıştım. Bu kadar gözyaşının başka izahı olamaz.

Askerlik anıları pehlivan tefrikası gibidir. Ufak bir anı, her yazışta, her anlatışta balon gibi şişirilir, bir türlü bitmek bilmez. Bitmek bilmez ama bir yerde bitirmek de lazım…

Rahat!...

Hüseyin Cem ÇÖL
31 Mart 2013 – Pelitli 

30 Mart 2013 Cumartesi

Cin Ali Hayatı Öğreniyor...



- Nerden çıktı şimdi bu ticari vekil?
- Gece, birden aklıma geldi işte. Hani olur ya çizgi filmlerde, birden lambalar yanar. O misal.
- İyi de bu iş birden lambaların yanmasıyla olacak bir iş mi? İnceden inceye düşünmek, konuşmak, tartışmak lazım değil mi?
- İyi de kimle? 
- Haklısın kimle. Herkes kendi derdinde.
- El almak lazım geldiğini ben de çok iyi biliyorum. Lakin elini uzatan olmayınca, artık bu yaştan sonra el dilenecek değilim ya. Biraz araştırma yaptım. Bu hamurdan ekmek çıkar sanki.  Küçük adımlar ve adamlar gördüm bu yolu genişleten.  
- Sen katkıda bulunabilecek misin peki bu yol büyütme çalışmasına. Sen de küçük bir adamsın nihayetinde.
- Ne olduğumun farkındayım. Say ki, benim yapacağım da karıncanın hacca gitmeye niyetlenmesinden farksız. Elimden geleni yapayım, varsın desinler ki, bu da olmamış, ne gam. Bir kez öldük, bir daha ölürüz; ölmeye teşne değil miyiz? Hem bu kez tadını çıkara çıkara ölürüm hiç değilse?
- Ya vereceğin emek?
- Emek zayi olmaz. Hem başarmak demek, illaki netice almak değildir; çabalamak, gayret etmek, ümitvar olmak, üretirken tebessüm etmek ve tebessüm ettirmek de, az şey midir Allah aşkına?
- Elbette çok şeydir. Ama Cem’cim insanlar zarfa bakarlar, mazrufa değil.
- Zarf, başkalarının değer hükmüdür. Başkalarının değer hükmü beni bağlamaz. Başkalarının bana verdiği etiket değil, benim kendime verdiğim değer önemli. 
- Şimdi ne yapacaksın?
- Şimdi on üç sene önce bu işin nasıl yapılması gerektiğini kendi kendime nasıl öğrenmişsem, aynı yöntemle yeniden yola koyulacağım. Bu yol benim yolum olacak. Bir elimde kazma, bir elimde kürek önden ve yanlardan yolu genişleteceğim.  Genişletmek de yetmez, yolu herkesin kullanabileceği konfora da sokmak lazım. Çukurlar dolmalı, tümsekler törpülenmeli. Üzerinde salına salına, ferah-fahur gezmeye müsait olmalı. Yolda çalışmaktan yorulunca, yol kenarlarındaki çimenlere uzanmayı, gökyüzünün maviliğinde kaybolmayı da ihmal etmeyeceğim bu sefer. Güneş yüzümü yalarken tüm yorgunluğumu almalı ve beni yeniden yolda çalışmak için isteklendirmeli.  
- Madem kararlısın, hadi başla o zaman. Ne kadar erken başlarsan o kadar erken biter.
- Zaman rakibim değil ki. Zamanla yarışmıyorum, bir yarış da yok zaten ortada. Sadece çaba var, sadece gayret.  Aslolan emek, gerisi teferruat. 
- Bunu yaz bir kağıda da, müsait bir yerime asalım.
- Bu yolda beraber miyiz sen onu söyle?
- Elbette. Dört bir yanımla.
- O vakit BİSMİLLAH. 

Hüseyin Cem ÇÖL
30 Mart 2013 – Pelitli

28 Mart 2013 Perşembe

Eski Bir Günden Arta Kalan



“Yaşadığım her anı, günlüğüme yazmak zorunda mıyım? Evet, evi[1] tahtakurusu baskınına uğradığı için, sabahleyin Ahmet[2] ilaçladı. Bu yüzden ev darmadağın. Evet, Tunalı Hilmi’de, Esat, Tahran Caddelerinde, Sharton Otelinde, Karum Ticaret Merkezinde[3] dolaştım bugün. Evet, Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu[4] romanını okuyorum. Feride’nin çılgınlıklarını okuyorum, onu anlamaya çalışıyorum. Evet, Kurtuluş Parkında[5] maç izledim. Kızaran göğü seyrettim. Evet, Hacettepe Üniversitesinin sıcak ve sıvaşık kütüphanesinde[6]yim. Bunları yazmalı mıydım?”
8 Nisan 1996 – ANKARA


[1] Ev, Topraklık’ta, Kazan Sokak’ta, bir yokuşun ortasında, bir apartmanın birinci katında. Televizyonumuz yoktu. 24 Aralık 1995 seçimlerini izleyebilmek için, mühendislikten emekli olan evsahibimizin evine gitmiştik de, ödünç televizyon almıştık, stajer avukat İbrahim’le. Hatay’da, avukat şimdi.
[2] Evdeki iki öğrenci Ahmet’le bendim. Diğerleri hep stajer avukat ya da stajer hakim-savcı idiler. Fakülte bitince, Ahmet de, hakim-savcı sınavını kazandı. Trabzon Vakfıkebirli idi. Stajını yaptı, ilk atandığı yer Adana Düziçi Cumhuriyet Savcılığı idi. Erzincan’a ataması yapıldı ikinci kez. Erzincan’a arabasıyla giderken kaza yaptı, vefat etti. 1999 yılında. Evliydi, bir de kızı vardı. Allah rahmet eylesin.  
[3] Ankara’nın öte yanı beni hiç sarmamıştır. Pek az gezerdim Çankaya’nın görece zengin muhitlerini. O gün nasılsa yolum o tarafa düşmüş.  
[4] 8-9-10 Nisan 1996’da okumuştum Çalıkuşu’nu. Adeta dünya dışı bir yolculuğa çıkmıştım bu romanı okurken. Çok kitabın içine girdim, çok kitabın içinde yaşadım ama Çalıkuşu kadar beni dünyadan her zerremle koparıp alanı pek azdır.
[5] Kurtuluş Parkı; ev, fakülte ve Kızılay üçgeninin tam ortasında. Çok giderdim, çok severdim. Orada halı sahada maç yapanları izlemek de ayrı bir keyifti. Hava hep serin olurdu, hele akşamüzeri ise salınan ağaç dalları arasında gökyüzü hep maviyle kırmızının dansına başlardı.  
[6] Hacettepe Üniversitesinin kütüphanesi, “ineklerce” pek makbul bulunan bir mekandı. Özellikle sınav dönemlerinde, tıpçıdan çok hukukçuya rastlanırdı. Ve çok sıcaktı, çok çok sıcaktı. Hep sıcak bir yer olarak aklımda kalacak o kütüphane. 

Hüseyin Cem ÇÖL
28 Mart 2013 - H 309 

27 Mart 2013 Çarşamba

Hayat Devam Ediyor...



"Aşk, başka ne olsundu, hayatın mazereti..."
İsmet ÖZEL

Bazen iyi, bazen az iyi, bazen berbat, bazen kötü, bazen kötüden daha kötü, bazen az kötü, bazen fevkalade, bazen fevkaladenin de fevkinde, bazen ancak bu kadar güzel olabilir, bazen daha iyisi olabilirdi, bazen eh artık buna da şükür, bazen işte budur dedirtecek kadar her şey muazzam, bazen hiç olmadı bu şimdi, bazen olduğu kadar, bazen olanda hayır vardır eh ne yapalım, bazen gelecek sefere inşallah, bazen daha ne olsun, bazen içgüveysinden hallice, bazen neden ben, bazen iyi ki ben…

Sen ders anlatırken havalanmakta olan bir uçağın görüntüsü pencerenin birinden girer, diğerinden çıkar; işte o an bazenler silinir aklından, kaybolur, önemsizleşir…

Hayatın akmakta olduğu gerçeği, tüm siliklikleri, tüm acabaları, tüm kuşkuları, tüm belirsizlikleri siler süpürür.

Her zaman…

Hüseyin Cem ÇÖL
27 Mart 2013 – Pelitli 

Mim Kemal Öke Nerede?



Gece dersine daha dinç gireyim düşüncesiyle, akşamüzeri altı gibi, kanepeye uzanıp biraz kestirmiştim. Bir uyandım aklımda Mim Kemal Öke. Allah Allah! Nedir bu şimdi? Yıllar var ki, kendisini ekranda görmemişim. Demek ki, beden ve zihin gevşeyince, ne alaka denilebilecek her ne varsa hepsi birdenbire akla üşüşüyor.

Mim Kemal Öke, ilkgençliğimin o bol kitaplı, içine kapanık ama kendi içinde hayli zengin dünyasının saygıdeğer, lafı dinlenir, sözüne itibar edilir bir idolüydü. Kendisini dinlemekten, televizyonda seyretmekten, gazetede yazılarını okumaktan zevk alırdım.  Tarihçiydi Mim Kemal Öke. Ki ben, ilkgençliğimde tarihi ne çok severdim. Evde babamın kitaplığında tarih kitaplarının hatırı sayılır derecede çok olması, bu kitapların sayfalarını karıştırmaktan tarifsiz bir zevk alışım, ablamın tarih okuması, tarih öğretmenlerimin tarihe olan ilgimi her daim teşvik etmeleri, hepsi, bendeki tarih merakının ve sevgisinin artmasına sebep olmuştu. Bu merak ve sevginin, televizyondaki ve gazetedeki uzantısı ise Mim Kemal Öke idi. Say ki günümüzün İlber Ortaylı’sı.

Mim Kemal Öke deyince hafızama düşen ilk ışık; tok sesli, kalın bıyıklı ve epey seyrek saçlı bir görüntü. Sonra bu görüntü değişti: Mim Kemal Öke kendisinden beklemediğim bir iş yaptı, saç ektirdi, evet saç ektirdi. Seyrek saç gitti yerini gür saça bıraktı; bıyıklar da kesildi. Kendini tarihe vermiş bilim adamı tipi yerini, nerdeyse Yeşilçam jönlerine taş çıkartacak yakışıklı bir televizyon yıldızına bıraktı. Bir tek tok ses baki kaldı eski Mim Kemal Öke’den. Sesden gayrı her şey silindi gitti. “Haydi Bastır” diye bir yarışma programı bile sunduğunu bile hatırlıyorum, o bir zamanların ağırbaşlı tarihçisinin.         

O vakitler çok yadırgamıştım, sade ben değil bildiğim herkes bu değişimi yadırgamıştı. Şimdi elbette böyle düşünmüyorum; insan kendisine sunulan bu kısa ömrü en mutlu nasıl ve hangi biçimde geçireceğini düşünüyorsa, düşündüğünü başkalarının ne dediğine bakmaksızın yapmalı, yapabilmeli. Mim Kemal Öke’de kendisi için en uygun olanı yaptı, görünümünü değiştirdi, elbette bilgisi, birikimi yine aynı kaldı ama nedense görünümü değiştikten sonra “tarihçi” sıfatıyla pek az ekranlara çıktı.

Bir süre sonra ise…

Hepten ortadan kayboldu…

Epey var ki, onun izine rastlamıyorum; ne ekranlarda, ne gazetelerde… Kitapçı raflarında yeni bir kitabına da tesadüf etmiş değilim; eski kitaplarına da. Ankara’daki kadar kitapçı kitapçı gezebilme imkanım yok Trabzon’da ama yine de ender kitapçı gezilerimde hiç rastlamıyorum Öke’ye. Oysa Musul petrolleri üzerine yazdığı kitap, bir dönem ne çok ses getirmişti.


Akşam bir saat kadar uyuduktan sonra saat yedi gibi uyandım, uyku sersemliği içinde birden zihnime Mim Kemal Öke düşüverdi, uyku sersemliği geçmeden alelacele toparlanıp sınıfa gittim, ders anlattım, odama döndüm ve bu yazıyı yazdım.

Şimdi ilk işim, bu yazıyı bloga ekledikten hemen sonra, nette Mim Kemal Öke’yi aramak olacak.

Bakalım, bulabilecek miyim?

Hüseyin Cem ÇÖL
27 Mart 2013 – H 309 

26 Mart 2013 Salı

Milli Duyguya Bir Örnek Verin...



Sis'ler içindeki 
vadi yazılarından 
nasılsa nette kalabilmiş bir numune...

Geçen hafta bir yemek parasına birkaç düzine kitap satın almıştım Cebeci’deki bir sahaftan. Satın aldığım kitapların birkaçını da okumuştum.

Bugün akşamüzeri, işte bu “sadece bir” simit parasına denk düşen kitaplardan birini elime aldım okumak için. Abdullah Demir’in “Al Gülün Dikeni” isimli kitabıydı bu. Fıkralarla süslenmiş bir otobiyografi kitabı. Yazar Abdullah Demir bir mimar. Üslubu sıcak, samimi ve tatlı. Bir kez okunduktan sonra, bir kez daha okumayı istetecek bir kitap. Fıkralarla anlatılanların ilgisini kurmakta hayli güçlük çektim. Fakat, öyle bile olsa, araya serpiştirilen fıkralar, anlatımı daha bir güzelleştirmiş, bu kesin.

Kitabı henüz bitirmiş değilim. Hatta yarılamadım bile. Aslında kitap bittikten sonra bu tür yazıları yazarım ama bugün bir sebepten dolayı dayanamayıp kuralı bozdum. Çünkü kitapta yazarın, beni epeyce güldüren, hatta kahkaha attıran bir anısını okudum. Bu hoş anıyı da paylaşmak istedim.

1929 doğumlu yazar ilkokul öğrencisi olduğu dönemden bir anısını anlatıyor:

Yıl 1939. (…) Yurt bilgisi dersi o yıl okutuldu. Sınıfta milli duygu konusunu işliyorduk. Öğretmenim Hilmi Ercan, milli duyguyu; “Milletçe ağlanan, Milletçe sevilen şeydir” diye tarif etti.

“Hatay’ın Anavatan’a kavuşmasına milletçe sevindik, Ulu Önder Atatürk’ün Ölümüne milletçe ağladık.” diye örnek verdi.

Sınıfın göze batan öğrencisi olduğum için bir örnekte benden istedi: “Pazar günü bağda çalışan ırgatlarımıza azık götürürken, eşek ürktü düştüm, kafam yarıldı, ağladım” dedim.

“Milli duygu bunun neresinde?” dedi ve dayağı yedim. Sınıf ikincisi Ahmet’e, “şimdi de sen bir örnek ver” dedi.

“Cuma günü kurulan pazardan babam irişkik (sucuk) almış. Anam da onu çömleğe koyarak duvara asmış, boyum yetmedi, bir sopa ile çömleği düşürdüm. Çömlek kafamı yardı, ağladım” dedi.

Öğretmen Ahmet’i daha kötü dövdü.

(Abdullah Demir – “Al Gülün Dikeni”, Otobiyografi, Ankara, 1994, s. 12-13.)

Hüseyin Cem ÇÖL
2006 ? - ANKARA 

23 Mart 2013 Cumartesi

Yurtta Sulh Olsun...



Vefatının 40. yılında
SEVGİ, SAYGI, ŞÜKRAN
ve RAHMETLE...
Allah birdir Peygamber Hak
Rabbül alemindir mutlak
Senlik benlik nedir bırak
Söyleyim geldi sırası

Kürt'ü Türk'ü ve Çerkes'i
Hep Adem'in oğlu kızı
Beraberce şehit gazi
Yanlış var mı ve neresi?

Kuran'a bak İncil'e bak
Dört kitabın dördü de Hak
Hakir görüp ırk ayırmak
Hakikatte yüz karası

Binbir ismin birinden tut
Senlik benlik nedir sil at
Tuttuğun yola doğru git
Yoldan çıkıp olma asi

Yezit nedir, ne kızılbaş
Değil miyiz hep bir kardaş
Bizi yakar bizim ateş
Söndürmektir tek çaresi

Kimi ne çeker dilinden
Hem belinden hem elinden
Hayır ve şer emelinden
Hakikat bunun burası

Şu alemi yaratan bir
Odur külli şeye kadir
Alevi Sünnilik nedir
Menfaattir varvarası

Cümle canlı hep topraktan
Var olmuşuz emir Haktan
Rahmet dile sen Allah'tan
Tükenmez rahmet deryası

Veysel sapma sağa sola
Sen Allah'tan birlik dile
İkilikten gelir bela
Dava insanlık davası

AŞIK VEYSEL

20 Mart 2013 Çarşamba

19 Mart 2013 Salı

“Une Femme est Une Femme” : Elbette Öyledir



Öyle olan ne? İzah edeyim.

“Une Femme est Une Femme”, yani “Kadın Kadındır”, Fransız yönetmen Godard imzalı 61 yapımı bir film. İki erkek ve bir kadın arasındaki aşk üçgeni denebilir mi bu filme? Belki. Fakat, asıl mevzu aşk da değil gibi, kadın-erkek ilişkileri de değil, asıl mevzu kadının ne istediği.

Sinemadan da, kadınlardan da pek anlamam. Bu filmden kendimce bazı çıkarımlarım elbette oldu ama ne kadar doğru verilere ulaştığım tartışılır. Anladığım kadarıyla şunu diyor bu film: Kadınlar, her ne kadar aşk için yaşıyorlarmış gibi yapsalar da, aslında asıl gayeleri ne aşk, ne de erkek. Aşk sadece işin süsü, erkek ise basit bir araç. Amaçsa, sadece ve sadece anne olmak, yani çocuk doğurmak. Tek başına anne olunamayacağı için, mutlaka bu iş için bir erkek gerektiği için, tek düşünceleri “bir” erkeği sepetlemek. “Aşk” ise erkeğin gözünü boyamak, onu elde etmek için kullanılan bir tuzak. Erkek, bu oyunun müzmin salağı rolünde her daim. Sanıyor ki bana tapan bir kadın var. Varsın öyle sansın. Aldanmak da güzeldir.

Aslında “Kadın Kadındır” filmi, bu haliyle geleneksel kadın-modern kadın ayrımını da reddediyor; modern kadın yoktur, sadece kadın vardır ve kadın her yerde, her konumda aynı kadındır.

***

Ne keyifsiz bir gündü bu Pazartesi. Şükür ki bitti.

Hüseyin Cem ÇÖL
19 Mart 2013 – Pelitli 

17 Mart 2013 Pazar

Türkiye’de Hukuk Fakültelerinin Sayısal Görünümü




92'de sınava girdiğimde sayıları sadece 8 idi: Ankara, İstanbul, Marmara, 9 Eylül, Gazi, Selçuk, Dicle ve  Erzincan.

Şimdi 69 olmuşuz. 6'sı da kapıda bekliyor.

Hayır, ne münasebet şikayetçi değilim. Elbette sayıları artacaktı, artması lazım gelirdi, belki bu kadar hızlı değil ama yine de yerinde saymayacaktı. Hayatın olağan hızına tamamen uyan bir durum. Sürpriz yok. Aksi olsa şaşmak lazım gelirdi.

Daha çok laf kaldırır bu tablo, lakin ben şimdilik kısa keseyim.

Hüseyin Cem ÇÖL
17 Mart 2013 - H 309

16 Mart 2013 Cumartesi

O Değil De Galatasaray'ın İşi Hakkaten Zor...



Aşağıdaki uyarıları ödev hazırlamakta olan KTÜ Hukuk Fakültesi I., II. ve III. sınıf öğrencilerinin dikkatine sunarım :   

1- Ödevi yapmış olmak için yapın. Ödev, sadece dersten geçmenizi kolaylaştıracak küçük bir engeldir. Ödev konunuzun, aldığınız dersin cüzi bir parçası olduğunu, parçayı öğrenmenin bütünü algılamanızı kolaylaştıracağını ve bütünü algılamak için içinizde arzu doğurmasının hedeflendiğini asla akla getirmeyin. Hatta o parçayı da öğrenmeye kalkmayın, sadece ödevi yapın yeter.

2-  Yazı stilini baştan sona italik yapın. Böylece size ödev verenin ödevinizi okumaya çabalarken kağıtlara yan bakmaktan boynu tutulsun ve bir daha size ödev falan vermesin.

3- Görsel malzemeleri öyle yoğun kullanın ki, bilgiler arada karınca misali kaybolsun. Hatta görselleri yazıların üstüne bindirin, ödevinizi incelerken kendimi görsellerin arasında yazıları bulmaya çabalayan bir kaşif gibi hissedeyim, bulunca da mutluluktan ağzım tavan yapsın.

4- Mümkünse ödev konunuzla hiç ilgisi olmayan görseller kullanın, böylece beni “bu görselle yazı arasında nasıl bir ilgi kurdu bu öğrenci acaba?” diye düşündürüp, ödevinizle baş başayken beyin fırtınası yapmama fırsat verin.

5- İsterseniz görsel malzemeleri hiç kullanmayın. Ödeviniz soğuk, tatsız, dümdüz olsun. Haklısınız, hukuk ödevinde görsel mi olurmuş? İcat çıkarmayın…

6- Tablo ve şemalar, bilgilerin öz’ünü aktarır. Siz öz’de değil, söz’de bir ödev hazırlayın.

7-  İstatistik, yalanı sayılara söyletme bilimidir. Yalanla işiniz olmasın. Ödevinizle ilgili olsa bile istatistiklere başvurmayın.

8- Hukuk, sadece kurallardan ibarettir. Hayat, hukukun konusu olamaz. Hukukun amacı da hayatta yaşanan ihtilaflara çözüm bulmak, böylece hayatı daha yaşanılır kılmak değildir. Siz de zaten hayatın içinde yaşanan ihtilafları anlamak, algılamak ve çözmek için hukuk eğitimi almamaktasınız. Gazete haberleri, yaşanılan hayatı ve olayları aktarır. Gazete haberlerini ödev kaynağı yapmayın. Ödevinizi hazırlarken ne olur hayatla ilginizi kesin.   

9- Ödev tesliminin son gününün 29 Mart oluşuna aldırmayın. Bahar geldi, ödev de neymiş. gezin, dolaşın, eğlenin. Trabzon’da havalar, maşallah diyelim, son günlerde öyle yumuşak ki. “İş bekler, keyif beklemez” der Doğan Hızlan. Ödevinizi vaktinde vermeyin. Vaktinde ödevini veren de ölüyor, vermeyen de. Rahat olun. Sıkıntı yapmayın.

10-  Ödevini geç teslim etmeyi kafasına koyanlar, gece yatmadan önce çok esaslı üç gerekçe düşünsün, abdest alıp iki rekat namaz kıldıktan sonra üç gerekçenin hangisiyle benim karşıma çıkacağının daha hayırlı olacağını rüyasında görmek üzere istihareye yatsın. Allah kolaylık versin. Ayrıca akıl, hem de fikir.

11-  Ödev, bir yönüyle can sıkıntısıdır, eziyettir; bir yönüyle ise kendi çapında başarı, mutluluk ve neşe sebebidir. Bir şey öğrenmek insanı başkalaştırır, mutlu eder; ama her öğrenme çaba da gerektirir. Çaba, sıkıntısız olmaz. Sıkıntı çekilerek başarıya, mutluluğa ulaşılır. Hayat da böyledir canlar.“Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır” der Üstad Karakoç bir şiirinde. “Bazen neşe, bazen keder, hayat böyle geçip gider” der Sezen Aksu güzelim şarkılarının birinde. Siz neşe kısmını boşverin; zamanında yapmayarak, gereği gibi yapmayarak, suçu başkalarına, fakülteye, hocalara, sisteme, devlete, size yüz vermeyen sevgilinize atarak; ödev denilen aslında küçücük bir işi, dev bir sıkıntı böceğine dönüştürün. Başaracağınızdan eminim.

Son bir hatırlatma : An itibariyle  ödev tesliminin bitimine 13 gün 8 saat 26 dakika 24 saniye kaldı…

E hadi…

Hüseyin Cem ÇÖL
16 Mart 2013 – Pelitli 

"Yargıtay Bozma İlamı Doğrultusunda Düzenlettirilecek Raporun..."



Yerel mahkemenin ara kararı aynen şöyle :

"Dosyanın ... hukukundan anlar bir bilirkişiye tevdii sağlanarak Yargıtay bozma ilamı doğrultusunda düzenlettirilecek raporun mahkememize gönderilmesinin istenilmesine..."

Ne demeli bu karara şimdi? Bilirkişinin serbest iradesini tamamen rafa kaldıran bir talep bu. Yargıtay'ın bozma ilamı "doğrultusunda" olacak rapor, yani kararın dışında bir kanaate varılsa bile, o doğrultudan şaşılmayacak. Bu, Yargıtay'ın kararını ufak cümle değişiklikleriyle yeniden yazmak demek.

Bilirkişi değil, noter sanki.

Hüseyin Cem ÇÖL
16 Mart 2013 - Pelitli

14 Mart 2013 Perşembe

İlhan Arsel ile Server Tanilli Arasındaki Önemli Fark



İlhan Arsel 2010’da öldü; Server Tanilli ise 2011’de… İkisi de -en azından bir kesimce- değeri tartışılmaz  bilim adamları idiler. Özellikle “İslam dini” üzerine yazdıkları kitaplar çok ses getirdi, çok okundu, çok tartışıldı.

Ben ikisini de sadece ismen bilirdim; isimleri ve eserleri üzerine kopan tartışmaları ikinci elden takip ederdim fakat hayattalarken her ikisinin de eserlerini de okumuş değildim.

İlhan Arsel’in “Biz Profesörler” isimli kitabına, 2011’in son aylarında, Kars’ta, kelepir kitap zaten küçük bir dükkanda, hani bir taraftaki raflarda kitaplar dizili olan, diğer tarafta ise müzik aletleri satan, hafiften müzik stüdyosunu da andıran o küçücük dükkanda rastlamış ve hemen satın almıştım. Sarıkamış’ın soğuk ve karlı akşamlarında, Orduevi’nde, misafirhanede, Mahkeme’de, fırsat bulduğum her yerde, azar azar okuyarak hatmetmiştim.

Edindiğim intiba iki yönlü idi : Birincisi, Arsel’in bir bilim adamına yakışmayacak agresif, polemikçi, hatta yer yer militan bir dili, üslubu, tavrı hakimdi eserine. Bu gergin tavır; savunulan görüşlerin sanki bir anlık kızgınlıkla, akademik titizliğe aykırı olarak yani pek de ince elenip sık dokunmadan kitaba aktarıldığını akla getiriyordu. Aynı görüşleri sık sık ve sayfalar dolusu tekrarlaması da, savunduklarına kendisini bile tam ikna edememiş bir yazar portresini ele veriyordu. Arsel’i “öfkeli” ve bu nedenle “sağlıksız” bir yazar olarak algıladım.    

İkincisi ise işin başka bir yönü. Türkiye’de hep eğitimin daha kötüye gittiğine dönük bir eğitim klişesi hakimdir. Acaba öyle midir? Eğitim kalitesi önceleri, yani bizler eğitim almadan önceki o muhayyel dönemde iyiydi de, sonra mı bozuldu? Biz mi, her şeyin kötüye evrildiği o talihsiz döneme rast geldik? Ben hiçbir zaman bu kanaatte olmadım. Türkiye’de hiçbir zaman ve hiçbir alanda iyi bir eğitim dönemi olmadı ki, her şey kötüye gidebilsin? Hatta tam aksini savunmak daha doğru. Her şey kötüye gitmiyor, belki çok yavaş ama, karınca adımlarıyla da olsa, her şey iyiye gidiyor. Arsel’in kitabı, o her şeyin çok iyi olduğu düşünülen dönemlerde de, Türkiye’nin en köklü hukuk eğitiminin verildiği düşünülen mekanında, AÜHF’de, aslında profesörler arasında çapsızlığın, intihalin, cesaretsizliğin, öğrenciyi müşteri gören zihniyetin hakim olduğunu; hülasa, eğitimde ve hassaten hukuk eğitiminde hiçbir vakit bir asrı saadet dönemi yaşanmadığını apaçık ortaya koyuyordu.

Server Tanilli’ye gelelim.

Hep okumak istedim Tanilli’yi. Bilhassa Uygarlık Tarihi’ni. Nihayet, kendimi Tanilli okumaya hazır hissedince, geçen ay üç kitabını sipariş verdim netten: “İslam Çağımıza Yanıt Verebilir mi?”, “Uygarlık Tarihi” ve “Din ve Politika”.

İsmi çekti galiba. İlk elime aldığım “Uygarlık Tarihi” değil, “İslam Çağımıza Yanıt Verebilir mi?” oldu. Kaç gün oldu başlayalı yarılamış değilim henüz. Her gün azar azar sindire sindire okuyorum, okumaktayım. Bir şeyler, üstelik esaslı bir şeyler değişmekte farkındayım. Hatta bir vakit, dikkat edin, bu, okuduğum kitabı ne kadar önemsediğimi gösterir, kendime “dur be birader, bir es ver, başka ve zıt kitaplarla zihnine doluşanları ölç bakalım” diyecek noktaya geldim. Es de verdim. Tanilli’yi bir kenara bırakıp, araya iki kitap sokuşturdum.  Biri, bir ilahiyat profesörünün yazdığı siyer kitabı: “Alemlere Rahmet Hz.Muhammed” (Prof.Dr.Hüseyin ALGÜL, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları). İkincisi, daha çok avama yönelik bir eser. Ciddiyeti yok ama benim açımdan çok zengin ayrıntılar içeriyor, halkın bildiği, algıladığı ve yaşadığı İslam’ın en saf özü burada çünkü. Fevkalade ciddiyetsiz bu eseri, sırf bu nedenle çok ciddiyetle okuyorum: “Saadet Devri 6 : Kavuşma” (Ahmet Lütfü Kazancı, Tuğra Neşriyat).  Bu iki kitabı da yarılamış durumdayım. Yer yer Nasrettin Hoca gibi “bunların hepsi kendince, kendi bakış açılarından haklı” dediğim oluyor ama daha çok kendimi Tanilli’nin az bile yazmış olduğunu tasdiklerken buluyorum. Bilhassa kendimi, Kazancı’nın kitabındaki pek çok ayrıntıyı Tanillivari yorumlarken yakaladığımda, geri dönülmez bir noktaya ulaştığımı hissediyorum.

***

Cem’cim, bu gidiş nereyedir?
El-cevap: Aklımın götürdüğü yere.

Cem’cim, aklının götürdüğü yer, sana aklını verenin istediği yer midir?
El-cevap: Aklımı bana veren, aklımın götürdüğü yere gitmem için bana baştan müsaade etmiş demektir. Ben, sadece aklımı kullanmakla mükellefim. Gittiğim yol, benim icadımdır. Vardığım menzil de, daha önce kimsenin varmadığıdır, bana özgüdür, benim içindir. Öğretmen yol açar, o yolda yürümek için imkan hazırlar; ama yürüyecek olan, yürürken engellerle mücadele edecek olan ve hedefe varacak olan benim. Menzilin “belirli”, “herkes için aynı” ve “ulaşılması zorunlu” olduğunu kabul etmek; öğretmeni de öğrenciyi de robotlaştırır; ders de heyecansız, sıkıcı, hep bilinenleri tekrarlayıcı, ufuksuz, yeniye, farklıya ve değişime kapalı olur; sınav ise irade ve akıl rafa kalkacağı için anlamsızlaşır; anlamsız bir sınavın sonunda verilecek ödül de ceza da gülünçtür.  

***

Fark demiştim başlığa, onu yazacaktım, araya iç diyaloglar girdi. Evet Arsel agresif, polemikçi, hatta magazinel bir yazar. Başka görüşlere ve görüş sahiplerine yer yer hakaretamiz yaklaştığı için de, bir bilim adamının olmazsa olmazı olan objektiflik özelliği pürüzlü. Tanilli daha sakin. Bilim adamı sakin olmalı zaten. Görüşlerini en ateşli dille savunurken de sakin olmalı. Agresif bir dil, kanımca, yüksek perdeden bağırarak görüşlerini kabul ettireceklerini sananlara özgü bir çaresizlik hâli. Bundan başka Tanilli’nin, karşı tarafın görüşlerini de anlamak ve bu görüşleri hakaretamiz bir dil kullanmadan yargılamak gibi bir özelliği de var. Ve benim en hoşuma giden üçüncü özelliği: Tanilli’de, bilimsel eserlerde görülen kuru, takır-tukur, soğuk bir dil yok; aksine ancak erbabının anlayacağı ince bir üslup gizli. Bu üslup aynı zamanda görüşlerini okurun zihninde kabul görmesi için önemli bir araç da. Ben bu üslubu çözdüm sanırım. Tanilli’yi okurken, hızla akan bir ırmakta sessiz ama belli bir ritimle yoluna devam eden bir kayığın içinde gibisiniz. Kayık sessizce ilerliyor gibi ama içerde fırtınalar kopuyor. Bu fırtınalar o kadar şiddetli ki, Tanilli, bir fırtınadan başka fırtınaya geçmek için arada bir es veriyor. Tek cümlelik paragraflar bunlar. Genelde de soru cümlecikleri. Bazen de ünlem! Bu es’ler, iki fırtına arasında hem bir dinlenme sığınağı, hem de sonraki fırtınaya okuru zihnen hazırlama mekanı işlevi görüyor. Ara öğün gibi. Öncekilerin sindirilmesini sağlayan, sonrakiler için de yol açan.

Fark demiştim. Birkaç fark yazdım. Özü şu aslında yazdıklarımın: Arsel, kalıcı olamayacak, yazdıkları zamanla önemini kaybedecek, bir dönemin popüler eserleri kategorisine sokulup magazinel düzeyle ele alınacak; oysa Server Tanilli’nin eserleri yaşayacak, var olacak.

Bu bahse dair yazacaklarım bitmedi. Yol bitmedi çünkü. Yolculuk sürüyor.

Hüseyin Cem ÇÖL
14 Mart 2013 – Pelitli

13 Mart 2013 Çarşamba

Off The Record



Varsayalım ki, 
bu yazıyı ben yazmadım, 
siz de okumadınız…

İnsanın kendisini tanıması zordur ama tanıdığım kadarıyla söyleyeyim, sakin biriyimdir. Kolayına birine kızmam, kızmışsam gerçekten son noktaya gelmişimdir, yani muhatabım hak etmiştir de kızmışımdır. İçimde kin de beslemem, gençken çevremde kin beslediğim birileri olurdu, zamanla bu terbiyeden geçtim sanırım, artık kin de tutmuyorum. Kin, sinede bir yüktür, geç de olsa öğrendim.

Lakin… (Laf aramızda bu lakin kelimesi de bana fena halde Süleyman’la Hürrem’i çağrıştırıyor, lakin lafımızın onlarla bir ilgisi yok, geçelim)…

Evet, lakin…

Hani oluyor bazen Dr. Jekyll kimliğinden aniden sıyrılıyorum ve hiç tanımadığım Mr. Hyde benliğimi ele geçiriyor…

İşte o vakit, yıllardır edebiyatın, türkülerin hasıyla özene bezene yoğurduğum kalbim, usta bir işkencecinin göğsündeki sert bir kayaya dönüşüyor.

Ne vakit mi?

Mesela ben tam kendimi kaptırmış dersimi anlatırken, birileri kendi arasında konuştuğu vakit… İşte o vakit Külyutmaz gibi sıraların üstünde seke seke uçarak, derste konuşan öğrencinin suratında Salvador Dali’yi kıskandıracak modern desenler icra etmek ve şemailinde asla eski haline irca olunamayacak tebdilatta bulunmak istiyorum. Akabinde sol cebimden çıkardığım çengelli iğnenin ucunu öğrencinin önce alt dudağından, sonra da üst dudağından geçirmek istiyorum. Öğrencinin feryad-ü figanına bigane kalarak, var gücümle çengelli iğneyi tutturmak, öğrencinin inlemesine Erol Taş kahkahasıyla karşılık vermek istiyorum. O dudaktan çıkabilecek inlemelerin önünü almak için, bu kez sağ cebimden çıkardığım koli bantıyla, sadece ağzını değil, bütün yüzünü bantlamak istiyorum.  

Mesela ben tam kendimi kaptırmış dersimi anlatırken, birilerinin hiç sakınmaksızın sakız çiğnediklerini gördüğüm vakit… Bu kez Külyutmaz gibi sekerek değil, Süperman gibi uçarak öğrencinin burnunun dibinde bitmek, ağzındaki sakız korkudan erim erim eriyene kadar suratının tüm milimetresini budaklı meşe odunuyla okşamak istiyorum. Bundan kelli asla derste sakın çiğnemeyeceğini dil ile ikrar, kalp ile tasdik edinceye kadar; cebindeki yedek sakızları tek tek çıkarıp ağzımda şişirmek ve öğrencinin suratında patlatmak istiyorum.

Tamam sakinim, geçti, yok bişey.

Hüseyin Cem ÇÖL
13 Mart 2013 – H 309 

Üç


Başbakan üç’le başladı malum; sonra dörde çıkardı, bildiğim kadarıyla en son beş’te kapadı. İlerde ne olur bilinmez. Ben bunları tek eş için söylemiştim de diyebilir; o vakit bu rakamları ikiyle, üçle hatta dörtle çarpmak lazım.


Ben şahsen bizzat kendim üç’te bıraktım. Üç bile bu devirde ne kadar zor, erbabı bilir. Eş dersen biz mezara kadar tek’ten şaşmayız. Zaten ikiyle, üçle, dörtle uğraşacak ne hâl var ben de, ne de imkan. Dertsiz başıma dert alacak da değilim. Aklımı peynir ekmekle yemedim.

Başbakanı severim, evveliyatını da az çok bilirim, ta belediye başkanı olmadan öncesini… On yıldır cansiperane gayret sarf ettiğini görüyor ve kendisini yürekten takdir ediyorum. Ben zaten tüm başbakanları severim. O koltuğa oturan herkes hangi siyasi görüşten olursa olsun, şüphesiz bu vatanın nitelikli bir evladıdır. Başbakan da elhak öyledir. Şüphesiz üç, dört, beş derken milletin iyiliği için söylüyor. Yaşlanan Avrupa ortada. Yaşlı bir milletin yaşama tutkusunun azaldığı malum. Yaşama tutkusu olmamak, üretmemek demek, yaşarken ölmek demek. Onların düştüğü duruma düşmeyelim diyor. Haklı. Ama bir yandan da ülkenin eğitim seviyesi yükseliyor. Üniversite adedinin artmasıyla nerdeyse her genç, üniversite öğrencisi olma imkanını elde etti. Bu hız devam ederse evlenme yaşı 30’lara vuracak. Çünkü kimse ayağını sağlam kazığa bağlamadan parmağına yüzüğü takmayacak, takamayacak. Eğitimli nüfus arttıkça her alanda arz açığı talep patlaması yaşanması muhtemel değil mutlak. E bu durumun geç evlenmeye ve az çocuk sahibi olmaya sebep olacağı da muhakkak. Evlenememe ihtimalini hiç zikretmiyorum bile. Hele eğitimli kadınların artması nüfus hızını daha da düşürecek. Dördü, beşi bir yana bırakın üç de hayal olacak; ikiye bile varmadan bir’de stop lambasını yakan çok olacak.  Bir bile, bin çeşit acaba’dan sonra dünyaya merhaba diyecek.

Dede olma meraklısı değilim ama çok erken evlenmiş olmama rağmen sanırım benim dedeliği tatmam ancak 50’lerimde mümkün.

Geçen gün eşim “sen çok iyi dede olursun” demişti de, gecenin bu vaktinde ne yazsam diye düşünürken aklıma geliverdi. Ben de yazdım işte.

Dede ha. Ben. Hay Allah!

Hüseyin Cem ÇÖL
13 Mart 2013 – Pelitli 

12 Mart 2013 Salı

Ajans Press


"En sıkıcı birinci gazete, ikincisi TTSG" diye basmakalıp ifadelerle derslerde geçiştiriyorum ama kendisine hukukçu diyen bir kimsenin sıkıcılığına bakmayıp her gün düzenli olarak takip etmesi gereken bir gazete Resmi Gazete.

Fakat ben hukukçu olmadığımın, olamadığımın bir kanıtı olarak, maalesef, Resmi Gazete'yi her gün takip edemiyorum. Bu alışkanlığı bir türlü edinemedim. Bundan sonra da biraz zor. Malumunuz, yerleşmiş huyları terk etmek ne kadar zorsa, yerleşmemiş huyları edinmek de bir o kadar imkansız.

Bu eksiğimi kapatmanın fevkalade bir yolunu buldum ama. Demokrasilerde çareler tükenmez.

Resmi Gazete'yi düzenli olarak takip eden bir "hukukçu" tanıyorum. O Resmi Gazete'yi her gün takip ediyor, işe yarar düzenlemelerin linkini veriyor, ben de O'nu twitter'dan takip ediyorum. Hani nerdeyse bu hukukçu bana özel "ajans press"lik yapıyor, ki kendisi olan bitenin farkında bile değil. Bense çok memnunum O'ndan. İşime çok yaradığı, beni RG'yi takip etmek zorluğundan kurtardığı için, yazdığı diğer tavuk suyuna çorba özündeki tırıvırı tweetlere katlanmak zorunda kalıyorum.

Gülü seven dikenine katlanır.

Hüseyin Cem ÇÖL
12 Mart 2013 - Pelitli

10 Mart 2013 Pazar

En Az Bir Paragraf Yazmak Zorunludur


"öğrencilere sert bi imaj vermeye çalısıyosunuz ama 
içinizde pamuk kadar yumusak bir insan yatıyor hocam 
Allah yolunuzu açık etsin"

2011-2012 Bahar Dönemi İşletme Bölümü 
Ticaret Hukuku dersi öğrencisi 


Birinci sınıfın notları ana binada tuvalete giderken soldaki duvara; ikinci sınıfın notları yeni binanın ön yüzündeki cama bir uçtan diğer uca; üçüncü sınıfın notları yine ana binada yemekhane ile 1/C arasında kalan duvardaki cam bölmelere, heykelin arkasına, girişin tam karşısına; dördüncü sınıfın notları ise ana binanın dış duvarındaki camlı bölmelere, altı sütunun arkasına asılırdı. Notlar elyazısıyla yazıldığı için çok iyi okunmazdı. Bazen de hiç okunmazdı. Mesela cam bölmenin ortasındaki tahta bölüm tam da senin notunun üzerine denk gelmişse öldür allah notunu öğrenemezdin. Cam bölmeyi parçalayasın gelirdi.

Allahım, o ne heyecandı! Aldığın not karşında bir yerde ve sen eğilmiş önce adını bulmaya sonra adının hizasını şaşırmadan notunu öğrenmeye çabalıyorsun. İnsanın ömründen ömür giderdi.

Şimdi geriye bakınca ne saçma, ne budalaca diyorsun ama o zaman öyleydi işte. Not, her şey demekti. Emekti, gelecekti, başarıydı, bazen mutluluk, bazen de hüzündü, okunulan sayfalarca notun varabildiği son noktaydı.

***

Öğrencinin olduğu her yerde not var, not varsa heyecan da var illaki. Sınavsız, notsuz bir eğitim iyi olur mu, hatta olabilir mi, bilemem. Sistemi eleştirmek herkesin hoşuna gider; sistem nasıl olursa olsun eleştiri insanı rahatlatır. Mutsuzluğunun, başarısızlığının sebebini kendinde değil de, başkalarında, başkalarının ayarladığı sistemden kaynaklandığını düşünmek, insana hoş gelir. Bu bahis çok laf kaldırır ancak ben başka bir şeyden bahsedeceğim.

KTÜ’de ve sanırım artık üniversitelerin hemen hemen hepsinde öğrenci notunu internetten öğreniyor. Camlı bölmelere, duvarlara bakmak yok artık; ekran var sadece. Numaranı, şifreni gir ve not karşında. Fakat arada küçük bir engel var. Final notunu öğrenebilmen için ankete katılmak ve “bir paragraf” yazmak zorundasın ders ve ders sorumlusu hakkında. Anladığım kadarıyla tüm fakülteler için bu zorunluluk yok; niye yok bilmiyorum. Mesela İİBF için şart ama HF için şart değil. Bu da ayrı bir soru işareti.

Sorumlusu olduğum derslere ilişkin öğrencilerin yazdıklarını okuyorum hatta okumakla kalmayıp bilgisayarımda saklıyorum da. Aslında buraya yazılan görüşler ciddi bir incelemeye tabi tutulsa, buradan çok ekmek çıkar. Özellikle sosyoloji, psikoloji ve eğitim bilimleriyle uğraşanlar bu anketlerden tez, makale üretebilirler ve üniversitede verilen eğitimin düzeyine ve nasıl bir eğitim verilmesine ilişkin sağlıklı bir çıkarımda bulunabilirler.

Sosyolog, psikolog ya da eğitimci değilim ama benim de kendime göre çıkarımda bulunmama engel yok. Belli bir bakış açısından yaklaşmadan, rastgele diyebileceğim bir tasniflemeyle sorumlusu olduğum derslerin anketlerine görüşlerini yazan öğrencileri birkaç gruba ayırabilirim:

1- Üşengeçler : Kabaca, her beş öğrenciden biri bu engeli, notunu öğrenmesini geciktiren lüzumsuz bir aktivite, hatta tam anlamıyla bir “angarya” olarak görüyor. Öyle olduğu için de hiçbir anlamlı cümle yazmıyor, onun yerine karalama yapıyor, klavyenin tuşlarına rastgele basıyor, çıkan anlamsız harf yığınları o öğrencinin “görüşü” oluyor.

2- Sistem karşıtları : Sayıları çok çok az olmakla birlikte, bu engeli sisteme yönelik eleştiride bulunma mekanı ve imkanı görenler de var. Dediğim gibi sayıları çok çok az. Hatta kimileri yazarak bile değil, yorum yazmayı reddettiğini yazarak, sistem karşıtlığını ifade ediyorlar. Bir tür vicdani red.

3- Memnunlar : Şükürler olsun ki, oldukça kalabalık bir grup burası. Eksilerimin ve artılarımın farkındayım ama öyle ya da böyle memnuniyet ifadelerini okumak onca emeğin, gayretin boşa gitmediğini görmek insanı gönendiriyor. Aslında memnunları, yani dersten ve ders sorumlusundan memnun olanları da ikiye ayırmak lazım. Memnuniyetini kısaca, tek cümleyle belirtenler ve memnuniyeti birkaç cümleyle belirtenler. İsimlerini bilme ve öğrenme imkanım olmasa da, ikinci gruptakileri daha çok sevdiğimi neden saklayayım!

4- Gayrımemnunlar :  Ve yine şükürler olsun ki, oldukça tenha bir grup burası. Geçen dönem daha çoktu, 3 yanlış 1 doğru meselesi yüzünden. Bu barajı biraz hafifletince gayrımemnunların sayısı hayli azaldı. Şimdi her sınıfta bir elin parmaklarını geçmiyor.

Yeniden başa döneyim. Öğrenciyken camlı bölmeler, duvarlar yerine internetten not öğrenme imkanım olsaydı ben ne yapardım, hangi gruba girerdim? Sayıları çok az da olsa sevdiğim hocalar vardı; onlar için memnuniyetimi ifade etmekten çekinmezdim. Fakat, bana olumlu ya da olumsuz hiçbir anlam etmeyen yığınla dersin hocasına ne yazardım, ne yazabilirdim? Her genç gibi ben de az çok sistem karşıtıydım ama bu karşıtlık, gençliğin verdiği içi boş bir varolan her şeye karşı çıkma, karşı çıkarak kendini kanıtlama, böylece çapsızlığını örtme ve sorunları öteleme çabasından başka bir şey değildi. Karşıtlığımın içi boş olunca, yazacaklarımın da bir ehemmiyeti olmayacaktı. Analitik bir dille memnuniyetsizliklerimi ifade edebilir miydim? Hayır. Çünkü bir söz vardır “Osmanlı söylemez, söylenir” diye. Bizde eleştiri alışkanlığı, sorumluluk almadan ulu orta sözler sarfetmekten ibarettir. Böyle gelmiş böyle giderci felsefe de içimize işlemiştir. Yazsak da bir işe yaramayacaktır. O halde niye yazmalıydı.

Anladınız. Öğrenci olsam ben de “üşengeçlerden” olurdum.

Ama rastgele karalamazdım. Mutlaka her sayfaya ayrı ayrı, birbirinden alakasız, zevzekçe, okuyana “ne lan bu şimdi” dedirtecek şeyler yazardım.

“Birisine adres sorarken dolu dolu yaşarım o anı” gibi. 


Hüseyin Cem ÇÖL
10 Mart 2013 - Pelitli

7 Mart 2013 Perşembe

İnsaniye



“Analar insandır biz insanoğlu”
Neşet ERTAŞ

Neden bu ismi uygun gördüklerini soramadım, odama girip “İnsaniye” dergisini masama bıraktıklarında.

Elbette tahmin yürütmek zor değil.

“iye”, malum, kadın isimlerinde kullanılan yapım eki. Lütfü erkek, Lütfiye kadın isminde olduğu gibi. “İye”nin tek başına “sahiplik” anlamı da var. O halde “İnsaniye” kelimesini iki anlamda okumak mümkün.

Bir : İnsanın kadın hâli, insanın kadıncası, insanın “kadın” cinsi.

“İnsaniye” ismini uygun gördüklerinde acaba bu sebepten mi yola çıktılar? Eğer böyleyse bu bakış açısında hem kadını aşağılayan bir öz var aynı zamanda da kadını erkekten üstün tutan bir öz de var. Ama kesinlikle bir eşitlik yok. 

Kadını aşağılayan öz şu : Bu durumda “insan=erkek” sonucu çıkar. Yani insanın olumlu anlamıyla “adi” şekli : Erkek. Kadın ise erkeğin bir türevi gibi. Aslolan erkek ve kadın onun bir devamı. Kaburga kemiği meseline de uyuyor bu yorum.

Kadını üstün tutan bir öz de var: Bu durumda, kadın, erkeğin daha vasıflısı, daha özelliklisi, daha niteliklisi, kısacası daha üstünü. Erkek var insanın en saf, en düz hali; bir de kadın var insanın daha donatılmış, daha detaylı hali.  

İki : “İye”nin bir de sahiplik anlamı var. Bu anlamda, İnsaniye’yi “İnsan’a Sahip Çık”, “İnsanlığa Sahip Çık”, “Kadına Sahip Çık” diye okumak mümkün.


Dergiyi karıştırıyorum. 6. sayılarıymış. Muhtemelen ilk sayılarında “Neden İnsaniye?”  sorusunun cevabını vermişlerdir. Çünkü genelde böyledir. İlk sayıyı çıkaran çekirdek kadro, ismin etrafında yeni bir dünya kuracaklarını vehmederler ve bu yüzden isme çok büyük önem atfederler. İsimdir büyünün merkezi, isimdir onları ve bizi ve herkesi ve dünyayı kurtaracak olan.


Yarın Dünya Kadınlar Günü. Bende özel bir kadınlar günü duyarlılığı yok. Daha doğrusu özel günlere karşı özel bir duyarlılığım yok. Bununla birlikte, özel günlerde yoğunlaşan faaliyetleri, artan gayretleri anlamsız, yararsız da bulmam; mutlaka var olan sorunların çözümü noktasında az ya da çok katkıları oluyordur; şu küçük dergi bile kendi çapında bu duyarlılığa katkıda bulunuyordur, bundan eminim. Dünyada ama en çok da ülkemizde yaşanan kadın sorunlarının, bilhassa erkeğin kadına karşı uyguladığı şiddetin sebebini başkaları nerede bulur bilemem, ben kendi adıma bu sorunun sebebini Oscar Wilde'nin o muhteşem “Reading Zindanı Baladı”nda apaçık dile getirdiğini düşünüyorum:

Kulak verin sözlerime iyice,
Herkes öldürebilir sevdiğini
Kimi bir bakışıyla yapar bunu,
Kimi dalkavukça sözlerle,
Korkaklar öpücük ile öldürür,
Yürekliler kılıç darbeleriyle!

Kimi gençken öldürür sevdiğini
Kimileri yaşlı iken öldürür;
Şehvetli ellerle öldürür kimi
Kimi altından ellerle öldürür;
Merhametli kişi bıçak kullanır
Çünkü bıçakla ölen çabuk soğur.

Kimi aşk kısadır, kimi uzundur,
Kimi satar kimi de satın alır;
Kimi gözyaşı döker öldürürken,
Kimi kılı kıpırdamadan öldürür;
Herkes öldürebilir sevdiğini
Ama herkes öldürdü diye ölmez.

Erkeğin kadına uyguladığı şiddetin sebebini iyice bir anlayalım da, çözümü de orada arayalım. Benim de katkım bu kadar olsun.

Hüseyin Cem ÇÖL
7 Mart 2013 – H 309 

6 Mart 2013 Çarşamba

Vuslat


"Ayrılık da sevdaya dahil"
Attila İLHAN

Hoş geldin.
Hoş bulduk.
Özlettin kendini. Yoktun kaç gündür.
Hastaydım.
Geçmiş olsun.
Sağol.
Şimdi nasılsın?
İyi.
Nasıl iyi?
İyi diyelim iyi olalım cinsinden.
Tam geçmedi o zaman. Yatsaydın bir-iki gün daha.
Yatarak iyileşenlerden değilim. Hem yatmıyordum da evde.
Özledim seni.
Demiştin.
Sen?
Ben de.
Gönülsüzce söyledin.
Alınganlık yapıyorsun. Hasta değilken, unutma, hafta sonları bile sana koşardım, hafta içi geldiğim yetmiyormuş gibi.  
Pekala. Çay ister misin?
Zahmet olacak.  
Ne zahmeti. Ben çayı hazırlarken bir türkü aç da dinleyelim.
Ne açayım?
Zevklerimiz ortak değil mi? Ne dinlersen benim de kabulümdür.
O vakit Neşet Ertaş olsun. “Vay Vay Dünya” nasıl?
Güne hüzünle başlamayı ne çok seviyorsun.
Türkülerin hüznünde bile gizli bir neşe, yaşama tutkusu, iyimserlik gizlidir.
Twitter’dan mı bu?
Daha neler. Benden ince kelam sadır olamaz mı yani?
Olur neden olmasın. Dört bir yanımda senin okuduklarından izler taşıyorum ben. İllaki bir tortusu kalmıştır zihninde bitmez tükenmez bu kelime yolculuklarının.
Twitter’dan mı bu?
Bak çay vermem sonra.
Tamam şakaydı.
Al şunu iç bakayım. Kendine gel azcık. Limon da sıktım içine.
Teşekkürler. Sen de içsene?
Yok ben sana bakacağım.
Otur bari. Karşımda birinin ayakta dikilmesi en sevmediğim şeydir bilirsin.
Tamam. Şey…
Ne?
Chavez ölmüş.
Kim?
Şavez.
Bize ne?
Öyle tabi. Bize ne?
Şey…
Evet?
H 309 - Özledim.
HCÇ - Biliyorum.

Hüseyin Cem ÇÖL
6 Mart 2013 - H 309 

3 Mart 2013 Pazar

Biat



Gençler biliyorum. Bildiğim yüzleri, isimleri değil; tutumları, beyinleri, yaşlarına özgü heyecanları, ataklıkları, saflıkları.

Bir liderleri var. Hep olur bu. Sevmeye teşne bir gençlik varsa, onların sevgilerini hunharca kullanan bir zalim elbette olacaktır. Her lider zalim bir sevgilidir.

O zalim sevgililerini, liderlerini çok seviyorlar, çok bağlılar. Samimi olduklarını var sayıyorum. Çıkarsız seviyorlar. Çıkarsız bağlılar. Öyle görünüyorlar.  

Onların gözünde liderleri her liderden çok önde, her liderden çok iyi, akıllı, bilgili. Liderleri örnek insan. Kitapları şaheser; bakışları yakıcı, konuşması delip geçici. Hayatta bir “O” var zaten, gerisi teferruat.

Böyle inanmışlar, böyle inandırılmışlar, böyle inanmaya ruhları hazır, böyle inanmaya hazır olduklarını bilenler onları böyle inandırmaya çoktan hazır.

Bu noktaya kadar o gençlere sadece ACIYORUM, KIZMIYORUM ama.

Kızmaya başlamam, o gençlerin o liderlerini herkesin çok sevmesi, herkesin ona biat etmesi için canhıraş gayret gösterdiklerini görmemle başlıyor. Sosyal medya onların tasallutu altında. İstiyorlar ki, herkes, kendileri gibi olsun, yüzlerini o güneşe çevirsin. İstiyorlar ki güneş kendileri gibi herkesi de ısıtsın, herkesi de aydınlatsın. Oysa güneş tüm benliklerini, kişiliklerini, akıllarını, akıllarını kullanma iradesini ve geleceklerini anbean yakıp kavuruyor. Farkında değiller.

Biliyorum bunu, nasıl bilmem, ben de o yollardan geçtim, her genç gibi.

Onlar da bu yoldan yürüyecekler. Başka imkanı var mı?

Peki, bu yürüyüşün sonunda ne olacak? 

Ya liderlerinin hiç de güneş olmadığını anlayacaklar, başka güneşler arayacaklar, başka güneşler bulacaklar, onların da beş para etmez olduğunu anlayacaklar, nihayet hakikat güneşinin başkalarında değil kendi içlerinde yandığını anlayacaklar ve başkalarına akıllarını, yüreklerini kiraya vermekten nihayet vazgeçip, kendi yollarını kendileri çizecekler.

Ya da liderlerinin hiç de güneş olmadığını anlayacaklar ancak menfaat uğruna, ayakta kalmak uğruna, yalnız kalmamak uğruna, ona pervane olmaya devam edecekler, cariyelikten fahişeliğe geçiş yapacaklar.

Bu böyledir canlar.

Hüseyin Cem ÇÖL
3 Mart 2013 – Pelitli 

“Psikiyatrik Açıdan Çokeşlilik Savunması” : Bir Tartışmanın Fitili



Dr. Hamdi Kalyoncu ismine, ta doksanların başından bu yana aşinayım. 91 genel seçimlerinde üç muhafazakâr parti (RP-MÇP-IDP) arasındaki seçim ittifakını anlattığı “İttifakın Perde Arkası” kitabını okumuştum. Seçimden (20 Ekim 1991 miydi?) hemen önce kurulan ve seçimden hemen sonra dağılan “Kutsal İttifak”… Kalyoncu, eğer hafızam beni yanıltmıyorsa, MÇP çizgisindeydi, hatta MÇP’den ayrılan BBP fraksiyonundan. Kitabın son bölümü aklımda yer tutmuş: Halifelerin seçimle işbaşına gelmesini gerekçe göstererek, demokrasinin İslam’a ters değil, aksine uygun bir yöntem olduğu iddiasını dile getiriyordu. Kitabın geri kalanı ise malum ittifakın hangi zor koşullarında kurulduğunu anlatan ve aslında Türkiye’de siyasetin mutfağına tutulmuş bir ışık huzmesiydi.

Dr.Hamdi Kalyoncu’nun “Psikiyatrik Açıdan Çokeşlilik Savunması” kitabını 15.6.2009’da satın almışım. Ankara’da Kızılay’da, evet Akçağ’dan. O zamandan bu yana ara ara okumuşum, şurdan belli kimi satırların altını çizmişim. Dün, Stefan Zweig’in “Bir Kadının 24 Saati” isimli romanına/uzun öyküsüne başlamışken ve tam da öykünün içine dalmışken, yeniden elime aldım Kalyoncu’nun kitabını ve gece yatana dek bu kez baştan sona okudum. Bir bahçedeki güllerin kokusunu içime çekmişken, yan bahçenin çağrısına bigane kalamamaktır bu.

Bir “tez” kitabı bu. Tez çok açık: “Erkeğin birden çok kadınla evlenebilmesini engelleyen yasal engeller kaldırılmalıdır.” Ve bu tezin kabulü için ileri sürülen pek çok gerekçe. En sık tekrarladığı ise, erkeğin fıtratının tekeşliliğe değil, çokeşliliğe uygun olması.

Türkiye çok hızla değişen bir ülke. Çok değil 3-5 sene önce kızların üniversitede başörtüsüyle okuması tabu iken, şimdi çok rahatlıkla kamuda başörtüsüyle çalışabilme hakkı konuşulabiliyor. Bu sürecin devamında “çokeşlilik” de tabusuz konuşulabilecek hatta “yasa tasarısı konusu” olabilecek aşamaya gelebilecek mi? İmkansız değil. Eğer o sürece tanık olabilirsem, laik kadınların ve muhafazakâr kadınların aynı çizgide saf tuttuğunu görmek, kendi açımdan hayli eğlenceli olacak.

Ellerinde çokeşlilik aleyhinde dövizlerle.

Hüseyin Cem ÇÖL
3 Mart 2013 – Pelitli 

2 Mart 2013 Cumartesi

Her Gün



Simge Fıstıkoğlu şu an Janset’i konuk ediyor programında. Bilgisayar başındayken, bir yandan da onlara kulak veriyorum. Az önce Simge Fıstıkoğlu sordu Janset’e: Her gün dinleyebileceğin şarkı var mı? Janset, bu soruya yekten cevap veremedi. Kem küm etti, işi şakaya vurdu ama şudur diyemedi.

Bu soru bana sorulsa diye aklımdan geçti. Her gün dinleyebileceğim şarkı var mı? Şarkı dinlemeyi severim. Bir enstrüman çalmayı da çok isterdim fakat ne yaparsınız yetenek fakiriyim. Vermemiş mabud. Dinlemeye doyamadığım şarkılar, türküler gırla. Ama her gün, her Allahın günü hangisini dinleyebilirdim acaba?

Az biraz düşüneyim.

Galiba “Portofino”.

İkinci soru: Her gün yiyebileceğin yemek nedir? Janset, bu soruya fazla düşünmeden çorba dedi. Çorbayı ben de severim, olsa her gün de yerim. Ama bu soruda önceliği “künefe”ye vereceğim. Künefeyi değil her gün, her öğünden sonra bile yiyebilirim.

***

Ha unutmadan. Mutluyum ben.

Hüseyin Cem ÇÖL
2 Mart 2013 – Pelitli